Beyaz Sessizliğin Çığlığı – Celal Ulusoy yazdı…
Lapa lapa yağan karın büyüsüne kapılmış dışarıyı seyrediyordum, bir öğle sonrası, hastalardan arta kalan zamanda. Dağların arasındaki bu yalnız kasabada uçuşan kar taneleri kadar yalnızdım. Üstelik dört gündür, yorulmak nedir bilmeden yağan kar, üstüne tuz biber oluyordu. Saf beyazlığın içindeki sinsi bir acımasızlığın, duygularımı yavaş yavaş körleştirdiğini hissettim ilk kez.
Kanada’ya dönmüştü her yer. “Bu, mutlaka Rusların işidir; Kafkasların bütün karını buraya gönderdiler, boğulalım diye” demişti Deli Dursun, yalın ayak girdiği kahvede dün. “Rusların bile bu kadarına gücü yetmez! Allah’ın işi bu! Allah’ın…” yanıtını yapıştırmıştı Çarpık Ali. Araya giren Belediye Reisinin, “Siz bu işlere karışmayın çocuklar!” demesiyle muhtemel bir kavga önlenmişti yine. Aklıma gelince ister istemez güldüm olanlara… Saçaklardan sarkan kar yığınları, ters dönmüş bir yorganı andırıyordu adeta. Düşüp düşmeyeceğini izledim bir süre. Kumarhanelerdeki makineler gibi, az daha yağsa güm diye düşecekti büyük bir ihtimalle uçta biriken yığıntı.
Zaman durmuş, yaşam dinlenmeye yatmıştı… Göz alıcı beyazlık her şeyi saklama görevi üstlenmişti sanki. Az ilerideki telefon ve elektrik tellerindeki sığırcık kuşlarına takıldı gözlerim. Tek sıra halinde bekleşiyorlardı orada. Arada bir de üstlerinde biriken karları atmak için kanatlarını silkeliyorlardı. Çaktırmadan sağa sola bakıp aşağıdaki çöplüğe iniyorlardı ikişerli üçerli… Anladım ki bu bir çöplük kuyruğuydu, sırayla yeme uzandıkları. Çevrede gördükleri tek yiyecek, çöplüğe yeni atılan evsel atıklardı besbelli. Bütün yiyecekler karın altında kalmış, kuşlar, kurtlar ve diğerleri içgüdüsel sinyallere güvenerek kasaba merkezindeki çöplüklere saldırmışlardı.
Ege’nin büyük bir ilçesinde doğmuş, büyümüş, karı sadece dağların zirvelerinde görmüş olan ben, böyle bir doğa olayıyla ilk kez karşılaşıyordum. Televizyonda gördüğüm ve gazetelerde okuduğum haber ve görüntülerden dolayı çöplüklerden sadece insanlar besleniyor sanırdım. Meğerse bütün canlılar birlikte besleniyormuş, kavgasız gürültüsüz. Açlığın nasıl bir şey olduğunun canlı görüntüleriydi bunlar…
Bir beyaz sessizlikle kuşatılmıştık bu kasabada. Güneş var mı, yok mu; doğuyor mu batıyor mu, gece mi gündüz mü belli değildi. Ortalık ne beyaz, ne de siyahtı; ikisinin karışımı bir renk, yani griydi, ara sıra ton değiştiren. Sonsuzluğun neresinde olduğumuzu düşünmeden, devinimsiz, zoraki bir hayatı sürdürüyorduk burada. Bir buçuk yıl geçmesine rağmen alışamamıştım henüz. Kavrayamamıştım da bu var oluşla, yok oluş arasındaki keskin çizginin anlamını. Bitmeyen bir rüyanın esrarengiz yok oluşu içinde yüzüyordum sanki. Hareket halindeki her canlı, ortama uyum sağlarcasına kamufle olmuştu beyaz örtülerle.
