KÖŞE YAZILARI

Ara Güler İle Randevu(22.06.2009), Yüz Yılın Kültür Mirası – Mahmut Nüvit Doksatlı yazdı…

Ara Güler ile kendi adını taşıyan Ara Kafe(Gap Cafe)’de buluşuyoruz. Burası bütün arşivinin korunduğu ve çocukluğunun geçtiği yer aynı zamanda. Söz arasında bu altı katlı binanın altı katına da yayılmasına rağmen  ‘dönememekten’ şikâyetçi oluyor. Görmesek de bu altı katın 80 yıllık hatıralar ve binlerce dia ile dolu olduğu ve dahası geri kalan boşlukları kitapların doldurduğunu düşünebiliyoruz.

Masada daha sonra tanıştığımız görüntü yönetmeni, kafenin işletmecisi Yaşar Bey ve siyah beyaz Türk komedi filmlerinin unutulmaz kahramanı Necdet Tosun’un oğlu oturuyor. Daha sonra masaya yukarıdaki arşivden geldiğini sandığım üzerinde küçük küçük karelerde Necdet Tosun’un Türk hamamında çekilmiş fotoğraflarının prova baskılarının olduğu bir karton konuyor. Hep beraber inceliyoruz. Türk hamamının içindeyiz. İlk defa bir hamamın içi gösteriliyor fotoğraf tarihinde. Erkekler göbek taşında yatıyor masaj ve kese yaptırıyorlar. Fotoğraf, konusu oryantalistlerin çok sevdiği bir konu olmasına rağmen romantik oryantalizmin zihinlere kazıdığı şablonlardan sıyrılarak, egzotizme kapılmadan, tamamıyla o anı tespit etmiş. İçlerinden hangi kareyi daha fazla sevdiğini soruyorum Ara Güler’e. Soyadıyla müsemma Necdet Tosun’un kompozisyonun ortasında kalan ve biraz da göbeğini daha iyi tanımlayan bir açıdan çekilmiş fotoğrafını göstererek:
‘Tellak’ın kafasından döktüğü su daha iyi görünüyor. Tabi ‘yanlardan kareyi biraz daraltmak şartıyla’. Diyor ve ekliyor: ‘Bir Buda heykeli gibi değil mi?

Bu kadar büyük ve zengin bir arşivden yıllar öncesine ait bir hatıranın kolaylıkla çıkartılması arşivin hâkim olunabilecek bir düzende oluşunu gösteriyor.

Aslında tedbirli davranıp bir saat öncesinden randevuya gelip notlarıma göz atmayı planlıyordum ama Ara Güler’i masada görünce selamlayıp yanına oturdum. Kendimi tanıtıp Goethe Enstitüsü ve Berlin Güzel Sanatlar Akademisi tarafından yeni çıkartılacak ‘Pozisyonlar’ yayın dizisi için görüşme yapmak istediğimi belirttiğimde hiç çekinmeden küfretti ve üç buçuk saat boyunca pek az küfretmediği zaman oldu. Bu bakımdan onu Polonya’da ömrünü tamamlayan soyut Türk ressamı Nejat Devrim’e, şairlerden Can Yücel’e, yazarlardan Yaşar Kemal’e benzettim. Ömrü boyunca fotoğraf ve sanat adına ve diğer onur verici her ne kadar ödül ve taltif varsa almış olan ve diğer almadıkları da sırada olan bir adamın kırılganlığının hiç de kişisel olmadığını; öfkesinin şahsının yeterince değerlendirilmemekten ötürü olmadığını anlamak zor olmasa gerek.

‘Alman Kültür Enstitüsü’mü?’ Diyor ve küfrediyor 1961 yılı ‘Master of Leica’ ödülünü almış fotoğrafçı;
‘Onlar sanattan ne anlar?Benim fotoğraflarımı sergileyeceğiz diye alıp bir buçuk yıl sonra paramparça iade ettiler.’

Daha sonra ölmüş olan ortak dostumuz Alman Kültür Enstitüsünün eski müdürlerinden Robert Anheger’i ayrı bir yere koyarak, hayırla anıyoruz. Robert Anheger her bir bireyi Türk kültür hayatında önemli bir rol oynamış bir aileye mensup Mualla Eyüboğlu ile evliydi. Ara Güler, yana dönerek kafede oturan gençleri işaret ediyor: ‘Ölseler ne olur? Kime ne faydaları var?’
Hayal kırıklıklarıyla dopdolu küfrediyor. 1980 askeri darbesi sonrası apolitize edilmiş gençliğin içinde bulunduğu ve dünyanın ve Türkiye’nin gidişatından duyduğu hoşnutsuzluğu dışa vurarak  ‘Çekecek tek kare bırakmadılar’ Diyor.

Politikacılara malum sebeplerle, sonra fotoğrafçılara yüz kare fotoğrafla fotoğrafçı oldukları için ve kendisinin karelerini bilmem kaç yıl sonra kopyalayarak yeniden çektikleri için ve adlarını zikrederek, sonra galericilere sanatçıların sırtından geçindikleri için, sonra sanatçılara cahil oldukları için, küfrediyor. Denizler tanrısı ‘Oceanus’ gibi kükrüyor. Elimdeki sanatçı listesine göz atıp ‘Çoluk çocuk bunlar’ Diyor.  (Officier des Arts et des Lettres) unvanını almış olan fotoğrafçı İngilizlere Fransızlara, Almanlara, ‘Emperyalistler’ Diyor ve yine küfrediyor. ‘Sanatçılar ibne olur (eşcinsel’in küfür ve hakaret anlamında kullanışıyla). Ben sanatçı değilim, fotoğrafçıyım.’ Diyor.

Alınmıyorum. Sabrımın sınandığını düşünüyorum ve iyi bir sınav vermek için çoktan hazırım. Yanımda; Chaplin’in bir portresini çekebilmek için bütün tanıdıkları araya koyan, dayanamayıp İsviçre’ye giden ve kiralık bir arabanın içinde kar kış demeden Chaplin tarafından kabul edilebilmek için üç gün kapısında bekleyen, işine sonsuz emek harcayan bir fotoğraf ikonu var. Hemen her gün dünyanın dört bir yanından Ara Kafe’ye gelerek röportaj yapmak isteyen insanlardan sıkıldığını düşünüyorum.

‘Konuşacak ne var ?’ Diyor ve 20 ye yakın kitaplarını kastederek: ‘Fotoğraf çektim, basıldı, sergilendi, yüzlerce röportaj yapıldı; e yapıldı da ne oldu? 

