SÖYLEŞİ

Bir Devrimcinin Yol Hikayeleri: ‘Ziya Gül’

Ziya Gül, hem Dev uzun soluklu bir Yolun hem de bir Devrim Yolculuğunun kahramanlarından. Şimdi bu yolculuğu ve kahramanlarını ‘Giresun Yol Hikayeleri’ kitabı ile ölümsüzleştirdi. Kitap, ağırlıkla Giresun ve çevresinde 1975-80 yılları arasında yaşanan siyasal ortama ait kesitlerle insan hikayelerinden oluşsa da yazarı özellikle devrimci yolun mücadelesine katılan tanıklık eden birisi olarak ülkenin yakın siyasi tarihine ışık tutuyor.

Aynı zamanda CHP’nin Adalar Belediye Başkan Adayı olan Erdem Gül’ün babası olan Ziya Gül ile hem yakın siyasi tarihimize dair hem kitabı ile ilgili hem de Adalar’da devrimci bir anlayışın yerel yönetimlere hakim olup olamayacağı üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Zevkle, inançla okuyacaksınız.

“Okur için her kitabın bir ruhu vardır derler. Bu kitap ruhunu Karadeniz’in hırçın dalgalarından ve uslanmaz çocuklarından alıyor. Kavganın ortasında yeşeren tomurcukların topraklarına ve insanlarına sıkı sarılışlarının, sıradışı yaşamsal hikayesi anlatılıyor. Spartaküs’den, Ernesto’ya, Mahirlerden, Japon Yılmazlardan, Militan İsiyinlere, bazen hüzünle, bazen ölümle, bazen son bir gülüşle biten ama hiç bitmeyen hikayeleri yeniden ruh buluyor Karadeniz’in güneşi içen sularında.”
– 
Ulaş Karakaya

KitaptanSanattan.com / Oğuz Kemal Özkan – Ulaş Karakaya

  • Kısaca Ziya Gül’ü tanıyabilir miyiz ?

Ben yaşı yetmiş beşe merdiven dayamış eski bir öğretmenim. Uzun dönem öğretmenlik yaptım. Bu süreçte öğretmenlerin politik duyarlılığına uygun olarak ben de yurtsever ve demokrat öğretmen örgütlülüğü içinde yer aldım. İlk olarak TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası)üyesiydim, tabi o kapatılınca 1971 yılında, yerine kurulan TÖB-DER (Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği) üyeleri arasında yer aldım. 1975 yılında da bu derneğin Giresun Şubesi Başkanı oldum. 1970 ve 80’li yıllar Türkiye’nin toplum olarak örgütlenmeye yatkın olduğu bir dönemi  kapsıyordu. Bu dönemde öğretmenler, memurlar, işçiler, gençlik kesimleri, üreticiler ve diğer emekçi kesimler  örgütlenmeden yana bir tavır içerisinde oldular. Biz de öğretmenler olarak bu duyarlılığın içerisinde yerimizi aldık. Var olan ekonomik ve sosyal  egemen sistem nedeniyle takdir edersiniz ki muhalif saflarda yer aldık. Muhalif olmanın kendine has risklerini alarak ve bunu en başında bilerek bu yola çıktık. Bu mücadelenin içerisinde bir takım  bedeller ödedik, ödedim. 12 Eylül geldiğinde içeri alındım. TÖB-DER başkanlığı nedeniyle beş yıla yakın cezaevinde yattım. 12 Eylül örgütlü mücadeleye, hak arama kavramına, hak arayan kesimlere bir politik saldırı halindeydi. Bundan örgütlü tüm  kesimler dernekler, sendikalar , partiler vb. payını aldı. 12 Eylül sonrası da mücadeleden kopmadım; devam ettim. 90’lı yılların ortalarına doğru kurulan memur sendikalarında da görev aldım. Eğitim-Sen, Tüm Bel-Sen, Sağlık-Sen ve diğer  sendikalar ile beraber sendikal mücadeleye girdiğimizde, bugün devletin himayesinde bulunan sendikaların bizi şikayet ettiğini gördük. Bu şikayetçi sendikalar sonraları şişirilen kadroları ile beraber yetkili sendika konumuna geldiler.

  • Kitaba gelecek olursak bu fikir nasıl ortaya çıktı ? Düşündüğünüz, planladığınız bir şey miydi? Yoksa aniden gelişen bir fikirsel hareketin eylemselliğe dönüşmesi, ruh bulması mı?