Bu ortamda kendimi nasıl tanımlamalıydım? Ben zaten beyaz önlüklü bir kasaba doktoruydum. Yani buranın her şeyi; dahiliyecisi, hariciyecisi, kadın doğumcusu, gözcüsü, asabiyecisi… Ben de bir yığın kar mıydım, bütün hastaları iyileştiren, üstünü örtüp bir çeşit görünmez kılan…
Küçük bir kuş kondu penceremin kenarına. Silkindi, üzerindeki karları dökmek için; bir daha bir daha… Derken uçtu gitti geldiği gibi. Yiyecek bir şey aradığı belliydi. Çekmecemde ara sıra yediğim leblebilerden birkaç tanesini dişimle parçalayarak bıraktım konduğu yere. Sonuç ne mi oldu? Onu da siz tahmin edin…
***
Büyük kentlerde 10cm’lik karla duran hayat burada durmuyordu; yavaşlıyordu sadece. Bazen katır sırtında, bazen at sırtında, bazen kızakla, bazen de birisinin sırtında gelmeye devam ediyordu hastalarım. Hastalık durmuyorsa hastalar da durmuyor, bir şekilde taşınıyordu Sağlık Merkezine. Tek başına hepsine ulaşmaya çalışıyordum, erinmeden… Başka çaremiz yoktu! En yakın hastane il merkezindeydi ve bize çok uzaktı. Üstelik yolumuz kış boyunca kapalıydı. Ara da bir atlı postacı dışında dağları aşıp da gelen pek olmazdı. Kendine özgü bir yaşam tarzı ve de bir macerası vardı buranın. Bu şartlarda okullar bile kapanmazdı. Öyle çıt kırıldım değildi buranın çocukları. Nitekim kartopu gibi yuvarlana yuvarlana okullarına geliyor, yine yuvarlana yuvarlana dönüyorlardı evlerine.
Kasabanın içinde kardan adamlar dolaşıyordu durmadan. Okulların bahçesi de dolup taşıyordu burnu sümüklü küçük kardan adamlarla. Taşımalı eğitimin adı bile geçmiyordu henüz. Köylerin büyük bir kısmında okul da öğretmen de vardı ve en uzak ev ise, taş çatlasa okula 500 metre mesafedeydi. Öğretmenler de köylerde kalıyorlardı o zamanlar. Yüksek itibarlı öğretmenler, çevrelerine ışık saçıyorlardı durmadan…
Kapının çalınmasıyla dağıldı düşüncelerim. “Rahatsız ettim doktor bey! Bir doğum hastası geldi az önce; durumu kritik… Doğumuna bir iki hafta daha var ama karnı sarkmış, suyu da geliyor. Çocuğun acelesi var gibi; ama duruşu doğuma hazır değil. Anlayacağınız bebek ters duruyor. Bakabilir misiniz?” diyerek Hayriye ebe girdi içeri telaşla. Birlikte doğum odasına koştuk. Refakatçılar odayı doldurduğundan hastayı görmek mümkün değildi. Hayriye ve Gönül ebe dışındakilerin odayı boşaltmalarını istedim.
Daha önce doğum hastalarını genellikle ebe hanımlar görür ve doğumlarına katılırlar, ben ise onların yardım istemeleri halinde müdahalede bulunurdum. Durumu kritik olanları da il merkezine gönderirdik. Ayrıca buna benzer durumları Devlet Hastanesindeki Kadın Doğum uzmanı Muzaffer abiyle görüşür, onun tavsiyelerini alırdık. Ancak gebenin durumunu ebe hanımlarla birlikte tekrar gözden geçirince anladık ki, bu farklı ve oldukça kritik bir durumdu. Ve normal doğum yapması olanaksız gibiydi.
Bu gibi konularda, 23 yıldır doğum yaptıran Hayriye ebenin tecrübesine güvenim tamdı. Birlikte çalıştığımız süre içinde herhangi bir hatasını görmemiştim. Göz göze geldik ve öncelikle yapmam gerektiğini üçümüz de biliyorduk. Hiç tereddüt etmeden ve vakit geçirmeden Kadın Doğum Uzmanı Muzaffer hocamı arattım santrala. 45 dakika sonra ancak bağlanabildi. Üstelik hava koşullarının elverişsizliğinden zor anlaşıyorduk. Durumu bütün ayrıntılarıyla anlattım ve “ne yapılacaksa burada yapılacak! Yol durumunu biliyorsunuz, başka hiç şansımız yok hocam!” diyerek adeta imdat düğmesine bastım.
