Bilinen Bir Kadının Mektubu – Elif Doruk yazdı…
Zweig‘ın kaleminden bu defa Bilinen Bir Kadının Mektuplarını çalacağım. O kadın bu gece ben olacağım. Karanlık sokaklarda usulca yalın ayak dolaşacak, üşüyen ayaklarımda kimsesizlerin örülmemiş çoraplarından acılar çizeceğim kaldırımlara. Ellerim titreyecek, parmak uçlarım moraracak, burnum kızaracak ve ben o bilinmeyen kadının soluğunun hayali ile üfleyeceğim dumanlar çıkan nefesimi. Isınacak mı ellerim? ‘Hayır’ Bu ‘hayır’ın tokadını yüreğimde bilinmezlerle dolduracağım.
Bilinmeyen kadını hatırlamak için beynin zorlayan R., isim değiştirip beni saflığımla hemen anımsayacak. İçine oturacak dokunuşlarım. Gözlerim kapalı tüm vücudunu ezberlediğim anlar gelecek, sol omzundaki benine gidecek eli. Sonra sağ göğsünün hemen yanına, yavaş yavaş ellerini karnına indirecek, gözlerini yumacak o baş harfi R.den bozma bilinen adam edasıyla.
Beni anımsamış olması bana ölü çocuklar doğurtacak. Bilinen olmanın acısını yaşatmadığı için Zweig’a dualar edeceğim, ‘bilinmeyen olmayı dilerdim’lerle… Ben bu gece Bilinen Bir Kadın olarak imzalı mektuplar yazacağım. Öldüğümde değil yaşarken ulaşması adına. Koskoca bilinmeyen bir aşkı 68 sayfaya sığdıran Zweig’ın ellerine sarılacağım. Ben daha bir cümle yazamadım aşkımın adına, oysa ruhum kaç yüz yıldır tutuklu ona. Kaç bin kez seksten uzak sevişmişliğimiz var, sayılamayan rakamlarla…
Şimdi bomboş bir sayfada sadece altında imzamla çıkacağım ben bu gece Zweig’ın karşısına:
“Sen bir kadın değilsin ve ancak aşkı erkekce yazabilirsin. O mutlak aşkı sen düşledin. Yine herkes gibi bencilce bilinmeyen bir kadın sana aşık olsun istedin. Düşledin, kurguladın ve bir kadın sana aşıkça ölsün istedin’in hesabını soracağım ona…
Elif Doruk
Stefan Zweig Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu (Brief einer Unbekannten) adlı uzun öyküsünü 1920’li yılların ilk yarısında kaleme aldı. Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu’nun kadın kahramanını sadece uzun bir mektubun yazarı olarak tanıyoruz. Kadının hayatı boyunca sevmiş olduğu erkek için kaleme aldığı bu mektubun “gönderen”inin adı yoktur. Mektubun başında tek bir hitap vardır: “Sana, beni asla tanımamış olan sana”. Kadın büyük tutkusunu hep bir “bilinmeyen” olarak, yani tek başına yaşamaya razıdır, bu aşk öyküsünde “taraflar” değil, sadece tek bir “taraf” vardır. Böylesine, gerçek anlamda aşk denilebilir mi? Zweig okurunu, bir kez daha, insan psikolojisinde eşine pek rastlanmayan bir yolculuğa davet ediyor. Bu yeni yolculuğun sonunda “mutlak aşk” kavramının şimdiye kadar bilinmeyen kıyılarına varmayı amaçlamış olması da bir ihtimal!