Altın Yaldızlı Kitap, Bölüm 1 ‘Vasiyet’- Sedef Subölen yazdı…
Dedemin en yakın arkadaşlarından biri ölmüştü. Her zaman kirli sakallı, ihtiyar delikanlı olarak hatırlayacağım seksen iki yaşındaki Erol Dede’nin, kocaman bir kütüphanesi vardı. Çocukken de en sevdiğim şey kitaplar olduğu için, biraz çekingen, büyük ölçüde de hayran olarak dedemle birlikte Erol Dede’nin kütüphanesindeki kitaplara bakmaya giderdim. Hiç evlenmemişti. Bir kitap koleksiyoncusuydu. O kadar zengin bir adamın neden evlenmediğini hep merak etmişimdir. Parasının büyük bir kısmını özel olarak yaptırdığı kitap odasına ve kitaplara harcamıştı. Üstelik içlerinde antika değeri taşıyacak kadar eski basım olan kitaplar da vardı. Pek çocuk kitabına rastlamazdım. Ama bunun bir önemi yoktu. Eski kitapların kokusu hiçbir çocuk kitabında yoktu. Kitapların bazıları çeşitli yabancı dillerdeydi. Hiç anlamasam da, hepsini açıp incelemeyi o kadar çok seviyordum ki.. Tabii biraz da çekiniyordum. Annem her zaman bana, yabancıların eşyalarına dokunulmamasını öğütlemiştir. Yani yaşarken. Söz konusu kitap olunca, sanırım bu konuda fazlasıyla yüzsüzdüm. Erol Dede olağanüstü anlayışlı bir insandı. Tüm o servete, binlerce kitaba dokunmama, alıp incelememe asla kızmazdı. Evet benim için olağanüstü bir anlayış bu; çünkü söz konusu kitap olduğunda, aynı zamanda aşırı sahipleniciyimdir. Benim de kitaplığımda üç yüzü aşkın kitap vardı. Ama Erol Dede’nin kütüphanesi başkaydı. Yıllarca o öldüğünde bu muhteşem eserlerinin ne olacağını düşünüp üzüldüm. İnşallah heba olacakları ellere geçmezlerdi.
Ve Erol Dede seksen iki yaşında öldü. Dedem günlerce sessiz sessiz göz yaşı döktü. Ben de yalnız kaldığım zamanlar kendime engel olamadım ve ağladım. Bu cömert insan benim gözümde asla devrilmeyecek bir çınardı. Cenazesini kaldırdıktan sonra, dedemden Erol Dede’nın kütüphanesine gitmek için izin istedim. Bir ailesi yoktu. Olsaydı onların da iznini alırdım. Gerçi bir ailesi olsa, şuan bunları yazarken olduğum kadar mutlu bir insan olmazdım. Evet sanırım biraz da bencilim.
Kütüphane odasına girdim. Sanki kitaplar hala Erol Dede kokuyordu. Gözlerim doldu.
Orada yaklaşık bir saat kaldım. Erol Dede’nin kitap okurken oturduğu sallanan koltukta oturup ilgimi çeken tüm kitaplara tek tek göz gezdirdim. Sonra yerimden kalkıp bunları yerlerine yerleştirdim. İç geçirdim. Bir insan bu muhteşem kütüphaneden daha iyi bir miras bırakılabilir miydi dünyaya?Gitmek üzereyken, eski kitapların bulunduğu rafa gözüm takıldı. Oraya bir kez daha bakmak istedim. Rafa yöneldim, elime üç beş kitap alıp yere çömeldim. Bağdaş kurup oturdum. Bin sekiz yüzlü yıllarda basılmış kitaplar vardı. Bin dokuz yüzlerin başı. Kim bilir, belki de Mustafa Kemal’in gençlik yıllarında alıp okuduğu kitaplardandı. Bunu düşününce duygulandım. Bir kez daha sayfalarını kokladım. Birden içlerinden bir kitap dikkatimi çekti. Olabildiğinde eski olup da, karton kapağında kocaman bir altın sarısı kaplama olan bir kitap. Acaba sonradan mı yerleştirilmişti bu altın kaplama? Kitabın içini açıp baktım. Çok eskiydi. O ana kadar elime geçenlerin en eskisi. Basım yılını görünce inanamadım. Bin yedi yüz otuz iki. Herhalde İbrahim Müteferrika dönemine aitti. Yazıları okuyamıyordum ama basım yılı o kitaba hayran olmam için bana yeterdi. Böyle nadide bir eser şuan elimdeydi. İlk basım.. Kitabın sayfalarını büyük bir saygıyla çevirdim, çevirdim..
Sayfalar arasında bir kağıt vardı. Ve kağıtta yazanlar yeni Türkçe’ydi. Heyecanla okumaya başladım.