Hasta yakınları merakla karışık endişe ve panik halinde kararımızı bekliyorlardı dışarıda. Yakın bir köyden gelmişlerdi ve önce köyde doğum yaptıran yaşlı bir kadından öğrenmişlerdi gebenin durumunu. Az çok onlar da farkındaydı her şeyin. Bir kabus yaşadıklarını çok iyi biliyorduk. Bütün umutları bizdik. Ve önümüzde sürtüne sürtüne yol alacağımız, yara bere içinde kalacağımız, belki de içinden çıkamayacağımız bir tünele girecektik.
Dışarıda ise dinlene dinlene yağmaya devam eden bir kar vardı. Görünen, onun beyaz ve aydınlık yüzü değil alaca karanlık yüzüydü sanki; nasıl da renk değiştirmişti birden, anlamak zordu. Bir daha inandım ki burada yaşamın kuralları kendine özgüydü ve ben buna, istemeyerek bir kez daha tanık oluyordum. Önümüzü görmekte zorluk çekiyorduk. Beyaz sessizlik kendisini bir çığlığa hazırlıyordu: ya bebeğin, ya da… Kuşlar ve kurtlar ise durmadan yiyecek bir şeyler arıyorlardı çöplüklerde…
Muzaffer hocam, “Diğer arkadaşlarla da görüşüp kararımı ondan sonra bildireceğim, aramamı bekle” diyerek kapattı telefonu. Telefonu kapatmıştım ki, “Kaymakam bey arıyor sizi Dr. bey” dedi santraldaki kız. Kaymakam hastanın durumunu soruyordu. Muhtemelen ona da ulaşmışlar, yardımcı olmasını istemişlerdi. Kendisine gelişmeler hakkında bilgi verdim. “Beni her aşamada bilgilendirin! Ne olursa olsun elinizden geleni yapın! Ben imkanlar ölçüsünde yardımcı olacağım, merak etmeyin arkanızdayım” dedi sağ olsunlar.
Zaman ilerliyor, gebenin durumu gittikçe kritik noktaya doğru gidiyordu. Muzaffer hocam bir saat sonra dönebildi… Ve, “Sen öğrenciliğinde ve daha sonra sezaryen ameliyatı izledin değil mi?” der demez başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Bu sorunun anlamını bilecek kadar doktordum herhalde… “İzledim abi hem de birkaç kez” yanıtını verdim. Yalan yoktu izlemiştim.
-“Güzel! sezaryenle alacağız çocuğu, başka çaremiz yok! Bak şimdi orada ameliyathane vardı, bildiğim kadarıyla, sana gerekli olan malzemeler de vardır mutlaka. Değil mi Çetin?”
-“Var abi! İki yıl önce burada Hariciyeci bir abimiz vardı biliyorsunuz. O sağ olsun eksiklerinin tamamlanmasını da sağlamıştı. Ancak anestezi yapacak bir elemanımız yok hocam. Olsa da buradaki makineyle ne yapardı bilemiyorum; çok sağlam bir şey değil de…”
-“Ne yapalım, biz de var olan imkanları kullanır lokal anestezi yaparız. En azından, elinizde ihtiyacınız olan anestetik maddelerden vardır diye umuyorum.”
-“Onu hallederiz hocam.”
-“O zaman şöyle yapalım: Bu konuda sana yardım edeceğini düşündüğün hemşireyi bir saat sonra bizim anestezi teknisyeniyle görüştürelim. O gerekli şekilde yardımcı olur. Anlaştık mı?”
-“Anlaştık hocam! Çok iyi olur!”
-“Anladığım kadarıyla başka da bir sorununuz yok!