Güzel bir soru ve cevabı da can sıkıcı. Tüm bu çabalar ne yazık ki dünyanın daha iyi bir yer olmasını sağlamadı.

Ortalığı azıcık yumuşatabilme umuduyla elimdeki kitaplara sarılıyorum. Bir tanesi Nora Şeni’nin ‘Seni Unutursam İstanbul’ kitabının Fransızcadan çevirisi. Kitabı Ara Güler’e göstererek, içinde kendisiyle ve fotoğraflarıyla ilgili nefis çözümlemelerle dolu bir makale olduğunu söylüyorum. Ara Güler: ‘Nora benim arkadaşım’ Diyor’ ve ilk defa küfretmiyor. Bir kapı araladığımı düşünerek derin bir nefes alıyorum ve ‘Nora benim de arkadaşım’ diyorum. Konuşmaya başlıyoruz.

Ara Güler bundan 40 yıl önce de tüm dünya tarafından benimsenmiş bir fotoğrafçıydı. Doğduğu 1928 yılından 1968 yılına kadar çok erken yaşlarda başladığı kariyerinde hızla ilerledi.  Time Life, Paris-Match ve Stern dergilerinin yakın doğu muhabirliğini yaptı. Magnum ajansına katıldı. British Journal of Photography Year Book 1961 yılında Ara Güler’i dünyanın en iyi yedi fotoğrafçısından biri olarak tanımladı. 1962 yılında Master of Leica unvanını aldı. Ve bunun gibi biyografisinde bulabileceğiniz göğüs kabartacak gururlandıracak bir sürü şey!

Kısacası ben henüz çocukluk yıllarımı yaşadığımda bir Ara Güler vardı zaten hayatımızda ve sonra da hep oldu. Fakat nedense ben şahsen sanatla ilgilenmeye başladığım ilk gençlik yıllarımda,  onun varlığından habersizmiş gibi daha çok, soyut sanat peşinde koşuyordum.

Goethe-Institut, Ara Güler’le konuşma teklifini getirdiğinde arayı kapatacağım ve kendisiyle şahsen tanışacağım için çok memnun oldum. Çalışmaya başlangıç olarak da vakti zamanında bana hediye edilmiş olan 1994 yılı basımı ‘Eski İstanbul Anıları’ kitabını kütüphanemden çıkarıp sayfalarını çevirdiğimde beklemediğim bir anda göz pınarlarımdan gelen yaşları zapt edemedim. Bu fotoğraflar, – Nora’nın deyişiyle ‘bana değen’, ‘beni inciten’, ‘ölesiye yaralayan’ tesadüflerle doluydu. Ara Güler bu tesadüfleri avlamak için saatlerce bekliyor etrafında dolaşıyor ve o an geldiğinde de yıldırım hızıyla deklanşöre asılıyor. O anı anlatırken oturduğu yerde hafifçe geriye doğru yaylanarak düellodaki bir kovboy edasıyla silahını çeker gibi yapıyor. Tesadüfleri de: ‘bir kedi zıplar önünüze’ diyerek özetliyor her zaman olduğu gibi. ‘Zıplamasa o fotoğraf olmaz’ diye tarifliyor.

Ara Güler’e, hali vakti yerinde olan ayrıcalıklı bir aileden gelen bir fotoğrafçı olarak, (kendi deyişiyle  ‘zengin piçi’)  İstanbul’un erguvanlarla dolu dar sokakları, mor salkımları, kapalı çarşının bin bir rengi, şehri ikiye bölen mavilikleri ve diğer canlı renkleri gel gel yaparken, bu güzellikler karşısında kendini kaptırmadan, objektifini neden günlük hayatın sıradanlığı içindeki sefalet ve hüzünlü yalnızlığa, bizi böyle yaralayan tesadüflere doğrulttuğunu soruyorum:
‘E ben komünistim’  Diyor.

Elimdeki ansiklopedi boyutlarındaki Eski İstanbul Anıları’nın sayfalarında dolaşmaya başlıyoruz beraberce. Kitabın kapağındaki fotoğrafın afiş olarak da kullanıldığını anımsıyorum (Haliç sandalcıları, eski galata köprüsü ve yeni cami, İstanbul,1956). Fotoğrafın arka planında dumanlar içinde bir İstanbul silueti, ön planda da giderek flulaşan iki kasketli figür var. Bir Ara Güler klasiği. 1954, 55, 56, 57 ve 58 yıllarına ait birçok benzeri fotoğrafta, artık figürlerin etnik kimlikleri hakkında bir fikir edinemiyoruz. Bu asırlardır kozmopolit kimliğiyle ön planda olan İstanbul hakkında yeni bir yorumu gündeme getiriyor.  İstanbul bu fotoğraflarda bir karatahta gibi bütün yazbozlarıyla ve her seferinde bozulanlardan artakalanlarla üst üste büyük kültürlerin izlerini taşıyor. Aynı zamanda bu fotoğraflar İstanbul’u bir siluet kenti olarak tarif ediyor. Bu tanım Le Courbusier’in İstanbul’u bir siluet kenti olarak tariflenmesine de uyuyor. Bu siluete bacasından dumanlar savurarak sağa sola koşturan vapurlar da dâhil. Ara Güler İstanbul fotoğraflarıyla, İstanbul üzerinden, anlatacağı her şeyi, içinde hissettiği dünyayı anlatıyor.

Bu fotoğraflarda Ara Güler dıştan bir gözlemci mi? Yoksa içinden mi bakıyor? Görünmez bir şahit mi, yoksa olayın içindeki aktörlerden biri mi? Çektiğiyle bütünleşiyor mu, özdeşleşiyor mu? Objektifin arkasında yok olabiliyor mu?

Ara Güler ‘Çok zor sorular soruyorsun’ Diyor. Sohbetimiz mağara resimlerine kadar uzanıyor.
‘Lascaux mağaralarına hiç gittin mi?’ Diyor, anlatmaya başlıyor. Başparmağını kaldırıyor: ‘ya korkudan yapıyor,’ eliyle iki işareti yapıyor ‘ya intikam için yapıyor’ eliyle üç işareti yapıyor ‘ya da kahramanlık için yapıyor’ Diyor.

Üç ihtimal var kısacası. Taş devrinde yaşasaydık Ara Güler’in tavanlara bizon resmi yapan bir sanatçı birey olabileceğini hatırlatıyorum. İtiraz ediyor: ‘Vakanüvistir o. Olayı anlatıyor, Olayı anlatan avcıdır be!’ Diyor. ‘O sabah, o gün, o hafta olan meşhur avı anlatmaktadır. Belki de değildir.’ diye hemen çark ediyor. Öyle ya 17  bin sene öncesini kim bilebilir ki!

