Bir Kuva-yı Milliye Kadını: ‘Dilek Türker’ – Oğuz Kemal Özkan yazdı…
Evet, Dilek Türker bir Kuva-yı Milliye kadınıdır. Sadece bugün değil, bu ülkenin ‘Kurtuluş Mücadelesi’ni vermiş olduğu o yıllarda yaşasaydı; bir Kara Fatma, bir Halide Onbaşı, bir Şerife Bacı ve daha nice kahraman Türk Kadını gibi mücadelenin ön saflarında olurdu; belki cepheye mermi taşıyarak, belki cephede en önde çarpışarak, belki de ilk Meclis’te Mustafa Kemal’in “Kurtuluş Mücadelesi”nin haklılığını sabahlara kadar anlatarak… Dolayısıyla “Kuva-yı Milliye Kadını” nitelemesini bir övgüden ziyade durum tespiti olarak yaptığımı belirtmek istiyorum.
O’nun hayatı da, ağaç üstlerinde daldan dala atlayan Çalıkuşu’nun Feride’si gibi, bir çınar ağacının gölgesine gömülmeyi arzulayan Nazım gibi, annesinin daha çocuk yaşta terk ettiği yatılı okulda çınar ağaçlarına sarılarak ve onlarla sohbet ederek bir ağacın kokusundaki ve gölgesindeki huzuru, umudu, barışı aramakla geçti, geçiyor. Bu arayışı onu Nazım Hikmet ile de buluşturdu, Kuva-yı Milliye kadınları ile de..
Bir “Çalıkuşu” gibi başlayan yaşam yolculuğunu, sevgi, umut ve barış duygularını her zaman koruyabileceği, taşıyabileceği ve aktarabileceği “sanat” ile sürdürmeyi seçtiğinde, Muhsin Ertuğrul’un kapısını çalarak adım attı tiyatro sahnesine. Tiyatro artık tek sığınağıydı, mabediydi. Sevgiyi, kardeşliği, barışı, umudu ancak tiyatro ile yaşatabilir ve yayabilirdi. Ve öyle de yaptı…
Çocukluk ve gençlik yaşlarında bulunmak zorunda kaldığı sosyete ortamlarının caka satmak üzere kurulu yaşamlardan oluştuğunu gördükçe, tiyatrosuna sığındı. Tiyatro umudunu korumasının, yaşama bağlılığının en büyük dayanağı olduğu kadar insanları uyandırmanın, silkelemenin, her şeye rağmen onlara umut vermenin en iyi yolu idi.
Şehir Tiyatroları’nda başladığı sanat hayatına, Almanya’da devam etti. Almanya’da ilk kez Almanca oynanan Türk oyunu olan “Sevdican”ı tam 12 yıl oynadı. Usta yazar Nezihe Meriç’e yazdırdığı “Sevdican”, belki de onun nasıl bir Kuva-yı Milliye kadını olduğunun, olacağının ilk sinyallerinden birisi idi. Bu oyun, Almanya’da yaşayan gurbetçi Türklerin ve göçmenlerin sorunlarını anlatıyordu. Oyun öyle ilgi gördü ki, hem gurbetçi Türkler o güne kadar anlatamadıkları sorunlarını aktarma şansı yakaladılar hem de Almanlar anlayamadıkları bir halkın alışkanlıklarına, davranış biçimlerine karşı empati yapma fırsatı buldular. Namı ‘Solcu Sanatçı’ya çıkmışken, Almanya’da oynadığı bir dizinin çekimlerinde ‘Bu dizi Türkleri aşağılıyor’ diye düşündükleri için seti basan gurbetçileri, polisten kurtaran yine o olacaktı.
1 Mayıs 1977’de Taksim’e çıkmaya çalışırken yerlerde sürünen de o idi, Alman Tasavvuf araştırmacısı Annemarie Schimmel’e Nazım’ı tanıyıp tanımadığını da soran, Komünizmin uygulanış şeklini merak edip Doğu Almanya’ya da giden…
Güzelliği ile de nice yürekler yakan Dilek Türker’in ne dünyaca ünlü bir yönetmenden Londra-Roma-İstanbul üçgeninde yaşamak gibi cazip ne de çelik krallarından aldığı şan-şöhret-parayı fazlasıyla getirecek evlilik tekliflerinde gözü vardı. O’nun idealleri her şeyin üstünde idi. Bu tarz teklifleri hep reddedip, mücadelesine devam etti. Türkiye’ye Aziz Nesin’in kendisine yazdığı oyun ile döndüğünde, kurduğu tiyatrosunu kooperatif evini satıp kurmuştu. Ve daha ne evler, ne paraları hep tiyatrosuna harcayacaktı. O’nun yaşam felsefesi bu idi.
