KÖŞE YAZILARIZeynepçe

Merdiven (Kısa Öykü) – Zeynep Ersen yazdı…

Seksen yedi basamağı, iki elin bütün parmaklarına içi boş cam şişelerle dolu torbalar asılmış halde çıkmak yorucu olabilir mi?

İnanın olabilir. Bana bunun neden olamayacağını anlatabilir misiniz?

Ben bu rutin merdiven yolculuklarında, (Efendim şöyle ki yalnızca zatürre olduğum zamanlarda merdivenin tepesindeki evimden çıkmam. Bir kez de çocukken bacağımı kırdığımda annem beni eve kilitlemişti. Artık annem yok. Öldü. Yalnız yaşıyorum. Ne zaman evden çıkacağıma ve ne zaman eve gireceğime ben karar veriyorum. Şehnaz bırak artık sayıklamayı!) her basamak tanıdık olmasına rağmen, kiminde sadece yorgunluktan ve mola ihtiyacından ötürü, kimindeyse özlem gidermek için uzun vakit geçiririm. Ama husumetli basamaklara asla ayak basmam. Basarsam da ökçelerimi vura çaka basarım. İlkemdir: Basamaklardan özür dilemem. Ancak basamaklar benden özür dilerler. İnsan olmanın ağırlığını, insan olma acısını onlar nereden bilecekler?

Hülasa, diyeceğim şuydu ki seksen yedi basamağı çıkan insan bazen epeyce yorgunluk biriktirir.
Elbette bu basamakları sadece şişelerin ağırlığının etkisiyle birer birer tırmanmanın hafifliğini ayrı bir öyküde anlatacağım. Sizi temin ederim ki pekâlâ vurdumduymaz, duvar yüzlü de olabiliyorum.

Merdivenleri geride bırakıp minik bahçemi de aştıktan sonra evime vardığımda, açtığım kapımın altından itilmiş doğalgaz faturasına zumlandı gözlerim.

İlk önce, Temmuz ayında bu ne faturası diye bakıyorum.
Az buz değil, yirmi küsur lira. Yirmisine bilmem ne yapayım, küsuruna da başlatmasınlar!
Odama giriyorum. Perdeleri açıyorum.

Deniz, bütün ihtişamıyla çocukluk resimlerimde hiç yılmadan bindiği kayıkta keman çalan bilge insan tiplemesiyle derin ve sakin, ufuktan kesilmiş yatağında uyuyor. Karşımda durmasına rağmen, Deniz’i özlüyorum.

Size bir sır vereyim: Bazen güneş gözlerimi kamaştırdığında, ancak unutabiliyorum denizleri gezenlerin özlemini; Göz bebeklerimin içinde kayboluyor yelkenliler.

Faturayı göz aşinalığıyla, sonra ilgilenmek üzere holdeki komodinin üstüne bırakıp şimdi pencereleri de açıyorum. Rüzgâr faturayı uçuruyor.

Müteessirim. Anlatayım: Hayri’yle –ki yirmi dördüncü basamağı iskân edendir- az evvel konuştuğumuz mesele… Of ki ne of! Hayri, yuva yapmış, kendisini içten içe kemiren akrepten şikâyetçi. Bu dişi akrep hem şimdi yavrulamış. Üstünde onlarcasını daha taşıyormuş. Hayri, içinden bir papatyanın bitiverdiği günlerin geride kalmasına hayıflanıyor. Yaşamı boyunca yirmi dörtte takılmış kalmışken, bunun da gelip geçici olduğunu görünce sarsılmış. Bizler mi misafiriz de sayılar baki, yoksa sayılar mı fani de bizler ölümsüzüz, sorusunun yanıtını hala bilmem, diyor. ”Yirmi üç Şehnaz ve yirmi beş Levent’e bile bir selam ulaştıramıyorum sen olmadan; Nerede ki diğerleri? Bu olacak şey mi yahu? Böyle tek basamak başıma!” Ekliyor: Her basamak delirmiş ve hiçbir basamak bir diğerini umursamıyor! Acaba Kudüs’ten göğe uzanan merdivene miraç adını verip de göğün katlarına çıkan kişi bu miraç basamaklarını saymış mıdır? Tefsirlerde bu sorunun yanıtını aramak nafile!

Bu sözler kafamda yankılanırken, evden elime minik kazma küreğimi alıp tekrar çıktığım gibi, telaşımdan ötürü bazı basamaklardan özür dileyerek, bir çırpıda Levent’e geldim. Levent kim bilir nedendir, diğer basamaklardan daha uzun inşa edilmiş. İşte görüyorsunuz ya, tam bu esnada Levent’ten telefon geldi: Levent’e, Hayri’nin akreple yaşadığı sıkıntıdan bahsediyorum. Akrebi Hayri’den uzaklaştırmak gerek, diyorum. Levent, akrep tehlikeli hayvandır, diyor. ”Köklerini kurut kurtulalım, çoluk çocuk bizim içimize de sızarlar.” Hayır diyorum, yaşamda nerede durduğumuzu bilmek için açık belirtilere ihtiyacımız var; Ha korkalım ya da korkmayalım, yok etmek bir çözüm değil, sonra boşalan yuvaya yılan yuvalanırsa ne yapacağız? Akrebi delikten çıkarıp salayım gitsin. Başımıza ne geldiyse bu ön ya da son yargılı korkulardan gelmedi mi? Akrebi ve yılanı ve papatyayı ve ateşi ve suyu ve havayı ve toprağı koruyacağız. (Son iki cümleyi sanki Levent’e söylemişim gibi şimdi uydurdum. On bir senelik cep telefonum konuşmalar esnasında kesiliyor ve bende de geri arayacak kontör yok.)

Söylediğim gibi de yaparım. Yaz bahçesine atlayıp bir papatyayı köküyle toprağından söktüğüm gibi akrepten boşalan yere dikiveriyorum. Ne Hayri’yi müjdelemeye ne de eve dönmeye artık takatim kalmadığı için tırabzandan kayarak aşağı iniyor ve oradan uzaklaşıyorum.

Sol avuç içime “papatya” yazmış olduğumu şaşırarak görüyorum.

Limana doğru yola çıkıyorum. Bir ürperti hissediyorum ama önemli değil. Öğle yemeğini kaçırdığımdan karnım aç; Herhalde zayıf düşmüşümdür. Ali Rıza Kaptan’ın kayığına gider onunla bir çay içerim diye planlar yaptım ve rotamı çizdim.

Birdenbire havada kar taneleri beliriyor. Sandaletlerim bu havaya uygun değil. Üzerimdeki giysi de zaten yazlık. Tanrı’nın işine şaşırılmaz, bilirim.

Ali Rıza Kaptan, en son görüşmemizde bana korkunç gerçeği açıklayacağından bahsetmişti. Artık bu gerçeği hiç merak etmiyorum ama kaptana saygı duyarım. O diyeceğini diyecektir.
– Selam Ali Rıza Ağabey!
– Merhaba Cin Ali.
– Çok üşüyorum, çayın var mı?
– Gel hadi gel. Ne yaptın, kürekle akrep mi kazıdın yine?

Ali Rıza Kaptan’a cevap vermek istemiyorum. Şimdi ona bahçemdeki güllerin toprağını havalandırdığımı ve sair yoğun çalışmalarımı anlatsam, balıkçı, gülleri ne yapsın. Evet, cevap vermiyorum.
Kız kardeşinin ateşi düştü mü?
Şehnaz iyi, sadece sayıklamaları devam ediyor. Yaman akrepmiş doğrusu!

Biliyor musun on iki genç adam orman yolunda Fehmi Bey’in büyük kızı Halime’nin önünü kesmişler ve aralarından biri kızın sol kolunu baltayla omzundan koparıvermiş. Kıyma makinesinden çıkar gibi fışkırıvermiş etleri. Pamuk gibi karlar kırmızıya boyanmış.