Peşine yeni bir hamle yapıyor, başka bir soruya geçiyor. ‘Türk minyatürlerini biliyor musun?’
‘Kitap resmidir’
Diyorum. Ara Güler ikna olmamış gibi:
’Minyatür nedir biliyor musun? Sinema be’ Diyor.
‘Surname-i Vehbi. Koy kamerayı buraya..(konuşmanın burasında arkasına yaslanarak ellerini havaya kaldırıyor ve bir kamera çerçevesi yapıyor) Önünden geçen her şeyi tespit et. Al sana sinemanın başlangıcı ama bunlara bakan hiçbir zaman anlamaz, bunun gibi düşünmez. Çünkü kültürü eksiktir. Sen bugün verilen eğitimin eğitim mi olduğunu zannediyorsun?’ diye soruyor. Konu eğitim eksikliğine geliyor ve muhtelif örnekler veriyor. Çevremizdeki gençler tekrar hedef oluyor. Şu öldüklerinde bile mezarlarını dolduramayacak olan gençler…

Son üniversite sınavlarında 30.000.öğrencinin 0 puan almasını anımsıyorum birden bire.
‘Şimdi bu talebelere sorsan hiç biri bilmez’ diyerek geçende kendisiyle konuşmaya gelen bir televizyon ekibini bu sebeple kovduğunu anlatıyor: ‘Jean Paul Sartre’ı sordum bilemedi yahu. Yahu yuh be! Seni kim televizyoncu yaptı? Siktir gidin dedim kovdum. Jean Paul Sartre’ı bilmeyen nasıl konuşur? Türkiye’nin hocası bile bilmez be!  Zavallı bir memleket ulan burası. Moskova’da şoförler bile Gogol okuyor ne haber?’

Konu eğitim olunca kendisinin ne türden bir eğitim aldığını, dünyasını nasıl kurduğunu öğrenmeye çalışıyorum. ‘Çok büyük bir mektebe gittim’ Diyor ve ekliyor: ‘misyoner mektebi’ (bugünkü adıyla Özel Getronagan Ermeni Lisesi).  ‘Mesela benim felsefe hocam Hilmi Ziya Ülgen, mantık hocam Hasan Tanrıkulu idi.’  

Daha sonra tüm kiliselerin ikonaları arasında dolaşma ve o günün entelektüel dünyasından dostlar edinme; Bir Devir Böyle Geçti Kalanlara Selam Olsun adlı kitabının ön sözünde ‘Onlar benim için yalnızca fotoğrafı çekilen kişiler değil, dünyamı kuran insanlardır.’ Diyor.

Bu kişiler şunlar: Şair Orhan Veli Kanık, hikayeci Sait Faik Abasıyanık, yazar Cevat Şakir Kabaağaçlı, sanat tarihçi Sabahattin Eyüboğlu, roman yazarı Orhan Kemal, halk şairi Aşık Veysel Şatıroğlu, romancı Kemal Tahir, ressam Aliye Berger, ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu, besteci Cemal Reşit Rey.       

İlk baskısı 2005’de yapılan ve hazırlığı bir yarım yüzyıl süren bu kitaptaki şahsiyetlerin hiç biri şu an hayatta değil. Fakat büyük Türk kültürü dendiği zaman ilk akla gelebilecek isimler bunlar. Bu sanatçıların ortak noktaları,  cumhuriyetin ilk kurulduğu yıllarda tek partili dönemin sıkıntılarını paylaşmaları. Örneğin Sait Faik 1940 yılında sıkıyönetim mahkemeleri tarafından yargılanmış  ‘Medar-ı Maişet Motoru’ romanı da toplatılmıştır.  Şakir Paşa ailesine mensup Cevat Şakir Kabaağaçlı, 1925 yılında  ‘Hapishanede İdama Mahkûm Olanlar Bile Asılmaya Nasıl Giderler’ başlıklı öyküleri yüzünden Ankara İstiklal Mahkemesince yargılanarak üç yıl süreyle sürgüne gönderilmiştir. Orhan Kemal’in babasının 1930 yılında Ahali Cumhuriyet Halk Fırkasını kurmasıyla sürgün yılları başlamıştır. Sürgün sonrası askerde iken ceza kanunun 94. maddesi ile yargılanmış, beş yıllık mahkûmiyetinin 3,5 yılını Bursa hapishanesinde Nazım Hikmet ile geçirmiştir. Yine Kemal Tahir, Nazım Hikmet’ in de içinde bulunduğu donanmayı isyana teşvik suçundan 15 yıl hapse mahkûm olmuştur.  Dile kolay, 12 yıl süren hapis yıllarından sonra çıkartılan af yasasıyla serbest kalmıştır. Öldükten çok sonra (1979 yılında) rejisör Halit Refiğ tarafından ‘Yorgun Savaşçı’ romanından bir televizyon dizisi haline getirilen filmler 1980 yılında toplatılarak yakılmıştır. Her bir bireyi Türk kültür hayatında yer almış bulunan bir aileden gelen düşün adamı, çevirmen, sanat tarihçisi ve estetiysen Sabahattin Eyüboğlu ise; 27 Mayıs 1960’da karşılaştırmalı Türk-Fransız edebiyatı dersleri verdiği İstanbul Üniversitesi’nden uzaklaştırılmıştır (147 likler). Ayrıca 1963 yılında Babeuf’ten çevirdiği ‘Devrim Yazıları’ kitabı sebebiyle Türk ceza hukukunun ünlü düşünce suçlarını kapsayan 142. maddesiyle yargılanmıştır. 1958 yılında benim de mezunu olduğum, her bölümünde bir alman hocanın olduğu Bauhaus stili bir okul olan Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’nda Sanat Tarihi derslerinde hocalık yapmıştır. Bu okula girerken, kendimizi sanat dünyasına hazırlayabilmek için bulabildiğimiz nadir kitaplardan biri de Sabahattin Eyüboğlu’nun Mazhar Şevket İpşiroğlu işbirliğiyle yazdığı orijinal eser ‘Avrupa Resminde Gerçek Duygusu’ydu.