Şimdi beni iyi dinle: Ekibini topla ve hazırlanmalarını söyle. Ameliyat hemşiresi yanında ebeler de bulunsun. Operasyona ben telefonla katılacağım ve seni yönlendireceğim. Sen anatomi okudun, söylediğim her şeyi anlayacak eğitimi aldın aslanım. Korkma ve kendine güven! Bu işi birlikte başaracağız… Ama önce yapacağın önemli bir şey var: Hasta yakınlarına durumu bütün ayrıntılarıyla anlat. Riskin yüksek olduğunu söylemeyi de sakın unutma ve yazılı bir müdahale izin belgesi al.
Biliyorum sen bu operasyonu yapma yetkisine sahip değilsin. Ama şartların bunu gerektirdiğini herkesin bildiğini de hesaba katarak son kararı yine sen vereceksin. Hazır olduğunuzda beni ara! Ayrıca Kaymakam beyle de görüş, operasyon sonuna kadar hat sadece bize açık olacak şekilde tedbir alınması gerekir. Buranın PTT’sini ben ayarlarım. Telefonunuzu bekleyeceğim. Hadi gözlerinden öperim.”
Bu görüşme hayatımın en önemli, en anlamlı ve asla unutamayacağım telefon görüşmelerinden biriydi. Bunun farkındaydım. Daha önemli olanını ise biraz sonra yapacaktık.
Kan ter içinde kalmıştım. Böyle ağır bir sorumluluğu almak zorunda olduğumuzu biliyordum. Doktordum; yani buranın her şeyi… Kaçamazdım… Ama, önce insandım ve de korkuyordum… Ameliyata girecek ben olsaydım asla bu kadar korkmazdım… Hasta yakınlarına durumu ve yapmak istediğimiz operasyonu açıklarken zangır zangır titremeye başladım. Bu halimi gören Hayriye ebe kolumdan tuttuğu gibi beni doktor odasına soktu. “Siz burada dinlenin, ben bir eve kadar gidip geleceğim” dedi ve çıktı gitti.
Kanepeye uzanarak kendimi sakinleştirmeye ve ameliyata hazırlanmayı düşünüyordum. Ama titremelerim bir türlü geçmiyordu. Az sonra ebe hanım, elinde bir paketle girdi. Paketi açtı ve “İşte senin ilacın” diyerek kaynağının muhtemelen Almancıların olduğunu bildiğim, yarı yarıya dolu bir viski şişesi ile bir bardak ve el büyüklüğünde bir çikolata çıkarıp masaya koydu. Şaşkın şaşkın ona baktım bu ne şimdi dercesine. O ise gayet ciddi bir yüz ifadesiyle. “Doktor bey bana niye öyle bakıyorsunuz? Ben sizin, neredeyse anneniz yaşındayım ve çok şey gördüm bu meslekte. Sizinle burada oturup alem yapacak değiliz herhalde? Daha önce bu mereti içtiğinizi biliyorum… Şimdi bir duble içeceksiniz ve rahatlayacaksınız! Bak o zaman ne titremeniz kalır ne de korkunuz!.. Bunu neden yaptığımı soracak olursanız, yanıt vereyim: Burada ölüm kalım mücadelesi veriyoruz birlikte ve hepimiz iki canı kurtarmak için hayatımızı ortaya koyuyoruz! Eğer senden bir duble viskinin hesabını soracaklarını düşünüyorsan, hiç düşünme! Seni yalnız bırakacak değiliz Doktor! Yanıtını da bizzat ben veririm, korkma! ‘Ben içirdim zorla’ der, çıkarım içinden… Ha, unutma! Bu mesele ve konuştuklarımız da aramızda bir sır olarak kalacaktır. Arkamdan da kapıyı kilitle… ” diyerek gerçek bir anne gibi uyarılarını da yaparak geldiği gibi de çıktı gitti…