Erol Dede’nin inci gibi el yazısıydı. Notta, bir dostunun adresini yazmıştı. Bu notu her kim bulursa, kitap nüshasıyla birlikte adresteki kişiye ulaştırmasını, bunun çok önemli olduğunu, kendisinin bunu yapmaya ömrü yetmeyeceğini düşündüğü için bu notu bıraktığını yazmıştı. Her ihtimale karşı.. Ve ömrü yetmemişti gerçekten. Peki ama bu kadar eski bir kitap bunca yıldır bu kütüphanedeyse, seksen iki yaşındaki bir adamın, uzun ömrü boyunca onu çoktan bu eski dostuna ulaştırmış olması gerekmez miydi? Notun yazılış tarihi yoktu. Şimdi ne yapacaktım? Notu alıp dedeme gösterebilirdim ve birlikte bir çözüm arayabilirdik. Ama bu kitabı kafama göre buradan dışarı çıkaramazdım. Ne de olsa çok değerli antika bir emanetti. Çantamdan telefonumu çıkarıp kitapla birlikte notun fotoğrafını çektim. Telefonumun ekranı genişti. Dedeme yazıyı büyütüp rahatlıkla okutabilirdim. Kitabı yerine dikkatlice bırakıp çıktım.Önce bundan, en yakın arkadaşım olan, ama genellikle anlaşamadığım Yasmin’e bahsettim.O her zaman uyumsuzdur. Elbette ki beni anlayamadı. Ben de eve döndüm. Dedemi buldum ve vaziyeti anlattım. Dedem beni şaşırtarak, hiç oralı olmadı. Bütün hevesimi kırmıştı. Erol Dede’nin vasiyeti niteliğindeki bu notta yazanı yerine getirmek istiyordum. Her şeyden önce, çok kıymetli bir eserin yerine ulaşması gerekiyordu. Belki de ulaştırılması istenen kişi de Erol Dede gibi antikalara çok değer veren, kitabın ve hatta tüm kitaplığın değer göreceği bir yere verilmesine vesile olacak bir şahıstı. Bunu düşününce heyecanlandım. Konuyu akşam yemeğinde dedeme açtım. Ben dedemle yaşıyorum çünkü annem ve babam yok. Dedem bu işe iizn vermeyeceğini belirtti. Adres, İzmir’in bir beldesine aitti. Ben ise ta İstanbul’daydım. Ama bu beni yıldırmadı. Aksine daha da heyecanlandım. Hazırlıklarımı yapıp Erol Dede’nin kütüphanesine gittim ve kitap ile notu dikkatli şekilde deri çantama yerleştirdim. Yolda yağmur yağma ihtimaline karşı deri çantamı yanıma almıştım. Bu değerli emanete bir zarar gelmesine izin veremezdim. On saatten fazla süren otobüs yolculuğum boyunca, tüm ihtimalleri düşündüm. Adam ölmüş olabilirdi. Alzheimer
hastası olabilirdi. Beni tersleyebilirdi. Tüm bu riskleri yine de göze almıştım.
Adrese vardığımda hava kararmıştı. Eski yunan evlerine benzeyen bir evdi. Mahallenin girişindeydi. Bulmam zor olmamıştı. Kapıyı çaldım, seksenli yaşlarında tonton bir dede açtı. İçeri girdim ve durumu anlattım. Notu ve kitabı ona verdim. İsmi Cafer’di. Bana çok teşekkür etti ve yaşlı bir adamın vasiyetine karşı, hiçbir sorumluluğum olmadığı halde duyarlı olduğum için minnetlerini sundu. Bu kitabın onun için çok büyük önemi olduğunu söyledi. O da yalnız yaşıyordu. Cafer Dede’nin yanında kalmadan geri döndüm. Yaşlı da olsa bir genç kız için bu bir riskti. Döndüğümde, yaşlı bir insanın vasiyetini yerine getirmiş olduğumdan dolayı, gerçekten çok mutluydum..
Eve döndüğümde, sabaha karşıydı ve dedem uyumamıştı. Benim geldiğimi görünce sessiz bir şekilde odasına girip kapıyı kapattı. Ve iki gün boyunca benimle konuşmadı.
İki gün sonra, bir posta geldi. Açar açmaz şaşkına döndüm. Geçen gün Cafer Dede’ye teslim ettiğim eski kitap ve bir mektup. Mektubu heyecanla okudum. Erol Dede tüm kütüphanesini miras olarak bana bırakmıştı!
Kitabı açtım, içinden bir not çıktı. Notta, kitabın altın yaldızlı yüzünün soyularak açılması gerektiği yazıyordu. Açtım. Erol Dede’nin ölmeden önce yazdığı başka bir vasiyetti:
“Uzun hayatım boyunca gözüm gibi bakarak genişlettiğim kitaplığımı, öldükten sonra, ona gerçekten layık olduğunu düşündüğüm kişiye bırakıyorum. O kişinin şuan kim olduğunu bilmiyorum. Fakat elbette gün gelecek, bir yönüyle kendini belli edecektir. Sevgili dostum Cafer, bu notu gereken yere yolladığına göre, kitaplarım artık emin ellerde demektir.”
Notu bir kenara bıraktım ve hıçkıra hıçkıra ağladım. Mutluydum. Hem de o an dünya üzerinde hiçbir insanın olamayacağı kadar mutlu. Dedemin yanına gidip olayı anlattım.Hiçbir şey söylemedi. Ama bana artık kızgın olduğunu sanmıyordum.
Çocukluğumdan beri beni büyülemiş olan o binlerce kitabın olduğu kitaplık bana bırakılmıştı. Üstelik, buna asla sahip olamayacağımı düşünürken, yalnızca duyarlı bir davranışım sonucu benim olmuştu. Bunu asla unutmayacaktım. Ve Erol Dede’min, güzel insanın yadigarı olan mirasa, ekleyebildiğim kadar kitap ekleyerek,en az onun kadar iyi bakacaktım..
Sedef Subölen