Cumhuriyet ilanından sonra, neredeyse her on yılda bir yapılan askeri darbelerden, bu aydınlar da paylarına düşeni fazlasıyla almışlardır. Sabahattin Eyüboğlu 12 Mart 1971 askeri darbesiyle birlikte, gizli örgüt kurma suçlamasıyla tekrar tutuklanarak yargılanmış aklandıktan kısa bir süre sonra da ne, neden, niçin anlayamadan küskünlük içinde Ocak 1973’te ölmüştür. 1973 yılında bu listedeki aydınlardan Âşık Veysel 21 Mart’ta,  Kemal Tahir 21 Nisan’da, Cevat Şakir 13 Ekim’de, peş peşe ölmüşlerdir. Listedeki Orhan Veli’nin 36 yaşında ölümü ise traji-komiktir. Orhan Veli, 1950 de belediyenin yordamınca açmadığı bir çukura düşerek dört gün içinde beyin kanamasından ölmüştür. Ara Güler gibi söylemezsek pisi-pisine bir ölüm. Ara Güler gibi söylersek…

Genelde birbirine sadece altı derece uzakta bulunan Türk entelektüellerinin bu on kişi anlatılırken ki grup fotoğraflarının içinde yer alarak daireyi genişlettiklerini söyleyebiliriz. Bunlardan şair Nazım Hikmet Ran yurt dışına kaçmadan önce pek az dışarıda özgürce vakit geçirmiş, romancı Sabahattin Ali ise yurt dışına kaçırma bahanesiyle getirildiği Bulgaristan sınırında (2 Nisan 1948) öldürülmüştür. Sanata edebiyata pek talep olmadığı, gazetelerde yer almadığı, üzerinde konuşulmadığı bir dönemdir bu. 1950’lerin ortasında tek tük tiyatro yazıları gazetelerde yer almaya başlar.  Daha sonra Fikret Adil, Sabri Esat Siyavuşgil, Vedat Nedim Tör, Vala Nurettin, Zahir Güvenli, Osman Karaca, Adnan Benk, Tunç Yalman sanatçı dünyasının önemsenmesine,  gazete sütunlarına girmesine ön ayak olurlar.

Adalet Cimcoz’un Maya adlı galerisi de sanatçıların buluşma mekânlarından biridir. Ara Güler 1953’de ilk sergisini burada açar. 25 yaşındadır. Nevzat Üstün’ün şiirlediği şiirli bir sergidir bu. Sait Faik Abasıyanık her gün buraya uğramaktadır. Galeri çevresindeki diğer isimler Fikret Adil, Yüksel Aslan, Mazhar Şevket İpşiroğlu, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Sabahattin Eyüboğlu, Hüsamettin Bozok, Mücap Ofluoğlu ve Orhan Veli‘dir.

Ses Tiyatrosu başka duraklardan biridir. Aktör Tevhid Bilge kardeşi Saim Hoca, Agop Arad, Orhan Veli ve Sait Faik Abasıyanık oyun günleri burada buluşur.

Fransız Konsolosluğu’ndaki sergiler başka bir sanatçı durağıdır. Ara Güler burada, 1948’de, 20 yaşında, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun resimlerini fotoğraflarken Orhan Veli Kanık ile tanışır. Orhan Veli Kanık’la tanışıklığını önemini şöyle özetliyor Ara Güler;
”Orhan Veli, küçük ve önemsiz şeylerin arkasındakinin hissedilmesini sağlamıştır, belki bir açı bile vermiştir. Bizim şu fotoğraf dediğimiz ışığın tutsaklığındaki nesne neyse, Orhan’ın şiirlerinde kelimelere verdiği ışık da gerçeğin arkasındakidir.’

Cağaloğlu’ndaki Yeditepe dergisi yine Orhan Veli Kanık, ressam Agop Arad ve Hüsamettin Bozok’un toplanma yeridir.

Şakir Paşa ailesinin fertlerinden seramik sanatçısı Füreya Koral, yazar Cevat Şakir Kabaağaçlı ve Ara Güler, Füreya’nın ne yazık ki müze haline getirmediğimiz Elmadağ’daki evinde buluşurlar.

Diğer Şakir Paşa ailesi fertlerinden Aliye Berger, uğruna neredeyse katil olacağı aşkı kemancı Carl Berger’le ortak anılar paylaştığı Beyoğlu’nda, Narmanlı Yurdu’ndaki atölyesinde yaşamakta ve partiler vermektedir. Ressam Orhan Peker, Mustafa Plevneli, Ara Güler bu evin müdavimlerindendir. Bugün yıkılarak yerine çok katlı bir bina yapılması istenen bu bina (Çarlık dönemi Rus konsolosluğu) kullanılmıyor. Kapalı ve sanatçı hatıralarını koynunda uyutuyor. Bilinmeyen geleceğini bekliyor. (1)

1954 yılında Yapı Kredi Bankasının açtığı ‘İş ve İstihsal’ resim yarışması sonuçları itibariyle bir kırılma noktasıdır sanat tarihimizde. Yarışmanın jürilerinden İngiliz Herbert Read, İtalyan Lionello Venturi ve Belçikalı eleştirmen Paul Fierense bütün birbirine benzeyen akademik resimlerin içinde hayatında ilk defa resim yapmış olan Aliye Berger’in resmini birinci seçer. Üç metre boyundaki tuvali kamyona yüklenirken bile Aliye Berger ‘Ay şurası olmadı galiba’ diyerek halen boyamaktadır. Carl Berger’in ilişkisi olduğunu düşündüğü bir kadının kapısını çalarak tabancayla vurmaya kalkan, çağın jestlerine sahip bir âşıktır. Kardeşi Cevat Şakir Kabaağaçlı babaları Şakir paşayı öldürdüğünde ‘E canım Freud da demez mi her oğlan çocuğu babasını öldürmek ister’ şeklinde yorumlar. Aliye Berger, Ara Güler’in kafasındaki İstanbul’un ta kendisidir.

