KÖŞE YAZILARIMehmet Ulusoy

Batı, Avrasya Ve Çin Kültürü I – Mehmet Ulusoy yazdı…

Çin‘in, sosyalist bir deneyim olarak büyük başarısının ve onu dünyanın merkezi olmaya yükselten olağanüstü gelişiminin gerisindeki etkenler kuşkusuz daha çok incelenecek ve tartışılacaktır. Başarıdaki birincil ve esas etkenin sosyalizm, yani kamuculuk ve ekonomide planlı devletçilik olduğu su götürmez bir gerçek. Öte yandan, bu ekonomik ve siyasal başarının arkasında, daha kuşatıcı ve kökü tarihin derinliklerinde olan ve olmazsa olmaz nitelikteki etkenler yumağı vardır. Kesintisiz binlerce yıllık tarihin örsünde biçimlenmiş ulusal karakter ve kimlik; güçlü ulusal kimliğe bağlı bağımsız yaşama iradesi; ancak kamucu bir sistemin Çin’in varlık koşulu olduğu bilinci; özgünlüklerine ve özbilincine dayanan kendine güven ruhu; ve zengin kaynaklardan, büyük acılar ve yıkımlarla dolu deneyimlerden beslenen üretici-yaratıcı kültürel enerji…

Artık çok bilinen ve genel olarak kabul edilen birincil olgularla ilgili tekrarlar yapmak gereksiz. Ekonomik ve siyasal gücün yanında Çin’i, onunla birlikte Asya’yı ve Avrasya’yı, kamucu ve paylaşmacı yeni bir uygarlık çağının merkezine taşıyan tarihsel, kültürel etkenleri incelemeye ve tartışmaya çalışacağım. Kültür vurgusunu yaparken, hiç kuşkusuz bir çok bakımdan uygarlıkla eş anlamda kullanıldığının farkındayım. Bu nedenle yükselen yeni bir uygarlığın merkezindeki bir topluma geçmiş-bugün-gelecek bütünlüğü içinden bakışın en kucaklayıcı kavramı kültürdür.

Tarihiyle, felsefesiyle, etik/ahlak, sanat ve edebiyatıyla, elbette ekonomik-siyasal anlayış, tarz/üslup ve yöntemleriyle ve bütün bunların yönetim sistemine, hukuk, eğitim vb’lere yansımasıyla bir toplumu incelemek ancak kültür çatısı altında mümkündür. Kaldı ki, kültürü insanlığın ürettiği maddi ve manevi bütün değerler olarak tanımlarsak, siyaset ve ekonomiye, devlet yönetimine, hatta savaş ve askeri konulara ilişkin düşünülen, üretilen, yaratılan her şey kültürün alanına girmekte. İdeoloji bir piramidin tepesiyse, kültür, tepe de dahil özellikle üretici dinamiklerin yer aldığı en geniş tabanı içerir; yani toplam olarak kültür aynı zamanda piramidin kendisidir.

Ayrıca Avrasya’nın beş büyük ulusu, Türkler, Çinler, Ruslar, Hintler ve Farslar, ekonomik, siyasal, hukuki, devlet ve yönetim tarzı, çağdaş demokrasi ve özgürlük deneyimleri açısından önemli farlılıklar taşımaktalar. Ancak, hepsinin gerisinde büyük uygarlık deneyimleri ve birikimi bulunan bütün bu Asya uluslarının, 2, 3, 5 bin yıllık geçmişlerine inildikçe, bugünkü özgünlüklerinin, dirençlerinin, güçlü ulusal kimliklerinin kök hücrelerini oluşturan kültürel etkenlerin büyük ölçüde ortak olduğu görülecektir. Özellikle, diğer hepsiyle ilişkileri ve ortak kültürün taşıyıcısı olan Türklerle Çinlerin kültürel geçmişlerinde çok önemli ortak kökler olduğunu bilmekteyiz. Alanında saygın Doğu Asya uzmanı Eberhart‘ın da belirttiği gibi, MÖ. 1050’de kurulan ve Çin tarihinin ve kültürünün başlangıcı olarak kabul edilen Chou Uygarlığının gerek devlet kuruculuğunda gerekse kültürel oluşumunda Türklerin tayin edici bir payı vardır.