Cem Karaca’ya oyunlarının şarkısını yazdıran, O’nu bir de yasaklı döneminde şarkılarıyla Türkiye’ye sokan, Alman basınında “devleti şairi ile barıştıran sanatçı” olarak anılan, Aziz Nesin’e ilk kez ‘kişiye oyun’ yazdırtan, Ataol Behramoğlu’nu gece 2’de arayıp “Vera Tulyakova’nın Anıları” kitabını oyunlaştırmak istediğini söyleyen ve Behramoğlu’nu beklemeden Nazım’ın karısı Vera ile diyaloga geçip onu ikna eden, Lenin’in “Eserleri birçok devrimci kuşağın eğitimi için çok faydalı bir ders olacak” dediği Rosa Luxemburg’u sahneye koyan, Kuvay-i Milliye kadınlarını tek başına sahnede oynama cesaretini gösteren ve yüreğini koyan, Haldun Dormen’in “Kendim de dahil Dilek Türker kadar tiyatro aşığı kimseyi görmedim” dediği çılgın, deli bir sanatçı o…
O aslında kendisine “Soytariçe” diyor; “Kraliçe tacını çok genç bir kadınken taktılar başıma ama insan yavaş yavaş idrak ediyor gerçekleri. Anladım ki ben ne kraliçeyim ne bir soytarı. Bir Soytariçeyim ben”
Hiçbir zaman alelade ya da para kazanmak, herkesin desteğini almak için oyunlar sahneye koymadı. “Nakşidil Sultan”ı da oynadı, “Rosa Luksemburg”u da, “Latife”yi’de oynadı “Kuvay-i Milliye Kadınları”nı da, “Sevdican”ı da oynadı, “Mutlu Ol Nazım”ı da…
Oyununu satın alan, artık hiçbir kaygı gütmeden sahneye çıkıp oyunu oynayıp gitmek varken salonu doldurmayan CHP’lileri azarlayan ya da oyun oynanırken gürültü yapan özel okul öğrencilerini Anadolu’da lastik pabuçlu öğrencilerin oyunu nasıl izlediklerini anlatarak onlara ders veren de o idi.
Oyun sonraları aldığı en büyük ödülü sosyetenin, bürokratların çiçekleri ya da oyun sonrası verilen kokteyller değil; ya bir Anadolu kadının kulisine gelip gösterdiği sevgi ya da toprak dolmuş tırnaklı elleriyle çocukların alkışı oluyordu.
Umudun olmadığı yerde gelişmekten, değişmekten söz edilemeyeceğini durmadan, yılmadan dile getirdi. Projeleri aydınlanma mücadelesi yapan bir Atatürk kadını olarak, hep bu amaç doğrultusunda oldu. Tırnaklarıyla kurduğu ve yaşattığı tiyatrosu ile de bu mücadeleyi bir yaşam felsefesi haline getiren ve halkına Atatürk’ün devrimlerinin ışığında umut aşılayan birisi olmaktan asla vazgeçmedi.
Türkiye’nin uluslararası arenada imajını düzeltmeye çok ihtiyacı olduğu ve İBB’nin İstanbul’u dünya çapında bir kültür sanat kenti haline getirmek amacını sık sık dile getirdiği bugünlerde; Ataol Behramoğlu, Mehmet Balkan gibi alanlarında usta sanat insanları ile proje üretmeye devam ediyor. Hem pandemi sürecinde umutsuzluğa ve korkularına mahkum edilen insanlığa hem de kötü günler geçiren ülkemize umut olacak projesini gerçekleştirmeye çalışıyor.
Sanat hayatında 55. yılını geride bırakan, birlikte çalışma şansını yakaladığım; hayatını milletine, insanlığa ve sanatına adamış bir sanatçıyı böyle bir yazıda hakkıyla anlatmak elbette mümkün değil. Dilek Türker’in yaşam öyküsüne Ragıp Ertuğrul’un kaleme aldığı “Soytariçe” kitabından ulaşabilir ve Kuva-yı Milliye ruhunu nasıl taşıyan, yaşatan bir kadın olduğunu öğrenebilirsiniz.
Oğuz Kemal Özkan