Gençliğinde zengin güzel, zeki ve gösterişli. Zamanın tozları altında mücevherler gizli…

Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın  İzmir’deki evi de bir buluşma mekanıdır. Fikret Adil, Hüsamettin Bozok, Samim Kocagöz, Necati Cumalı, Atilla İlhan, Sabahattin Batur gider gelirler. George Pompidiu, ‘Balıkçı ( Çevat Şakir Kabaağaçlı) ne zaman rehberlik yaparsa o zaman Türkiye ye gelmek isterim’ demiştir. Ara Güler ile beraber hazırladıkları ve Cumhuriyetin 50. yılında basılması düşünülen ve Dışişleri Kültür Dairesi tarafından siparişi verilen ‘Anadolu Medeniyetleri’ kitabı o gün bu gündür her ne sebepledir bilinmez basılamamıştır. (2)

Diğer önemli sanatçı durağı Sabahattin Eyüboğlu’nun evidir. Sabahattin Eyüboğlu, yazının başında bahsettiğimiz Mualla Anheger ve ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu kardeştirler. Mualla Eyüboğlu (Anheger) Bir restoratör mimar olarak Topkapı Sarayının harem dairesinde, çok özel bölümlerin bulunmasında, ortaya çıkartılmasında ve restorasyonunda, çok önemli bir rol oynamıştır. Halen hayattadır ve evi her köşesi hatıralarla tıklım tıkış dolu bir etnografı müzesi gibi bilinmeyen bir geleceğe boyun eğmiş gibidir. (3)

Sabahattin Eyüboğlu’nun Pazartesi toplantılarına Ruhi Su katıldığında sazlar çalınır türküler söylenir. Ruhi Su, klasik opera eğitimi aldıktan sonra halk türkülerini yeni bir yorumla söyleyerek yeni bir okul yarattı. 1952–1957 yılları arasında Türkiye Komünist Partisi tevkifatı nedeniyle hapis yatmıştır. Taksiye bindiği zaman şoförün yanına oturmayı tercih ederdi. Devrimci halk gecelerinde sahneye çıktığında ajite olmuş kızgın kalabalıklar sessizliğe bürünür Ruhi Su’nun davudi sesinin büyüsüne kapılırlardı. Tek başına doğmakta olan yeni bir kültürü temsil ediyordu. Öldüğü zaman da Şişli Camisinden cenazesini görülmemiş bir kalabalık kaldırdı. On binlerce insan içinde opera sanatçılarından halk şairlerine ve âşıklara kadar yurdun bütün renklerini barındırıyordu. Hem nitelik hem nicelik açısından görülmemiş bir cenaze töreniydi bu.(20 Eylül 1985) 12 Eylül 1980 askeri darbesi kendisi için yurt dışına çıkma yasağı getirmişti. Ruhi Su sesinde ve sanatında tüm insanlığın renklerini bir araya getirmeyi başarmıştı. Sabahattin Eyüboğlu, Ruhi Su -saza bile boyun eğmeyen adam için-,
‘Aydınlara türkü dinlemeyi öğretti.’ demiştir.

Sabahattin Eyüboğlu’nun Pazartesi toplantılarında filmler gösterilir, dialara bakılırdı. Tabi Ara Güler herkesten fazla gezdiği için en çok onun dialarına bakılırdı. Bu diapozitifli akşam toplantılarının, 70’li yıllarda da, muhtelif evlerde devam ettiğini hatırlarım. Anadolu’yu keşfetme merakı böyle başlamış ve yaygınlaşarak devam etmiş demek ki.  Van Akdamar Kilisesi, Nuhun Gemisi, Afrodisias Helenistik antik kenti, Kommagene uygarlığı böylece Ara Güler sayesinde keşfedilmiştir. Kazılar ve araştırmalar daha sonra başlatılmıştır. Bu buluşlardan bir tanesi bile bir insanın biyografisinin önem kazanması için yeterlidir sanırım.

Önemli keşiflerden bir diğeri de Âşık Veysel’in keşfidir. Âşık Veysel Şatıroğlu kör bir saz şairidir. Oğlu on günlükken, kızı iki yaşında ölür. Karısı ise işlere yardım etmesi için tutulan hizmetkârla kaçar. Hayatı oldukça dramatiktir. Ara Güler, Aşık Veysel fotoğrafları çekebilmek için Anadolu’nun o eski heybetli kentlerinden Sivas’a,  oradan Şarkışla’ya, Sivrialan köyüne kadar gider. Âşık Veysel Şatıroğlu’nun keşfi aynı zamanda Anadolu’nun, halkın, büyük uygarlıkların ve geleneklerin keşfidir.  Halkçılık, halk sevgisi böyle pekiştirilir. Halka yakın olma isteği vardır. Halktan olan her şey kıymetlidir. Etnoloji, etnolojik koleksiyonerlik çabaları, folklor araştırmaları başlar.  1941 yılında Pertev Naili BoratavHalk Hikâyeleri ve Halk Hikâyecileri teziyle doçent 1948’de profesör olur.

İlhan Başgöz ise Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Halk Edebiyatı kürsüsünde Pertev Naili Boratav’ın asistanı olur. 1949 yılında kürsü CHP iktidarı tarafından kaldırılır. Olaylar tarihe DTCF olayı olarak geçer İlhan Başgöz 1953’de ünlü düşünce suçları kapsamında 141. maddeye göre yargılanarak tutuklanır iki yıl hapis yatar. 1960 yılında hem kendisi hem hocası yurt dışına çıkarak ayrı ayrı Amerika’ya geçerler. İlhan Başgöz Amerika’da kalır, Pertev Naili Boratav Almanya ve Fransa’da kariyerine devam eder. Öldüğü yıl 1998’e kadar Paris Centre National de la Recherche Scientifique’de çalışmıştır.

Evlere şark odası,  ya da şark köşesi yapmak gibi kavramlar o yıllardan bu yıllara, içmimari kavramlar olarak yerleşmiştir.

1950–1960 arası Bedri Rahmi, halk motiflerinde görülebilecek geometrik üsluplaşmaya bu atmosfer içinde yönelmiştir.

1964 yılı ‘Balkan Melodileri Festivali’nde Tülay German, Burçak Tarlası şarkısıyla birinci olur. Bu şarkı Türk Pop Müziği tarihinde halk müziği kaynaklarından yararlanan ilk başarılı örnektir ve Türk Pop Müziği üzerindeki etkileri ayrıca incelemeye değerdir. Tülay German ünlü film yönetmeni Atıf Yılmaz‘ın evinde Ruhi Su’dan dersler almıştır. 30 Mart 1966’da yurdu terk ederek Fransa’ya yerleşir. Eşi ve müzik çalışmalarını beraber yürüttüğü Erdem Buri Sebahattin Hilav ile birlikte Plahanov’un Marksist Düşüncenin Temel Meseleleri’ni Türkçeye çevirmiştir ve bu yüzden on beş yıl hapsi istenmektedir. Tülay German’ın sahnesine de ise silahlı saldırıların olduğu yıllardır bunlar.

Melih Cevdet Anday, Azra Erhat, Mina Urgan, Yaşar Kemal,  Fahir Aksoy,  Salih Tozan, Özdemir Asaf, Behçet Necatigil, Ahmet Hamdi Tampınar,  Zahir Güvemli, Sedat Simavi, Mehmet Akif, Ercüment Talu, Abdülhak Hamit Tarhan,  Salih Tozan, Muzaffer Buyrukçu Mücap Ofluoğlu, Halim Şefik Güzelson gibi isimler ilk on ismin (Bir Devir Böyle Geçti Kalanlara Selam Olsun ) çerçevelendiği karelere giren diğer entelektüellerdir. Ara Güler ilk gençlik yıllarını bu çevrede geçirmiştir.

Şöyle der Ara Güler: ‘Sabahattin Eyüboğlu’nun derslerine yardım için,  klasik tabloların kitaplardan röprodüksiyonlarını yapıyor, dersler için günlerce dia hazırlıyordum. Hoca klasikleri, empresyonistleri, moderne geçiş dönemini, modern sanatı büyük bir titizlikle hazırlıyordu bu öğrenci gösterileri için. İtiraf etmem gerekir ki, bütün bunları yaparken hoca sayesinde benim sanat görüşüm de gelişiyordu. Onun sayesinde bir dünya buldum diyebilirim.’

Sabahattin Eyüboğlu ve arkadaşları yarıda kalan bir Anadolu Hümanizmi fikri üzerinde çalışıyorlardı. Doğu ve batıyı yan yana getirerek yeni bir sentez yapmak için Batıdan Türkçeye, Türkçeden Fransızcaya çeviriler yapmış, incelemeler denemeler belgeseller yapmışlardır. Sabahattin Eyüboğlu ile Cartier Bresson’u yan yana getiren Ara Güler, onların kısa zamanda çok iyi anlaşmasını aynı dünyanın adamları olmalarına bağlar: ‘Kısa zamanda sanki yıllardır birbirlerini tanıyormuş gibi oldular. Edebiyattan, bilinen şahıslardan, onların dünyaya bakışından söz ettiler. Baktım, ikisi de birbirini anlamış sevmişti.’

Cartier Bresson’la tanışarak ‘Magnum Fotoğrafçıları’nın arasına katılmış olan Ara Güler’e bir fotoğraf ikonu olup olmadığını soruyorum:
‘Henri Cartier-Bresson arkadaşımdı’
Diyor.

Sanat kronikleri yazan Fikret Adil’in evine gelip giden uluslararası sanatçılardan Bale sanatçısı Serge Lifar, Jean Babilles ve ressam Leopold Levi hepsi Ara Güler’in kamerasına hapsolmuştur. Bir diğeri de Ekrem Reşit Rey’dir. Rey Ailesi Osmanlıdan Cumhuriyete geçişi simgeler. Politik nedenlerle aile 1913 yılında Paris’e taşınır. İki kardeşten Ekrem Reşit Rey yazarlıkta ilerler. Cemal Reşit Rey ise müzikte. Cumhuriyetin kurulmasıyla beraber Cemal Reşit Rey, büyük bir müzik kariyerini geride bırakarak yurda döner. Ülkede yetişmiş insan yoktur ve bir o kadarda heyecan verici yapılacak iş vardır. Belediye konservatuarı, koro, yaylı çalgılar orkestrası, senfonik orkestra kurar. Orkestra yönetir ve besteler yapar. Bunlardan en popüleri liberettosunu kardeşi Ekrem Reşit Rey’in yazdığı ‘Lüküs Hayat’ operetidir. Operet o kadar beğeni kazanmıştır ki ikinci kez sahneye konduğu 6 Mart 1985 yılından beri 24 yıldır kapalı gişe oynamaya devam etmektedir. Şarkı sözlerini – baskılar yüzünden ismini saklayarak takma isimle- Nazım Hikmet yazmıştır.  O yıllarda Nazım’ın ismini zikretmek tabu gibidir. İnsanlar şiirlerini elden ele dolaştırarak gizlice okumaktadır. Lüküs Hayat opereti, şehir tiyatrolarının son yorumunda, klasik bir oyunu sergileme kurallarına aykırı olmasına rağmen politik hicve müsait sahnelerinde, oyuncular tarafından, tıpkı bir kabare oyuncusu gibi tuluat yapılarak, iktidara karşı muhalefet etrafında oyunu güncelleyerek oynamışlardı.

Cemal Reşit Rey bugün İstanbul’da adına yaptırılan bir konser salonuyla yaşatılmaktadır. Bir de eski bir Osmanlı konağında, salonunda kuyruklu piyano, etrafa saçılmış Fransızca kitaplar, notalar ve duvardaki hüsn-ü hatların doldurduğu loş salonda Ara Güler tarafından çekilmiş karakteristik fotoğraflarlarıyla.

‘Bunlar Avrupa hayranı bir Osmanlı’nın fotoğraflarıydı’  Diyor Ara Güler.

Ara Güler dünyasını sadece Bir Devir Böyle Geçti Kalanlara Selam Olsun kitabında ismini andığı on insanla kurmadı. Sayı yüzlerle ifade edilebilir. Bu isimler dünya sanatında en önde gelen bilim sanat ve kültür insanlarıdır. Bu insanların sadece eşsiz portrelerini çekmekle kalmadı. Bu insanlara verdiği değerle de büyük bir entelektüel dünya kurdu ve insanlıkla paylaştı. Bunlardan biri de sevgili hocam Balkan Naci İslimyeli’dir.

Ve sadece kendi fotoğraflarını değil gerek ‘Bir Devir Böyle Geçti Kalanlara Selam Olsun’ ve gerek ‘Beyaz Güvercinli Adam’ kitaplarında belge bırakma gayreti ve telaşı içinde sadece kendi çektiği değil başka fotoğrafçıların çektiklerini de kullanmıştır. Bu muhteşem portre galerisinde sadece tüm ısrarlı çabalarına rağmen Charlie Chaplin, Einstein ve Jean-Paul Sartre eksiktir ve Ara Güler halen daha kamerasının tanıklığı olmayan bu karakterleri her fırsatta vahsınarak sayıklamaktadır. Her biri büyük Türk kültürünü yapmış olan karakterlerden oluşan ‘Bir Devir Böyle Geçti Kalanlara Selam Olsun’ kitabının önsözünde yine büyük bir Türk entelektüeli, ressam Abidin Dino, Ara Güler’in portre çekerken ki hallerini şöyle tariflemektedir:
‘Ara acayip hallere düşer, eli ayağı dolanır, sözden anlamaz, seçtiği kişinin imgesini tuzağa düşürmek için bir bilgisayar hızı ile gerekli parametreleri devreye sokar, modelin değişken görüntüleri karşısında deliye döner –inanın doğru söylüyorum- kulakları, bıyıkları sarkar, iki büklüm kamburlaşır, gözleri baygınlaşır, inler, sızlar, belini tutar, çapraz renkli kravatı ile terini siler, topallar, burnundan acayip sesler çıkartır, yere yatar, iskemlelere tırmanır, ulu Narek’ten bin beter yakınır, ağıtlar yakar, her an değişen modelinin yapaylığına çıldırır, kameranın düğmesine bin kez basar, bin kez yeni filimler takar, yıldırımlar yağdırırcasına flaşlar patlatır, sonunda fotoğrafı icat eden Daguerre’e de Nadar’a da lanet eder ve bunca pahallı oyuncaklar olmasa, Aynüddevle’nin kalemlerini kırması misali, çanta ile taşıdığı bütün o fotoğraf makinelerini çiğnerdi, bu dertten kurtulurdu böylece…’