Bütün bu nedenlerle, 21. yüzyılın Avrasya çağı olacağının da kesin bilinciyle, olağanüstü kapsamlı, zengin ve derin Avrasya kültürüne giriş çalışmalarının bir parçası olmak üzere, Çin kültürü ile ilgili, sınırlı da olsa kimi düşünce ve değerlendirmelerimi paylaşmaya çalışacağım. Elbette amacım, bir bilgi aktarmaktan çok, bugünün gerçekliğinde ihtiyaç duyulan kimi bilgi, düşünce ve tartışma notlarını ve noktalarını sözünü ettiğimiz çerçevede okurla paylaşmaktır.

Neden Asya Çağı? (1) – Mehmet Ulusoy yazdı…

Batı Felsefesinin Yaşadığı Derin Kriz

Bilim, estetik, etik gibi maddi olmayan, yani manevi kültürü oluşturan sistemlerin odağında özellikle felsefe vardır. Kökleri Asya’nın düşünsel, felsefi birikimine dayanan Batı felsefesinin bugün vardığı düzey ve derinlik tartışılmaz. Ama kapitalizmin şafağında yetkinleşen bu metafizik-idealist felsefeler, insanlığın büyük ideallerine, daha özgür ve eşit yeni bir geleceğe, yeni bir uygarlığa ilerlemesinin maddi-düşünsel dinamiklerini içerebiliyor ve açıklayabiliyor mu? Kapitalist uygarlığın çürüyen ve insanı doğaya ve kendine yabancılaştıran, çürüten ve zehirleyen kültürüne karşı umut verici bir düşünce ve eylemi bugün bu coğrafyada görebiliyor muyuz?

Batı’da Aydınlanma ile zirveye ulaşan evrensel felsefe deyince hiç kuşkusuz akla Descartes, Spinoza, Leipniz, Kant, Hegel, Fouerbach ve Marks-Engels gelir. Bütün bunların da Batılı kökleri en başta Sokrates-Eflatun ve Aristo‘ya dayanır. Marksizmi aradan çıkartırsak, bugün, her şeyin merkezine bireyi koyan Batı felsefesinin, onun bütünsel çatısını oluşturduğu bilim, sanat ve ahlaki değerlerinde yaşadığı derin krizi ve çıkmazı görebiliyoruz.

Demek ki, Marksizm de dahil, Batı merkezli felsefe, insan-doğa, birey-toplum ve insan-insan ilişkisi, bu ilişkinin bireyi ve toplumları özgürleştirme amacıyla uyumluluğu konusunda her şeyi ya da başka deyişle bütün hakikatleri ortaya koymuş değil. Ayrıca bu mümkün de değildir. Hegel’de ve kısmen Marks’da dile getirilen, felsefenin sonunun geldiği ve onun görevini bundan sonra bilimin yerine getireceği tezi ise, insanlığın bugün geldiği noktada ve karşılaştığı felsefi sorunlar açısından gerçeği açıklamaya yetmiyor.

Kuşkusuz Batı felsefesi, insanlığın binlerce yıllık deneyiminden çıkan düşünce birikiminin üzerine kuruldu. Ancak, her düşünce, felsefe, bilim, doğduğu coğrafyanın ve toplumların lekesini, kusurlarının, eksiklerinin izini taşır. Bu nedenle insanlığın kültürel mirasının en zayıf olduğu ve insanlığın ancak dörtte birinin ortak deneyimine dayanan Batı felsefesinin, Asya ve diğer uygarlıkların felsefi birikimlerini tam olarak kucakladığı ve aştığı söylenemez. Bu birikim; Marksizmin kapitalizme yönelik bütün felsefi-ideolojik ve bilimsel nitelikli eleştirilerine rağmen, Avrupa burjuvazisinin sınıfsal çıkarları ve ufku ile sınırlı olarak kavrandı ve benimsendi; ve onun kültürel kotlarının niteliği ve kapasitesi ölçüsünde devralındı.