Bir kaç nokta beni bu kitabı yazmaya itti. Birincisi, bu demokrasi kavgası içerisinde olanların bir bölümü, geçen süreç içerisinde bu dünyadan göçüp gittiler. Bunların büyük bir mücadele içerisinde geçip gittiklerini gördük. Bu insanların yaşamına ait bir kayıt yoktu. Bu isimlerin hayatlarını tarihe not düşmek istedim. İkinci olarak yaşadıklarımın gelecek kuşaklara katkısı, örneklemesi olur diye düşündüm. Bu da beni bu kitaba yazmaya teşvik etti. Geçmişe bir saygı ve geleceğe rehber-ışık olsun istedim.

  • Kitabın yazım aşamasında ne tür zorluklar ile karşılaştınız? Yazım anlamında kendinizi frenlediğiniz yerler oldu mu? Yani bir nevi otosansür yapmak zorunda kaldınız mı?

Kitapta 60’lı yıllara da değiniyoruz. Günümüzden bakıldığında oldukça uzun bir zaman dilimi. Zihni bir erezyon olduğu muhakkak. Olayların ayrıntılarını kaybetmişiz. Bu konuda bir zorluk olmuştur. Bunun dışında bir zorluk ile karşılaşmadık. Diğer türlü otosansür gibi bir sıkıntım olmadı. Zaten bu olayları yaşamışız, bedellerini ödemişiz.(Gülüyor)

  • Kitapta bir dönemin fotoğrafını çekiyorsunuz. Bunu yaparken de insan hikayeleri anlatıyorsunuz. Daha doğru ifadeyle dostlarınızın, yoldaşlarınızın hikayesini dile getiriyorsunuz. “Giresun Yol Hikayeleri’nde” bahsi geçen insanların yerleri sizce neden doldurulamadı? Bu dev  yolculuğun hikayesi neden yarım kaldı ? 

Sınıf mücadeleleri uzun soluklu olaylardır. Bir ömrü ve daha fazlasını alacak bir zaman dilimini içerir. Süreç içerisinde yenilgiler, gerilemeler ya da ileri gitmeler ve zafer her zaman mümkün. Bunu kişilerden ziyade ideallerin üzerinden değerlendirmek ve öyle  inşa etmek gerekir. Kişiler geçici idealler kalıcıdır. Bizim özlemimiz tüm dünyada  demokrasinin geliştiği bir toplumdur.

  • Bu Dev Yolculukta  Giresun’un yeri neresidir ?

Doğu Karadeniz üreticisinin en önemli tarım ürünü olan fındık her zaman olduğu gibi çok ucuza satılıyordu. Biz 50 bin kişi ile yürüyüp, meydanlara toplandık. Fındık mitingleri yaptık. Bu anlamı ile biz toplumun tüm katmanlarına düşüncemizi ve fikrimiz ilettik. Bu anlamda olsun Giresun Devrimci Yol bir fark yarattı.

  • Okur bu kitabı eline alıp okumaya başladığında ne ile karşılaşacak? 

Kitabı okuyanların dönüşlerinden bahsedeyim istersen. O süreçte yaşamış olanlar yeniden geçmişe döndüklerini, o günleri tekrar anımsadıklarını anlattılar. Bu önemli.

  • Kitapta bahsi geçen Giresun ile şimdiki Giresun arasında ne tür farklar var ? Soruyu biraz daha genelleştirerek sorayım. 80 öncesi Türkiye ile günümüz Türkiyesi arasında ne farklar var ? 

80 yenilgisi bizim toplumda oldukça etkili oldu. Hak arama mücadelesi geçmişe oranla oldukça geriledi. İsveç toplumundan örnek vereyim; her insan en az altı tane örgüte üye. Yani 7- 8 milyonluk İsveç’te 30 milyon civarında bir örgüt var. Bizim ülkemizde ise artık tam tersi. Toplum örgütsüz olunca yönetenler için toplumu yönetmek kolay oluyor. Bir söz vardır “Ayaklar baş, başlar ayak olmasın.” derler hep korkarlar. Şimdinin Türkiye’sinde sokakta erkek ile kadın el ele gezmesin istiyorlar. Üniversiteler kışla zihniyetine döndürülerek baskı altına alınıyor. Bunlar ışığında geçmişe baktığımızda daha örgütlü bir toplum vardı. Bunu söyleyebilirim.