Ara Güler, portresini çektiği insanların dünyasına derinlemesine nüfuz etmeyi başarmıştır. Fotoğraflarını çektiği kişiliklerle özdeşleşir. Kıymetli sıra dışı yazar, sinamatek kurucusu, yönetmen Onat Kutlar (30 Aralık 1994 oturduğu kahve ‘ The Marmara’ bombalandığı için ölmüştür);  1994 Temmuzunda basılan Eski İstanbul Anıları kitabının ön sözünde de Ara Güler için;  ‘Çektiği bir insan portresine baktığımızda gördüğümüz şey, bize Ara Gülerin öznelliğinden süzülerek gelen o insanın kendisi değil, o insanın kendisinden süzülerek gelen Ara Güler’dir’ der.

Ara Güler fotoğraflarıyla ilgili hemen herkesin bir ikonu vardır. Rahmetli Onat Kutlar’ın  ‘Eminönü yağ iskelesinde iş bekleyen hamallar (1954) fotoğrafını gittiği her yere taşıdığını ve yıllarca bıkmadan yeni okumalara geçtiğini biliyoruz.

Nora Şeni’nin ikonu ‘ağaç ve eğilmiş adam’dır .(Tarlabaşında bir sokak 1965) Roland Barthes’den faydalanarak uzun uzun analizler yaparak çocukluğumuzun anılarındaki İstanbul’una uzanır Nora Şeni.

Benim İkonum Galata kalafat yerinde makine ve işçi çocuk (1972) fotoğrafıdır. Bu fotoğrafın tıpkı Charlie Chaplin’in ‘Modern Zamanlar’ filminde makineler yoluyla kapitalizmi tariflenmesi gibi kapilatizmi ve kapitalizmin temsil ettiği her şeyi tüm çıplaklığıyla gösterdiğini düşünüyorum.

‘Ben hakikatten bir parça çekiyorum’ Diyor Ara Güler.

Sürekli silinip yeni baştan yazılan ve homojenliğe direnen bir şehrin psikolojisini kastettiğini sanıyorum.

‘Eski İstanbul Anıları’ kitabını karıştırırken bazı resimlere itiraz ediyor.

‘Bunları değiştirdim. Benim için zamanla değerlerini yitirmişti.’  diyor ve yardımcısı Fatih Bey’e seslenerek  ‘Ara’dan Yetmiş Yedi Yıl Geçti’ kitabını istiyor. Kitap ‘2005’ basımı ve ‘Eski İstanbul Anıları’ ile arasında 11 yıl fark var.

Kitabı karıştırmaya devam ediyoruz. Metin Eloğlu’nun fotoğrafına sıra geldiğinde eski bir dostu görmüş gibi seviniyor.
‘Bütün Türk Sanatçılarının hepsini çalıştınız değil mi?’ Diyorum. ‘En çok hangisini severdiniz?’
Sorum biraz saçma geliyor ona galiba:
‘Hepsini severdim. Evet, hepsi benim arkadaşlarım yalnız edebiyatçılar değil. Arkadaşım olmayanı çekmedim, ne diye uğraşayım?’ diye omuzlarını silkiyor. Biraz canı sıkılmış gibi. Onu anlayabiliyorum. Bu çok sevdiği edebiyatçılar, sanat insanları, arkadaşları, bugün artık hayatta değiller bir iki istisna dışında.

Ama hemen arkasından ‘Karaköy, İstanbul 1957’ fotoğrafını gördüğünde, Metin Eloğlu’nun fotoğrafını gördüğünde heyecanlanması gibi bir heyecan dalgasıyla öne hamle yapıp, kitabın üstünden bu fotoğrafı bu yeni baskıya neden koyduğuna dair bir kurgu anlayışını tariflemeye başlıyor:
‘En evvela böyle çekmiştim, sonra daha yakın çekmişim, bir çalışma bu sekiz on kare. Bunu seçmişim yanlışlıkla..(yeni kitaba koyduğu çerçevesi daha geniş ve dolayısıyla ortaya aldığı çıpa üzerinde bir işçi figürünü kastederek) Hâlbuki bu resim daha iyi Ortaya doğru bir çekiyor seni gözün buraya gitmiyor, buraya gitmiyor buraya gidiyor (resmin merkezini kastederek)  öteki nerdeydi? Hah şimdi bak kompozisyon olarak yan yana koyalım o zaman öyle düşünmüşüm öyle yapmışım yanlış yapmışım. Hangisi iyi tabiî ki bu daha iyi. Bunu çıkardım bunu koydum.’

Fotoğrafta kompozisyon olarak ying ve yang gibi eşit bir dolu boş ilişkisi var ve merkezde insan var. Tüm fotoğrafların bir kurgusu var. Ara Güler kafasındaki bu kurguyla dolaşıyor.

Fotoğraf malzemesi İstanbul diyelim, Ara Güler sokakları o kadar arşınlamış ki -hatta bu sebeple sırtına fahri trafik memurluğu dahi yüklemişler- her sokağı her durumu çok iyi biliyor. O sokakta parke taşların hangi saatte nasıl ışıldadığını,  hamalların nerede iş beklediğini, kar yağdığında dünya nasıl sessizce beyazlar ve çocuk işçiler hangi iş kolundalar? Balıkçılar denize saçıldığında en iyi açı hangisidir? Hangi puslu havada silüete vapur dumanları karışırsa şehrin gizemi keşif arzusunu kırbaçlar? Zengin deli saraylısı bir şehir, zamanın tozları altındaki güzellikleri nasıl hissettirebilir ve hangi tesadüfler, hangi ışıkta hakikatin bir parçası olarak sahici duyguyu yansıtabilir? Gerçekliğin yeniden yaratılması için olağanüstü bir çaba gerekmektedir ve Ara Güler bu çabayı ve olağanüstü emeği göstermiştir. Ara Güler bugün İstanbul üzerinden anlatacağı her şeyi anlatan 100 kare klasik siyah beyaz fotoğrafları için binlerce kare çekmiştir. Bizi derinden yaralayan gerçeklik duygusunu yakalayabilmek için sessiz bir şahit gibi şehrin her bir santimetre karesini ezberlemiştir.

‘Ara’dan Yetmiş Yedi yıl Geçti’ kitabını karıştırırken karşımıza renkli fotoğraflar arasında savaş fotoğrafları çıkıyor. Savaşlara neden gittiğini soruyorum.
‘E ben gazeteciyim’ Diyor.
Ben de buna mukabil her gazetecinin savaşlara gitmediğini söylüyorum.
‘Onlar ödlek gazeteciler, anadın mı? Onlar gazeteci değil gazetecilik oynuyor. Sen şimdi onları gazetecimi zannediyorsun?’ diyor ve çok eski ve en büyük medya devlerinden birinin yazı işleri müdürünün ismini zikrederek…
‘göt ulan bunlar hiç bi bok değil. Bunlar benim yanımda çalışamaz. Ben  oralarda kalaydım…’

İçinde kaybedilmiş bütün savaşların (ki savaşta kazanan taraf yoktur derler) büyük acısını öfkeye dönüştürüp lav topları fırlatıyor.

Savaş fotoğraflarından, bir mayıs bin dokuz yüz yetmiş yedinin tanıklığına geçiyoruz. Büyük bir toplumsal muhalefet daha da büyüyerek meydanlara akmış. Korkutucu birleşmiş bir güç. Törenin bitmesine yakın, topluluğun üstüne değişik noktalardan ateş edilmeye başlanıyor. 36 ölüden bir kısmı da Ara Güler’in bulunduğu Kazancı Yokuşu’nda. Ezilmiş, vurulmuş ölüler dağınık vaziyette yatarken tespit edilmişler. Faili hiçbir zaman bulunamayan bir büyük katliam artık Türkiye de büyük bir toplumsal uyanışı geriletmeye çalışırken, yöntemlerin değiştiğini gösteriyor. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren yargılama, hapse atma  (hapiste tutma) gibi yöntemler, doğrudan hakkında gizlice karar verme ve kimliği belirsiz kişilerce infaz etme şekline dönüşmüş durumda. O günden bu yana ‘Faili Meçhul’ kavramı literatüre yerleşiyor.

”DOĞUM GÜNÜN KUTLU OLSUN ARA GÜLER”

Sevgili Ara Güler ile 2009’da yaptığımız uzun süren ve çeşitli güçlüklerini de yukarıda ifade ettiğim çalışma sonucunda, ‘Pozisyonlar’ kitabında Almanca yayınlanan bu metni Ara Güler öylesine beğenmişti ki, o günlerde çıkacak başka kitabı yerine benim çalışmalarımı tercih edeceğini ifade etmişti ‘tüm küfürlerimi de koymuşsun yahu’ yu da ekleyerek.

90. yaş günü vesilesiyle 2009’da Almanca olarak yaygınlaşan bu metni pek az değişiklik yaparak Türk sanatseverleriyle de paylaşmak istedim. Dönüp eski çalışmalarıma baktığımda ise bir monografi yayınlayacak kadar çok belge biriktirdiğimi gördüm. Bir gün onları da eleştirel Türk sanatında toplayarak veya bağımsız bir kitapta sizlerle paylaşmaya gayret edeceğim. Yazıyı yayımlamak için ise serginin açılışını bekledim. Eleştirilerimi ileride Ara Güler’in haklarını devrettiği kurumla yapabilmeyi halen umut ettiğim çalışmalar hatırına erteliyorum ama şu kadarını söylemeliyim; son yıllarda Füreya Koral sergisi örneğinde olduğu gibi firmaların iletişim projesi olarak ortaya çıkan projeler yapılmıyor ‘kotarılıyor’ diyebiliriz. Bu sergide Ara Güler sergisinde en azından aydınlatma sorunu yok ama aynen Füreya sergisindeki gibi fotoğrafların (eserlerin) künyesi de yok. Ayrıca bu makalede ne varsa  sergide o yok! Diğer yokları saymayı erteleyerek  bir çağ tanığının uzun yıllarına seviniyor, ‘Allah başımızdan eksik etmesin’ diyorum!

Mahmut Nüvit
19.08.2018, Büyükada

  • 1) Narmanlı Han daha sonraki yıllarda satılarak el değiştirdi ve diğer örnekleri gibi ruhunu teslim eden bir restorasyona maruz kaldı.
  • 2) Hürriyet Gazetesi Kitap Sanat Bölümü Erkan Aktuğ haberi 16.08.2018 de Arşiv sorumlularının açıklamaları şu şekilde: Serginin rotasını arşivde tesadüfen bulunan bir kutu belirlemiş. Ara Güler’in dahi hatırlamadığı bir kutuymuş bu. Üzerinde ‘Sun Rises With Civilisations’ (Güneş Medeniyetlerle Yükselir) yazan kutunun içinden, el yapımı ve henüz yayımlanmamış bir kitap çıkmış. “Sergisini hazırladığımız kişinin arşivindeki bazı şeyleri hatırlamaması, onları unuttuğu anlamına gelmiyordu elbette” diyor Sancaktar, “Ara Güler, görüşmelerimiz esnasında bunları tekrar keşfettikçe biz de onun heyecanına tanık olup geçmiş arayışlarıyla tanışmaya başladık. Örneğin, öğrendik ki, bulduğumuz kitap, Denizli, Konya, Sümela Manastırı, Van Kalesi ve Nemrut bölgesinde Anadolu medeniyetleri üzerine yürüttüğü çalışmaları bir araya getirmek üzere tasarlanmıştı.” Haberin tümü için

http://www.hurriyet.com.tr/kitap-sanat/ara-guler-dunyasina-giris-40930303

  • 3) Ara Güler le çalışmalarımızın yapıldığı 2009 yılı yaz sonu Mualla Anhegger peşinden 2001 yılında ise Robert Anhegger ebediyete intikal ettiler.

Fotoğraf (Ara Güler Müzesi açılışından): Damla Derin

Başa dön tuşu