Örneğin Hegel gibi en gelişmiş Avrupa zihinlerinin bile yeterince bilmediği, ellerindeki sınırlı ve tek yanlı bilgilerle felsefi genellemeler yaptıkları, bu nedenle Doğu felsefesinin insanlığın gelişim diyalektiğindeki önemli rolünü yeterince kavrayamadıkları ve hatalı değerlendirmelerde bulundukları görülmektedir. Asya’ya özgü zengin deneyimlerden süzülen derinlikli düşünsel ve sezgisel kozmolojik ufku bir düşünelim… Asya’nın kamu merkezli toplumsal, etik, estetik kültürel değerleri ve bunların evrensel niteliği, bugün, Çin’in dünyanın güç merkezi olmasıyla birlikte, yeniden keşfedilmeye ve tartışılmaya başlanması bir rastlantı değildir ve çok anlamlıdır. Ne yazık ki, etkili, çekim gücüne sahip bir kuvvet olmadan günümüz dünyasında pek ciddiye alınmıyorsunuz.

Özetle, Asya toplumlarının felsefi, ahlaki, kültürel özgünlüklerini,  Batı merkezli düşünce kalıplarıyla, akıl yürütmelerle kavramak pek mümkün değildir. Bu burjuva ve emperyalist kalıpları Batı gerçekliğinde temelden parçalayan ve aşan Marksizm bile, Avrupa dışı toplumları çözümlemede oldukça yetersiz kalmıştır. Aslında Marks ve Engels, benimsedikleri diyalektik ve tarihsel materyalist bakış gereği, Asya’nın gerçekliğinin, kendine özgülüklerin ancak Asya’nın devrimci pratiğinde öğrenilebileceğinin de bilincindeydiler.

Batı Felsefesi, Doğu Felsefelerini Aşamadı

Bir an gözümüzü kapatıp 2500 yıl öncesinin dünya tablosuna bakalım. Akdeniz’de köleci Yunan uygarlığının felsefesi olarak Sokrates-Eflatun ve Aristo‘nun idealist felsefeleri, Hindistan’da Buda ve Budizm, Çin’de Taoculuk ve Konfüçyüzm, İran’da Zerdüştizm aşağı yukarı aynı dönemde ortaya çıkıyor. Hepsi de bugüne kadar insanlığın, uygarlıkların gelişiminde belirleyici olan antik çağın en önemli düşünsel, felsefi akımları ya da dinleridir.

Bunların aynı dönemde ortaya çıkışları kuşkusuz rastlantı değildir. MÖ. dördüncü binlerde Sumerler’de başlayan devletleşme ve uygarlığa sıçrayış, birbirini etkileyerek, yaklaşık 500-1000 yıl arayla, Hindistan/İndüs-Harappa, Çin/Sarı Irmak, Mısır/Nil ve Orta Asya/Seyhun-Ceyhun’da gerçekleşmesi nasıl rastlantı değilse, hepsi de bu uygarlık havzalarının ürünü olan felsefi, düşünsel akımların da, insanlığın genel etkileşimli gelişiminin sonucu olarak, birbirine çok yakın tarihlerde ortaya çıkmış olması kolayca anlaşılabilir bir şeydir. Eflatun ve Aristo felsefesini Mısır/Nil uygarlığının, Zerdüştizmi de Horasan-Orta Asya (Seyhun-Ceyhun) uygrlığının bir ürünü olarak görmek gerektiğini ayrıca vurgulamak gerekiyor. Diğer yandan, Sokrates-Eflatun ve Aristo felsefesinin beslendiği birincil kaynak Mısır gibi görünse de, en az onun kadar, Anadolu/İyon Felsefesi ve Anadolu-Doğu Akdeniz üzerinden Mezepotamya ve gerisindeki Orta Asya, Çin ve Hint felsefelerinden beslendikleri bir gerçektir.
Peki Batı felsefesi, diğer Doğu felsefelerini yeterince özümleyip kucaklayabilmiş mi, ve de onları tam olarak aşabilmiş mi? Yukarıda belirttiğimiz gibi pek öyle görünmüyor. Ayrıca toplumların eşitsiz, çatışmalı ve helezonik (sarmal) gelişme yasası gereği de bu mümkün değildir. Örneğin Hegel’in Tarih Felsefesi bu açıdan ölçüt alınabilir. Şunu öncelikle vurgulayalım: Hegel’in yaşadığı dönemde doğu toplumları daha yeni yeni keşfediliyordu, kesinlikle bütünsel bir bilgi sözkonusu değildi. Hegel de bu sınırlı bilgi birikimine dayanarak Doğu ile ilgili felsefi çıkarımlarda bulunuyordu. Özellikle Çin ve Hint felsefesi ve kültürü ile ilgili, döneminde bütün Avrupa’nın ortak paylaştığı yanılgılar içeren bazı saptama ve değerlendirmeler yapmıştır.

