KÖŞE YAZILARI

Albert Camus ‘Yabancı’ Ve Varoluşçuluk Üzerine – Sedef Subölen yazdı…

Albert Camus, yirminci yüzyılın Fransız, varoluşçu yazarlarındandır. Onlarca kitabında yer yer deneme, yer yer de roman türünde eserler vermiştir. Onun eserlerinde daima nihilizm rüzgarı eser. Amacı hayatın anlamsızlığından yakınmak değil, hayatı birçok insanın anlamlandırdığından farklı gördüğünü anlatmaktır.

1942’de yayımlanan “Yabancı” adlı romanında, çoğumuzun ağır tepkiler vereceği “ebeveyn ölümü” durumuna farklı bir bakış açısıyla yaklaşır.

Roman kahramanı Bay Meursault, annesi bakım evindeyken, onun öldüğü haberini alır. Kadın yatağında ölü bulunmuştur ve ne zaman öldüğünü kesin olarak bilmediği annesinin cesedini son kez görmek için, işinden iki gün izin alarak uzun yoldan gelir. Fakat geldiğinde cesedi görmek istememesi ve soğukkanlılığı yüzünden “tuhaf” olarak karşılanır çevresinde. Elbette ki umurunda değildir. Annesinin tabutu başında beklerken, sütlü kahve içer, sigara içip içmeme konusunda tereddüt eder. Bu rahatlık çevresinde kaypaklık olarak nitelendirilir ve herkes bundan rahatsızlık duyar. Öyle ki sorularıyla onu sıkıştırmaya başlarlar. Gözünde bir damla da olsa gözyaşı, yüzünde bir acı görmek için beklerler fakat o, son derece rahattır. Elbette ki annesini sevmiyor değildir ama bu duruma ağır bir tepki vermesi gerekliliğini bir türlü kabul edemez. Bir şekilde, her şeyi olduğu gibi annesinin ölümünü de meşrulaştırmıştır.

Bu olay sebebiyle kendisinden her şey beklenebilecek gaddar bir adam olarak görülmeye başlar. Kendisini kimsenin anlamayacağını bildiği için anlatma çabasına girmez. Annesinin yasının simgesi olarak siyah yas elbisesi giyerken de düşünceleri oldukça sakindir. İşine geri döndüğünde, patronunun tek derdinin, hafta sonu tatiliyle birleşmiş olan dört günlük izni olduğunu fark eder.

O sıralarda arkadaşı Marie ile bir ilişkisi olur, bir gün Marie’nin evlenme isteğine, her zamanki soğukkanlılıkla “evet” cevabını verir. Bu kadını sevmiyordur. Başka bir kadını da. Yalnızca evlenmek ile evlenmemek arasında hiçbir fark olmadığına inanır. Başta Marie olmak üzere çevresindeki herkes, onun bu tutkusuz, soğuk, kayıtsız halini değiştirmesi için bekler. Ama ölümde olduğu gibi, bir kadınla olan beraberliği de sakin duruşunu bozmaz. Öyle ki, hapse atılmak bile ona kılını kıpırdatmaz.

Bay Meursault, aslında dışarıdan göründüğü kadar tutkusuz değildir. Yalnızca, çoğunlukla diğer insanları heyecanlandıran şeyler onu heyecanlandırmıyordur o kadar. Sütlü kahve, yemek ve cinsellik onun tutku duyduğu şeyler arasındadır. İşinde başarılı sayılır. Dışarıdan bakınca hiçbir anormallik yoktur hayatında. Fakat adına inançsızlık dediği bu kayıtsız olma hali, yine de başına dert açar. Annesinin ölümüne olan tepkisizliği, adeta ahlak sorunu olarak değerlendirilmekte ve her türlü suçu büyük bir kayıtsızlıkla işleyebilecek biri olarak görülmektedir.

Aslında inançsız olduğunu savunurken, belki de kendisi de yanılıyordur. İnandığı şeyler bizimkiler gibi değil diye, bir kişiyi bu şekilde atfetmenin de çok doğru olmayacağı bir gerçektir.

Her ne kadar, Tanrı’nın varlığını inkar ediyor da olsa, dolaylı olarak, “insan doğasının yaratılışına” inanır. Doğum ve ölüm gibi olayların olağanlığını, aldatılmayı normal olarak nitelendirir. Tüm bunlar ona göre varoluşsaldır. Olaylara  toplum  ve dinin değer yargılarından sıyrılarak yaklaşır. Onun için, insanoğlu söz konusu olduğunda, her şey meşrudur. Böyle düşünmesine karşın, bunu pek sık kendisi için kullanmaz. Genel olarak, normal bir kişinin yaşantısına sahiptir ve uç noktalarda davranışlar sergilemez. Onun varoluşsallığı zihnindedir. Yaşamına kahvaltı ederek başlar, sütlü kahve içer, mangal yapar, sevişir, uyur, gezer,içer. Birçoğumuzun yaşam şeklinden pek bir farkı yoktur yaşantısının. Yaşamı kesinlikle anlamsız ya da gereksiz buluyor değildir. Sadece seçilen yolların genellikle aynı kapıya çıkacağını düşünür ve olayları akışında yaşamayı tercih eder. Tutkusuzluğu aslında, kendisini kontrol mekanizmasından yoksun bırakmasından kaynaklanır. Tanrı’yı reddederken bile, doğada milyarlarca insanın katrilyonlarca planını boşa çıkaracak üstün bir gücün olduğuna inanır, ama buna inanç demez. Her ne kadar bunu reddetse de, davranışlarının altında yatan sebep budur. Her şeyin olağan olduğu, insanüstü bir güç tarafından kontrol edildiği, bu yüzden akışına bırakmak, üzerine gitmemek gerektiği düşüncesi. Bu teslimiyet, belki de onu hepimizden farklı ve güçlü bir şekilde “inançlı” kılar.

Evlilik, birçoğumuz için hayatın en önemli kararlarından biriyken, onun için kiminle olduğu bile önemli olmayacak ölçüde sıradandır. Çünkü, eşini çok iyi tanıdığını zannederken, yanıldığını anlayan insanın hayal kırıklığından haberdardır. Bir insan ona göre neyse odur. Evlilik, aşk, tutku gibi olgular insanın varoluşunu değiştirmeyecektir. Bu yüzden, evliliğin ne şekilde ve kiminle yapıldığının hiçbir önemi yoktur ona göre.

Hayatın basit, insanların karmaşık olduğunu iddia eder. Annesini severken ve ölümüne aslında üzülürken, ağlamıyor diye yargılanır. Bu, basit bir olayın karmaşık hale getirilmesidir. Aldatılmaya verdiği tepkide de bu düşüncesi değişmez. Birçok aldatılan insanın, her ne tepki verirse versin, aldatılmış ve aldatılmaya devam edecek olmasının değişmeyeceğinin bilincindedir ve bu düşünceye teslim olduğu için hiçbir kıskançlık, sahiplenme ya da aşağılanma hissetmez. Bunun, hayatının rutin gidişatını etkilemesine bile izin vermez.

Yemek yediği sofranın düzenini önemseyen insanların aksine, yediği yemekle doymayı önemser. Sonuç odaklı ve pragmatist baktığı düşünülebilir.

Aslında bu, başlı başına bir pasif direniştir.  Asla aptal değil, bilakis zekidir. Hiçbir durum ve hiçbir insanın, yaşam ve düşünme tarzını etkilemesine izin vermeyecek kadar da güçlüdür. Yargılanırken, aşağılanırken, hapisteyken bu tavrı değişecek olsa, normalde asla tepki vermediği durumlarda birdenbire tutkulu davransa, zaten özünde yatan varoluşun bu olmadığı ortaya çıkacaktır. Ama o asla sükunetini bozmaz.

Gerçek pasif direniş ve varoluşçuluk da tam anlamıyla budur.

Sedef Subölen

Başa dön tuşu