Boşuna Hayriye Ana demiyorlardı ona. 21 yıldır buradaydı ve buralı olmuştu. Bölgenin insanıydı, iki yıl başka bir ilçede çalıştıktan sonra buraya atanmış, bir yıl sonra da belediye muhasibiyle evlenmişti. Kalış o kalıştı… Kendisinin üç çocuğu da dahil sayısız doğum yaptırmış, Kasabanın Anası olmuştu. Sayesinde, yardımcı olmanın ne demek olduğunu da ilk kez o gün orada öğrenmiş oldum…
Hayriye ebenin dediği çıkmıştı: Bir duble viskiyle titremelerim durmuş, sakinleşmiş kendime gelmiştim. Ve operasyona hazırdım. Aylardır kullanılmayan ama düzenli olarak kullanıma hazır tutulan ameliyathaneye gidip hazırlıkları gözden geçirmem gerekiyordu… İçeri girer girmez Hayriye ebeyle göz göze geldik. Beni baştan aşağı şöyle bir süzdü kimseye belli etmeden ve gülümseyerek başını salladı. “Şimdi olmuşsunuz işte!” der gibi… Operasyon için yapılan hazırlıklar büyük ölçüde tamamdı: Dezenfekte işi yapılmış, aydınlatma üniteleri kontrol edilmiş, ameliyat takımı gözden geçirilmiş, hasta yakınlarından üç ünite kan bile alınmış olduğunu memnuniyetle gördüm.
“Bir şeyi unutuyoruz Doktor Bey” diyerek Hayriye ebe yaklaştı yanıma: “Sezaryeni, hastamız uyanıkken yapacağımız için yanında ona destek olabilecek bir yakının olmasında fayda var. Yanından ayrılmayan bir ablası var, izniniz olursa operasyona o da girsin derim ben. Hem tecrübeli hem de güçlü bir kadına benziyor; işimizi kolaylaştırır” dedi. Çok iyi düşünmüştü, tereddüt etmeden onay verdim.
Operasyonu, hastanın hazırlanması ve telefon hatlarının daha müsait olması nedeniyle saat 23.00’te yapmaya karar verdik. Daha da geciktiremezdik. Her geçen dakika aleyhimize olacaktı. Kaymakamı, Muzaffer hocayı ve hasta yakınlarını bilgilendirdim. Sanki herkes ayaklanmış, bu operasyonun bir parçası olmuştu… Kaymakam beyin talimatıyla PTT görevlileri tarafından ameliyathaneye bir telefon hattı çekildi ve geçici bir makine bağlandı.
Daha önümüzde dört saatimiz vardı. Bu süreyi değerlendirmem gerekiyordu; boş durmanın sırası değildi. Giden Genel Cerrahi Uzmanının ameliyat hemşiresi olarak yetiştirdiği Güler Hemşireyle bir süre çalışmamızın çok hayati olduğunu düşünüyordum. Ama önce kendime ayırmam gereken bir zaman olmalıydı bilgilerimi tazelemem için. Odama çekildim ve Kadın Doğuma ilişkin kitapları karıştırarak oradaki sezaryen bölümünü baştan aşağı üç kez okudum. Bu bana oldukça iyi geldi ve kendime olan güvenin artmasını sağladı. Önümüzdeki iki saati de Güler hemşire ile birlikte ameliyathanede ameliyat aparatlarını tek tek yeniden gözden geçirip sıraya koyduk ve adeta ameliyatın provasını yaptık. Bu arada lokal anestezi konusunda tecrübesi olduğunu bildiğim Şermin hemşire de işinin başındaydı.