Newton, “Benim büyüklüğüm, benden önceki devlerin omuzlarından bakabilmemdedir” der. Hegel, hangi düşünce ve bilgi birikiminin omuzlarından bakıyordu dünyaya? Baktığı tepe Çin, İslam ve Hint tepelerinden ne kadar yüksekti? Aklın, hayatın her alanında biricik belirleyici ölçüt olmasını sağlayan Aydınlanma Çağı‘nın hemen ardından ya da en fazla 50 yıl sonra… Bireyde özgürlük bilincinin oluşması, özgürlüğü içselleştirmesi, başka deyişle özgürlüğün yasalarla temel bir hak haline gelip genelleşmesi Fransız Devrimi’nden, yani evrensel eşitlik, özgürlük ve kardeşlik ideallerinin bayraklaşmasından sonradır. Başka deyişle kapitalizmin, burjuva demokratik devrimlerin bir ürünüdür.

Ama bunlar da yetmez, biraz daha gerilere gidelim. Yaklaşık 500 yıl önce akılcılık ve bireylerde gerçek aşkının ve bilimsel tutkunun, bunların zorunlu tamamlayıcısı özgürlük bilincinin tohumları, ilk önce, İslam Aydınlanmasının büyük düşünürleri İbni Rüşt, El Razi, İbni Sina, El Biruni, Farabi, Maverdi, Hayyam, El Kindi vb’lerden öğrenilip Avrupa toprağına ekilmedi mi? Aynı şekilde, kağıdı, matbaayı, barutu, pusulayı keşfeden Çin’de bu keşiflerin arkasında özgür düşünceli felsefeciler, düşünürler, bilgeler olmasaydı bu ve benzeri keşifler yapılabilir miydi? Peki “despotik” Doğu’nun bu şahsiyetleri, kendi çağlarının da çok ilerisinde bir özgürlük bilincine sahip değillerse, akıllarını en üst düzeyde kullanarak sözkonusu bilim ve felsefeyi nasıl geliştirdiler?

Bütün bu nedenlerle Hegel’in, “Doğulular henüz Tinin ya da genel olarak insanın kendinde özgür olduğunu bilmezler; ve bunu bilmedikleri için özgür değildirler; yalnız Bir’in özgür olduğunu bilirler. (…) Bu Bir, bu nedenle tam bir Despottur, özgür bir insan değil”(1) ifadesi, bu açıdan gerçeği pek yansıtmıyor. Bu bakış, onun hem Doğu toplumlarını yeterince tanımadığını ve bu toplumların, felsefi düşünce, bilim ve sanatsal gelişme ve yaratıcılıkta büyük özgür bireyler, kişilikler yetiştirmediği konusundaki Batılı önyargıyı paylaşıp tekrarladığını gösteriyor. Hem de, çok daha önemlisi, bireysel özgürlükle kamusal/toplumsal gelişme, özgürlük ve bunun da simgesel ifadesi devletleşme arasındaki ilişki konusunda büyük bir çelişkiyi ve tutarsızlığı yansıtıyor.

Şöyle diyor Hegel: “Devlet, edimsel olarak var olan törel yaşamdır. Çünkü devlet, evrensel, özsel istencin ve öznel istencin birliğidir, bu ise törelliktir. (…) Törelliğin yasaları (…) ussal olanın kendisidir. (…) Dünya tarihinde ancak bir devlet kurmuş olan halklar sözkonusu edilebilir. Çünkü anlaşılmalıdır ki devlet, özgürlüğün e.d. saltık son ereğin olgusallaşmasıdır; ve kendi uğruna var olur; ve yine anlaşılmalıdır ki, insan taşıdığı tüm değeri, tüm tinsel edimselliği yalnızca devlet yoluyla taşır.” (2)