  • Kitapta doğru tabirle bir feda kuşağı var. Siz de bu feda kuşağının önderlerindensiniz. Geriye dönüp baktığınızda şunu yapmasaydık dediğiniz hiç oldu mu? Ya da daha farklı pratikler üzerinden hareket edebilirdik dediğiniz ? 

Elbetteki dersler çıkarmak gerekir ama pişmanlık para etmez derler. Kırk yıl öncesinin ideallerini, beklentilerini bugünden değerlendirmek yanlış olur. Kırk sene önce yirmi yaşında bir gencin beklentileri ile günümüzdeki yirmi yaşında bir gencin beklentileri oldukça farklı. Kendimden örnek vereyim o zaman, o dönem “Tek Yol Devrim” diyordum ama bugün demokrasi diyorum. Bugün demokratik haklar diyorum. Bugün elde olanların korunması diyorum. Talepler, umutlar, beklentiler değişmiş. O günün şartlarına göre biz ideallerimiz ışığında yaşadık. Geçmişe dönüp baktığımızda yaptıklarımızdan pişmanlığımız yok.

  • Kitapta Kızıldere’den sonra önemli bir kıyımın yaşadığı Kozköy katliamından da bahsediyorsunuz. Bu katliam nedense pek bilinmiyor. Bu katliamın göz ardı edilmiş olduğu izlenimi uyandı bende!  Sizce de öyle mi ? 

Karadeniz’de katliamlar bitmez. Geleneksel biçimde yürür. Bildiğimiz gibi 1921’de Mustafa Suphi ve arkadaşları Kurtuluş Savaşı’na katılmak için Azerbaycan’dan, Türkiye’ye girerler. Oradan Erzurum’a, sonra Trabzon’a gelirler. Tabi yol boyunca bir sürü saldırıya uğrarlar. Sonra sizi İnebolu’ya götüreceğiz derler. Sürmene açıklarında gizli ellerin yönlendirdiği Yahya Kaptan ismindeki kayıkçılar kahyası tarafından kurşuna dizilirler. Sonra yine Karadeniz, Mahir Çayan ve arkadaşları Kızıldere’de katledilirler. Benzer katliamlar Fatsa’da ve Şavşat’da da yaşanır. Ve Espiye yani benim kitapta bahsettiğim Kozköy katliamı. 12 Eylül’den kaçanlar dağa çıkarlar. Bunlar görülür, bunları bir köy muhtarı ihbar eder. Bunları jandarma kuşatır, bir obuz kenarında uyurlarken kurşuna dizilirler. Şunu söyledim kitapta “insanlar öldürülmeden teslim alınabilir ve yaşatılabilirlerdi.” Kenan Evren’in bir sözü vardır.”Asmayalım da besleyelim mi ?” Devletin içerisindeki derin bir kanat her zaman katliamdan yana olmuştur. Ayrıca Kozköy katliamında ölenlerin hiçbirisinin aranması dahi yoktur.

  • Günümüz nasıl görüyorsunuz?

Siyasal İslamın çözülüşünü görüyorum. Tarikat yuvalarından, medreselerden bu toplum yönetilemez bu ortaya çıkıyor artık. Dinsel kültürel bir yapı daha önce denenmemişti. Bir reklam olarak ortada bekliyordu. Denendi ve görüldü ki toplum dinsel anlamda bakıldığında buna uygun değil. Muska ile üfürükle, bu işlerin olmayacağı görüldü. Şöyle derler “Bir musibet bin nasihatten iyidir.”

  • Gelecek kuşaklara neler önerirsiniz ?

12 Eylül ve sonrası neoliberalizm diye tabir edilen sistem toplumdaki dayanışma, bir araya gelme, imece fikrini yok etti. Toplumda kooperatifler kalmadı, dernekler kalmadı.Toplumda  bireycilik ön plana çıktı. Buna rağmen insanlar bir araya gelebildi. Gezi olayları yaşanan  tüm olumsuzluğa rağmen bu dayanışma kültürünü yeniden ortaya çıkarmıştır. Bu da gösteriyor ki imece fikri insanlardan kolayca söküp atılamıyor. Faşizmi önlemenin, darbeleri önlemenin örgütlü bir toplumdan yana olmayı gerektirdiğini tüm gençlerin bilmesi gerekiyor. Dayanışmayı temel alan örgütlülükler yaratmak gerekiyor.