Hiçbirimizin en küçük aksaklığa dahi tahammülü yoktu. Sanki diken tarlasında dolaşıyorduk, dikenlere dokunmadan… Son yarım saati de odamda geçirip dinlenmek istedim. Küçük bir parça çikolatayla az viski daha aldım…
Beklenen saat geldiğinde her şeyin ve herkesin hazır olduğundan emin olarak ve gerekli dezenfekte işlemini de yaparak ameliyathaneye girdim. Pek sık olmasa da arada bir yaptığım gibi yardımını esirgememesi için Tanrıya dua etmeyi de unutmadım. O andan itibaren kendimi cam bir fanusun içinde, 24 bin kasabalının gözlerini bize dikmiş, heyecanla izlemekte olduğu düşüncesine kapıldım. Bu ne korkunç manzara yarabbi demek geldi içimden. Kapalı bir ortamda değil de bembeyaz kar örtüsüyle ay ışığında parlayan Ilgar Dağının tepesindeydik…
Oysa dışarıda, günlerdir lapa lapa yağan kar mutasyona uğramış gibi şimdi ince ince yağmaya başlamıştı. Bu ortamın daha da soğuduğuna işaretti ve bu saatte ortalıkta kimsecikler olmazdı. İnsanlarla birlikte diğer canlılar da bulabildikleri sığınaklarına girmişlerdi çoktan. Kurtlara karşı kasabayı bekleyecek olan köpekler de dahil…
Hasta, ameliyat masasına yatırılmış, üzerine steril örtü örtülmüş ve karın bölgesinin solüsyonla temizlenmiş olarak beni bekliyordu. Ameliyat ekibi ise eksiksiz olarak başındaydı. Bu işin geri dönüşü yoktu artık. Bir an, hastayla göz göze geldik. Elimi tutmak istedi, verdim. “Doktor bey! Önce Allah’a sonra sana emanetiz! Ne olur, ikimizi de kurtarın!” diye adeta yalvardı, kaygılı gözlerinden iki damla yaş süzülürken. Beklediği sözcüklerin dışında bir şey diyemezdim. “Siz merak etmeyin, ikinizin de sağ salim kurtulması için elimden geleni yapacağım!” Dedim zoraki bir gülümsemeyle. Sonra da telefon başındaki görevliye Muzaffer hocayı aramasını söyledim. Operasyon başlıyordu ve biz diz boyu dikenle kaplı bir tarlaya giriyorduk.
Muzaffer hocam hazırlıkların yapıldığını ağzımdan duyduktan sonra Şermin hemşireyi istedi. Telefonu kulağına tuttum. Telefondaki anestezi teknisyeniydi. Şermin hemşire, daha önceki görüşmede anlaştıkları gibi onun dediklerini aynen uygulayarak lokal anestezi işlemini, yavaş yavaş ve dikkatli bir şekilde tamamladı.
Telefonun ahizesinin ağzıma ve kulağıma uygun gelecek şekilde yerleştirilmesini daha önce temin ettiğimiz don lastiğiyle sağladık.
-“Şimdi beni iyi dinle Çetin! Önce üç kez deri derin nefes alıp ver! Ver ki rahatlayasın. Bu işin kolay olmadığını daha önce de söylemiştim. Ama korkma, başaracaksın!” Hocamın dediği gibi üç kez derin derin nefes alıp verdim.
-“Dediğimi yaptın mı Çetin?”
-“Yaptım hocam… Güzel! şimdi neşteri eline alıyorsun.”
Sağ elimi yan tarafa uzatıyorum neşter elimde.
-“Aldım hocam.”
-“Sen de hatırlayacaksın! İlk kesiği, kasığın iki parmak üzerinden 8-10cm. olarak yapacaksın! Anladın değil mi?”
-“Anladım hocam!”
-“Hadi o zaman, Allah kolaylık versin.”
İşaret parmağımla orta parmağımı üst üste koyarak kasığın üzerini ölçtüm. Önce Hayriye ebeye, sonra da Güler hemşireye baktım ve başlarını öne eğerek onayladıklarını gördüm. Vakit gelmişti. İçimden “Bana yardım et Tanrım” diyerek neşterle belirlenen bölgede yaklaşık 10cm’lik bir alan açtım. “Dediğin gibi 10cm.’lik kesiği yaptım” hocam diyerek Muzaffer hocama bilgi verdim.
-“Güzel!.. Şimdi derin bir nefes daha al ver ve kas kılıfını kes!”