Burada söylenenlerin özü şudur: Devlet, törelliğin yasalarına dayanır, bu da akılcılığın kendisidir. Devlet, yasalarıyla ve kurallarıyla herkese eşit ve adil davranır, davranmak zorundadır. Zorunlulukların bilincine varılması olarak özgürlük de ancak, yasalar önünde herkesin hak ve sorumluluklarını aynı ölçütle kavrayıp benimsediği diyalektik bütünlükle mümkündür ve anlamlıdır. Yani devlet “özgürlüğün olgusallaşması”, ete-kemiğe bürümesidir. Peki, “özgürlüğün olmadığı”, sadece kamuyu temsil eden “despot” imparatorun özgür olduğu Doğu’daki devlet, devletten sayılmayacak mı? Hegel’in kendisinin de vurguladığı “kamucu” Doğu’da, -bireysel özgürlüklere karşı ne kadar aşırıya gidilmiş olursa olsun- devlet ve özgürlük arasındaki bağ görmezden geliniyor? Bu bakışa göre kamu ile, yani devletle (bireysel) özgürlük arasında hiç bir bağ, hç bir ortak nokta yok.

Doğu’da, Batı’dan da eski olan devlet, nasıl oluyor da törel-yasal varlığıyla özgürlüklerin sağlayıcısı olmuyor? Bunun yanıtı, özgürlüğün bireysel özgürlükle özdeşleştiği Batı’da, kuşkusuz yine Hegel’de de karşılığı görünmüyor. Onun “despotik” doğu toplumlarını “kamucu” olarak tanımlaması, hem bir gerçeğin hem de çelişkinin ifadesidir. Burada doğru olan, mutlakiyetçi, despot tek kişi yönetimi, Doğu’da kamunun çıkarı ve özgürlüğünün -ki tarihsel baktığımızda 19. yüzyıla gelene kadar tersini yaşayan bir toplum yoktur- törel temsilcisidir. Ama bu imparator, sultan, padişah, tolumun kültürel genlerine, reflekslerine işlenmiş çok güçlü ve etkili töre, gelenek ve yasalarla kuşatılmışır, sınırlandırılmıştır.

Ayrıca, yine Hegel’in özgürlükle devlet arasında kurduğu, çok doğru ve önemli olan, derin diyalektik ilişkinin diğer vazgeçilmez bir boyutu, devletin dışa karşı da toplumun özgürlüğünü sağlıyor olmasıdır. Yani Hegelci anlamda özgürlük devletleşmekle başlar; bireylerin gerçek anlamda özgürlüğü de devletin simgeselliğinde ifadesini bulan toplumun özgürlüğüyle bağlantılı hale gelir. Devleti olan toplumlar özgürdür, başı diktir, onurludur, boyun eğdirilemezdir. Bu da tarihin en temel gerçeklerinden biridir. Bu bakımdan, Doğu toplumlarında sadece despot imparator özgürdür demek gerçeği yansıtmaz. Aksine, töreleri çiğneyen, adalet ilkesinden sapan ve genelde uzun süre yaşayamayan despotları dışta tutarsak, Doğu’da kamuyu hakkıyla, adaletle temsil eden imparatorların, aslında belki bireysel anlamda özgürlüklerinden sözedilemez, pek anlamlı da değildir; çünkü onların özgürlüğü kamunun, toplumun özgürlüğü ile özdeşleşmiştir.

Özgürlük, bir anlamda kişinin yönetici olarak yaptıkları ile insani vicdanı arasında bir barışık olma durumu ise eğer, onlar, kamunun mutluluğu için çok önem verilen adaletli yönetim ve yasalar karşısında herkese eşit davranmakla elde edilen iç huzurdan dolayı özgürdürler denebilir. Doğu imparatorluklarının başarılarının, büyüklüğünün ve devamlılığının arkasında, kamunun/halkın, özgürlük ve rafahının devlet ve onu yönetenlerin adaletli uygulamasında olduğunun kesin bilincinde olarak devletin yanında yer alması, devleti yüceltmesindedir. Bunun, özellikle Çin siyaset felsefesinde, devletle birlikte aileyi kutsallaştıran ahlakında bir çok yönüyle ele alındığını görüyoruz.