  • Önümüzdeki Pazar önemli bir seçim var ve Türkiye’nin  unutulmaz belediyecilik örneği  önümüzde duruyor; Fatsa Tecrübesi ve sizin de kitabınızda bahsettiğiniz Fikri Sönmez örneği!  Ve buradan hareketle şöyle soralım Ziya Gül’ün oğlu Erdem Gül Adalar belediyesi başkanı adayı, Ziya Gül tüm bunların ışığında ne söyler? Güncel olarak Fatih Maçoğlu örneğinde olduğu gibi bir Adalar örneği  ortaya çıkabilir mi ?

Maçoğlu gerçekten Türkiye ölçeğinin çok ilerisinde onu bir kenara koyalım. Türkiye’de yerel yönetimlerin yetkileri daraltıldı öncelikle buradan bir giriş yaparsak bu yönetimsel hareket alanını büyük ölçüde kısıtladı. Bazı belediye çevrelerinde imar rantı gibi bir rant ortaya çıktı ve belediyecilik bu tip yerel yönetimlerde rantın dağıtılması üzerine şekillenmeye başladı. Kamucu, halkçı yönetimler sınırlı ve az bunu kabul edelim. Ada belediyeciliğinde iki düşünce çarpışıyor. Birisi adayı imara ve ranta açma düşüncesindekiler, diğeri adanın öz varlığını koruma düşüncesinde olanlar. Adayı ranta açmak isteyenler Yassıada’yı açmışlar. Yani orası bitmiş. Adanın ranta açılması demek, betona teslim olunması ve buranın tüm özelliğini kaybetmesi demek. Erdem Gül böyle bir gelenekten gelmediği için buna karşı çıkıyor. Daha önceki belediyeler durağan bir belediyecilik izlemişler ve Adaya yeni bir nefes, yeni bir soluk getirememişler. Erdem Gül rutin belediyeciliği yaparken Adalılar’ın hayatına yenilikler getirmeli. Kültüre, sanata, tiyatroya, sinemaya dair. Ötesinde buradan çıkabilecek etkinlikleri giderek yaymalı. İstanbul’a, Avrupa kentlerine yayıp işbirliğine gitmeli. Kültürel çekim merkezi yaratması gerekiyor. Adalar Belediyesi kendi öz ihtiyaçlarını gidermeye yönelik yaratıcı bir çaba içerisinde olmalı. Bunu yaparken de adil ve eşitlikçi, halkçı bir belediyecilik olmalı. Buranın ihtiyaçlarını karşılayacak tarım üretimi yapılmalı. Erdem Gül’ün bir sloganı var “Ben Adaya Denizi Getireceğim” bu sloganın altında yatan bir sebep var. Tüm sahil boyları paylaştırılmış. Adaletsiz bir şekilde bazı kimselerin eline geçmiş. Kıyılar çevrilip, satılmış. Buradan gitmiş Rum aileler var mesela onların çocukları ile diyaloğa geçilip gidiş gelişleri sağlanmalı. Kültürel anlamda bu çok önemli. Adayı cazibe merkezi yaparken betondan korumak gerekiyor.

  • Kitap ile ilgili  eklemek istediğiniz şeyler varsa alalım hocam?

Kitap iyi karşılandı genel olarak. İstanbul’da iki imza günü yaptık. Karadeniz’de de bir kaç şehirde imza günü yapacağız. Ankara’yı düşünüyoruz. Birinci baskısı tükendi. İkincisi baskı aşamasında. Kitapta edebi bir dil kullanmadım. Hikayemsi ve okunabilir bir dil ile okura ve hedefe ulaştığımı düşünüyorum. İleride elimizde olan hikayeler ile yeni bir kitap çıkarabilir miyiz? Neden olmasın Sonbahara belki…

  • Son olarak söylemek istediğiniz?

Türkiye’nin yaşlı kuşağı içerisindeyiz. Eğer insanlığın iyiliğini, güzelliğini, çocukların ölmemesini, kadın ve erkeğin eşitliğini talep ediyorsak, bunlar en doğru taleplerdir. Eşitlik, özgürlük ve adalet talepleri insanlığın bu zamana kadar  elde etmiş olduğu en yüce değerlerdir. Bu değerleri istemek son nefesimize kadar sürecek. Bizim gibi daha nice nesiller gelip geçecek bu kavga bitmeyecektir. Çünkü bunlar insanlık idealleridir.

KitaptanSanattan.com / Oğuz Kemal Özkan – Ulaş Karakaya

Not: Fotoğraflar Kitaptan ve Tuncer Dervişoğlu arşivinden alınmıştır.

Başa dön tuşu