Derin bir nefes alıp verip ekip arkadaşlarıma baktıktan sonra, en güçlü kas olarak bilinen kas kılıfını yine dikkatli bir şekilde kestim.
-“Kestim hocam!”
-“Aferin sana Çetin! Artık iki kesik daha yaptıktan sonra karın boşluğuna ulaşıyorsun. Hadi başarılar…”
Ter içinde kalmıştım… İçimdeki tere şimdilik yapabileceğimiz bir şey yoktu. Fakat alnımda biriken terleri bir kez daha yardımcı hemşire silmişti. Elim alışmış, cesaretim artmıştı. Ancak karın boşluğuna ulaşabilmem için daha karın kası ve dış zar vardı. İnsan vücuduydu bu, lahana yaprakları gibi; kes kes bitmiyordu. Hemşire hanım açılan yerde biriken kan ve sıvıyı temizledikten sonra sırayla bunları da açtım. Göründüğü kadarıyla her şey yolundaydı. Üzerimdeki gerginliği büyük ölçüde atmıştım…
Arkadaşlarla bir kez daha göz göze geldik. Gözlerindeki parlaklıktan memnuniyetlerini görüyordum.
-“Karın boşluğuna ulaştım hocam”
-“Çok iyi! İşin önemli bir kısmını atlattın sayılır. Hastanın durumunda her hangi bir değişiklik var mı?”
-“Yok hocam, durumu stabil.”
-“Anladım. Şimdi rahimle karşı karşıyasın ve bebeğe çok yakınsın! Önce dikkatli bir şekilde rahim zarını kesiyorsun; aman ha fazla derine inme! Sonra da rahim kasına ulaşacaksın. Rahim kasını neşter müdahalesi olmadan elinle açacaksın. Unutma ellerinle açacaksın!”
-“Anlaşıldı hocam.”
Rahim zarını kestikten sonra Güler hemşireye baktım, ne demek istediğimi anlamıştı. Önceden aramızda konuştuğumuz gibi rahim kasını ellerimizle birlikte açtık. Ardından yine ikimiz birlikte derin bir nefes alarak bebeğin kesesini patlattık. Nihayet Bebek ala kanlı ve canlı olarak önümüzdeydi. Gülümseyerek Güler hemşire ve Hayriye ebeye baktım. Hepimizin gözleri mutluluktan parlıyordu. Bebeği usulüne uygun olarak alması için hemşire hanıma işaret verdim. O da çok kıymetli bir şeyi tutmanın heyecanıyla yarı kanlı yumuş bebeği çıkarıverdi anasının karnından. Poposuna yediği hafif bir darbeyle bir çığlık koparıverdi, ömrüm boyunca unutamayacağım…
“Durun” diye bir ses yayıldı ortalığa. Güler hemşirenin sesiydi bu. “Bakın burada bir baş daha var! Ayol yer açın, ikizi geliyor peşinden!” diyerek bir bebek daha çıkarmaz mı. Bir küçük şaplakla bir çığlık daha… “Aman Allah’ım, neler oluyor?” demişim gayri ihtiyari. Ötekileri bilemem ama ben öleceğimi zannettim heyecandan. Doğuran benmişim gibi üstümden tonlarca yükün kalktığını hissettim. Güler hemşire kolumdan tutmasaydı, az kalsın hastanın yarasını kapatmadan çıkacaktım oradan… O ara Muzaffer hocamın kutlama sesleri ise kaybolup gitmişti. Operasyonun sonuna kadar gıkını bile çıkarmayan Anneye baktım; gözleri parlıyordu.
O gün orada oluşan tablo, en yetenekli ressamın bile çizemeyeceği mucizevi bir tabloydu. Duyduğum çığlıklar ise, değme bestecinin betimleyemeyeceği melodilerdi. Bu sesler, bu çığlıklar, hayatın, var oluşun ve de yokluğa, yoksunluğa isyanın çığlıklarıydı. Ve biz, o gece dünyanın en güzel senfonisini dinledik; ninni söyler gibi usul usul yağan karın eşliğinde…
Celal Ulusoy