Hegel’e göre, özgürlük sorunu gibi, ahlaki/etik değerler de bireylerin gönülden benimsemediği dışsal bir olgudur. “[Çinliler için] ahlaksal yasalar da tıpkı doğa yasaları gibi dışsal pozitif buyruklardır”; topluma, bireylere dışarıdan ya da yukarıdan dayatılan, bireyleri bilincinde, vicdanında içselleşmemiş “zora dayalı haklar ve zora dayalı ya da birbirlerine karşı incelik kurallarıdır.”(3)

Burada Hegel yine Çin’le ilgili yüzeysel bilginin ya da ciddi bir bilgisizliğin yanılgısına ve buna bağlı önyargıların tuzağına düşmüş görünüyor. Çünkü hiçbir büyük uygarlıkta ahlak toplum bireylerine dışardan dayatılan ve devlet zoruyla yaşatılan bir değerler sistemi olmamıştır, olamaz. Üstelik ahlaki değerler, Çin gibi en az 3 bin yıllık bilinen geçmişi, sürekliliği ve bu süreklilik içinde damıtılıp sistemleşmiş, gelenekselleşmiş, dolayısıyla bireylerin özgür vicdanlarında yetkinleşmiş olduğu tartışılmaz bir olgu iken.

Yine şu da toplumbilimsel olarak kanıtlanmıştır ki, büyük ulusların tarihinde ulusal kültür, ulusal kimlik, gelenekler toplumsal organizasyon devletten önce gelir. Daha doğrusu Çin’de devlet 3 bin yıllık bir tarihe sahip olsa da, bu sürede belli dönemler parçalanmış ve uzun yıllar farklı devletlerin savaş alanına dönmüş, bir çok hanedanla yönetilmiştir ülke. Ama bütün bunlara rağmen temelde birleştirici güçlü bir kültür vardır. Kuşkusuz bütün bu nitelikler, kendiliğinden, yoksa bile toplumun ihtiyacı olan en üst organizasyon olarak devleti var eder. Kısacası ulusal kimlik ve kültür, toplumun bekasının sürekliliğinin güvencesidir.

Neden Asya Çağı? (2) – Mehmet Ulusoy yazdı…

Çin Devriminin Başarısının Sırrı

Batılılar, ÇKP‘nin “tek parti” yönetimini, Doğu/Çin despotizminin ya da güncel daha ılımlı yorumuyla otoriterliğin bugünkü temsilcisi olarak görmeye devam ediyorlar. Batı merkezli liberal bireyci ideolojiye özgü bu yargı, Çin’in büyük başarıları karşısında şimdilik önemini yitirmiş görünse de, ideolojik bir eleştiri silahı olarak etkisini sürdürüyor. Aynı saldırılar geçmişte Sosyalist Sovyetler’e, Kemalist Türkiye’ye ve benzeri devrimci demokrasilere karşı da yapıldı.

İçeriği kamucu, kamu merkezli, yani planlamacı-devletçi sistem olan devrimci demokrasi, kapitalist emperyalizmin birey merkezli piyasacılığına dayanan liberal demokrasinin alternatifidir. Emperyalist sistemin gerici liberal demokrasisine karşı Sovyetler-Rusya, Kemalist Türkiye, Halkçı-Sosyalist Çin ve diğer bütün halkçı-kamucu yönetimlere sahip ezilen ve gelişen dünya ülkeleri, sanayileşme ve çağdaşlaşmalarını kamucu demokrasilerle gerçekleştiriyorlar. Başka bir seçenekleri de yoktur. Özellikle Asya’nın bu büyük uluslarının ancak devrimci demokrasilerle emperyalizme direnebilmeleri olgusunun tarihsel köklerine baktığımızda Batılıların “despot” dediği devletçi/kamucu köklü kültürel geleneği görürüz.

Çin’in üç bin yıllık tarihinde derin ve tarifsiz acılara, yeri geldiğinde nüfusunun dörtte üçünün yok olmasına yol açan deneyimlerden süzülmüş, merkezi bir devlette, imparatorlukta birleşme o kadar büyük bir özlem olarak bilinçlere kazınmıştır ki… İşte bu ve bağlı bir çok etken, bugünün bir buçuk milyarlık Çin’ini birleştiren ve büyümenin kibrine kapılmadan tutkuyla üreten, yaratan bir topluma dönüştürdü. Geçmiş Çin’in büyük imparatorluklarında bireyin özgürlüğüyle ulusun özgürlüğü öylesine birbirine sarmalanan, birbirinin koşulu haline gelen olgulardır ki, bu doğru kavranmadan geleceğin uygarlığını doğuracak etkenleri anlayamayız.