Kalbime bıçak saplanmış gibi oluyorum. Midem fena halde bulanmaya başlıyor. Aman ya Rabbim! Niçin yapmışlar bunu? Kim bunlar?
Kim bu kişiler?
Kimse bilmiyor. Polis ipucu arıyor. Al, iç hadi çayını, ısın biraz.
Ali Rıza Kaptan çayı ikram ederken göz ucuyla hâlime bakıyor. Yanılmamışım.
Cin Ali, Niçin kara kışta gömlekle atarsın kendini sokağa? diyerek beni kızdırıyor.
Bugün Temmuzun on yedisi, diyorum.
Hayır. Ocağın on yedisi.
Zıt gitmeyi sever Ali Rıza Kaptan. Her gün aynı piyes.

Halime… (Fehmi Bey’in kızı olan Halime; Komşum ya da kuzinim Halime değil.) Acaba Halime bana yar olur mu?
İlkokul üç, yılsonu pikniğinde ağaçtan sırt üstü düşüp de başım onun kucağında, gözlerim onun gözlerinde uyandığım günden beri vurgunum Halime’ye. Oysa babası, benden iki yaş büyük olan, şimdi yirmi iki yaşındaki Halime’yi yanıma bile yaklaştırmaz. Fakat ona benden ziyade kim şifa olabilir? Bu zamanda kimse kolu kopmuş üzgün bir kadınla evlenmek istemez.
– … Oysa ben (“oysa”yı ağzımdan kaçırıyorum) onu bir kolu olmadan da severim, şefkat ederim.
– Karnını da şefkatinle mi doyurursun? Kırk kiloluk kendi bedenini doyuramıyorsun be oğlum.
– Bir çay daha alabilir miyim Ali Rıza Ağabey?

Çay hemen geliyor ama tir tir titriyorum artık. Baltayı Halime’ye vuranı düşünüyorum. Hasır rengi kürk şortuyla yarı çıplak bir neandertal canlanıyor gözümde ama bunu kesinlikle bir neandertal yapmamıştır. Halime’yi tek kollu olarak düşünüyorum sonra. Dahası Ali Rıza Kaptan diyor ki:
Kesik kolunu denize atmışlar ve öylece kaybolmuşlar. Şu yeni orman bekçisi Hayri Bey oradan geçerken görmüş baygın halde yıkılmış Halime’yi; Kucakladığı gibi hemen hastaneye yetiştirmiş. Hali vakti yerinde olduğu için mi bilmem ama ormana hastaneden bir ekip gönderip kolu aramışlar yerine dikebilmek için. Nafile tabii. Ama polis ekibi ayak izlerinden iz sürerek faillere ulaşacakları konusunda müsterih. Levent’ten de şüpheleniyorlar.
Pekiyi kaptan bana kışın olmuş bir olayın haberini niçin bir heyecan bugün veriyor diye önce aklıma soruyorum.
– Bana bunları neden şimdi anlatıyorsun?
– Dün rıhtımda anlatmak istedim ama sen beni dinlemeden, ocağı açık unutmuş olabilirim, deyip kalktın.

Bu söz bana ocağı açık unutmuş olabileceğimi hatırlatıyor ve kalkıp gidiyorum. Zaten doğalgaz faturasını ödemek üzere şişe toplamak için gücümü kazanmam gerek. Kayıkta müstakbel karımı neandertallara karşı savunmak isterken bitap düştüm.
Bastıran tipi Ilgaz’ı tümden örtüp kaplamış. Kaldırımlar, sahil boyunca ağaçlar, taş, toprak tüm yollar, bacalar bembeyaz.
Merdivene vardım yine.
İtiraf etmeliyim ki merdivenden yoruldum artık.
Merdiven çok kafa karıştırıcı.
Anlatamıyorum. Anlayabilirsem belki anlatabilirim.
Merdiven bembeyaz.
Şehnaz’la ilgilenmem gerek.
Niçin bu kadar bedbahtım?
Temmuz ayı ayların en güzeli!

Zeynep ERSEN
zeynep.ersen@yahoo.com

Başa dön tuşu