Öte yandan Hegel Avrasya ruhunun, hem de Batı’dan farklılığın ve Asya’ya/Çin’e özgülüğün çok önemli simgesel bir varlığına vurgu yapar: Anka efsanesi. “Ruhların göçü tasarımında (…) bilinen imge Anka imgesidir, bu bir doğa yaşamıdır ki sonsuza dek kendi için kendi cenaze ateşini hazırlar, kendini onda yok eder, ve böylece küllerinden sonsuza dek yeni, genç, dinç yaşam doğar. Ama bu imge yalnızca Asyatiktir, Doğuya özgüdür, Batıya değil.” (4)

Hegel’in bu belirlemesi, sadece Çin değil, Asya mitolojilerinin, felsefelerinin dünyaya, yaşama bakış tarzının özünü ifade etmektedir. Türklerde Umay-Huma Kuşu, İran’da Simurg olarak adlandırılan Anka ya da Zümrüdü Anka, Tao’nun (Gök’ün yolu, evrensel ilke, evrensel yasa) Yin-Yang ilkesinde yaşam ve ölüm diyalektiğini -karşıtlık ve özdeşliğini- en derin anlamıyla açıklayan simgesel varlıktır. Yaşam ve ölümün birliğini, yaşamın ölümü, ölümün yaşamı içerdiğini, ölümün aynı zamanda yeniden doğuş olduğunu anlatır. Buradaki karşıtların birbirini tamamlama ve birbirine dönüşme ilkesi, herkesin biraz felsefe yaptığı Çin toplumunda çok bilinen temel bir kültürel genetik koddur.

Her olayın, hareketin belli bir sona, uca vardığında tersine dönüşünü Taoculuğun kurucusu Lao Tzu, “Tao’nun hareketi tersine döndürmedir” diye açıklar. “Çin Felsefesi Tarihi”nin yazarı Fung Yu-Lan, bu düşüncenin Çin halkının ruhunda, davranışlarında ve yaşam tarzında önemli etkileri olduğunu belirtir. Çin halkının uzun tarihlerinde “karşılaştıkları güçlüklerin üstesinden gelmeyi başarmalarında çok katkıda bulundu. Bu teoriye inanan halk, zenginlik zamanlarında bile ihtiyatlı; aşırı tehlike anlarında bile umutlu olmayı sürdürdüler. Son zamanlardaki savaşta, bu anlayış Çin halkına bir tür psikolojik silah sağladı. Öyle ki en karanlık döneminde bile, insanların çoğu şu deyimde ifadesini bulan umutla yaşadılar: “Şafak en kısa zamanda doğacak.” Bu ‘inanma iradesi’dir ki, Çin halkının savaşa tahammül etmesine yardım etti.” (5)

Çin’in büyük atılımına kaynaklık eden şeyler, Çin kültüründeki özgün, bugün için de kalıcılığını ve geçerliliğini sürdüren evrensel nitelikteki birikim, değerler ve enerjidir. Mao‘nun, Çin Devriminin teori ve stratejisini, taktiklerini geliştirirken dayandığı çelişmeler teorisi, tamamen Çin tarihinin, Yang-Yin felsefesinin Diyalektik ve Tarihsel Materyalist felsefe ile sentezlenmesinin ürünüdür. Hatta diyebiliriz ki Mao’nun düşünceleri, Diyalektik Materyalizmin Çin ulusal ve toplumsal devrim gerçekliğinde yeni katkılarla geliştirilmesidir. Çin Devriminin başarısının ve yenilmezliğinin sırrı buradadır.

Mehmet Ulusoy

Bauhaus’tan Köy Enstitülerine Sanat ve Üretim Kültürü - Mehmet Ulusoy 4
Dipnotlar

1 (G. W. F. Hegel, Tarih Felsefesi, İdea Yayınları, Çev: Aziz Yardımlı, İstanbul 2006, s. 21.
2 2 Age, s.36.
3 Age, s.59.
4 (Age, s. 61.
5 Fung Yu-Lan, Çin Felsefesi Taihi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2009, s.25.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu