KÖŞE YAZILARIMahmut ÇaymazSANATTANTİYATRO

Bir Masa Üç Dünya – Mahmut Çaymaz yazdı…

25 Ocak 2024 tarihinde Asmalı Sahne’de, Ülkü Oktay’ın yazdığı, Petek Kırboğa’nın yönettiği, Kumru Yaren Cengiz’in dramaturgisini üstlendiği, İlker Toğay’ın ışık tasarımını yaptığı, Kardelen Hacıoğlu’nun, Gül Gülsün Yıldız’ın ve Cem Gürleyen’in, normalde Seda Keleş İnangu’nun ancak benim izlediğim oyunda Ecem İşcan’ın oynadığı “Mümkün Dünyalar” oyununu seyrettim.

Otelin lokantasında bir masa etrafında, üç farklı dünyaya sahip olan insanları görmekteyiz: Kocası tarafından terk edilmiş, kızını yıllar önce halasına bırakmak zorunda kalmış bir anne (Meliha), ailesinin yokluğunda, kendisine yalan dolu bir dünya kurmuş, sığınacak yuva arayan bir kız (Nihal), Meliha’nın kızı olduğu için, “kız” kelimesi yerine “kadın” dememiz gerektiğine dair bir düzeltmeyi de ekledikten sonra, kendi ailesinin gölgesinden çıkamamış, aile içinde hiçbir vasfı olmayan; ancak toplum içinde yer edinmeye çalışan damat (Hakan)’ın hikâyesine tanıklık etmekteyiz.

Ülkü Oktay’ın metninde karakterler derinlikli bir şekilde çizilmiş. Meliha karakteri, kocasının onu terk etmesi üzerine, yetersizlik duygusuna kapılarak zaman içinde kendini genç kız gibi göstermeye ve güzellik yarışmalarına katılmaya çalışmıştır. Nihal, kendine yalanlarla kurulu bir düzen oluşturmuş ve hâlâ o rüya aleminin içinde yaşamaktadır. Hakan ise, aile içinde kendine yer edinememiş, hiçbir zaman “birey” olamamış; bu yüzden,  insanlara kibirle yaklaşarak kendi varlığını gösterme çabası içine girmiştir. Garson ise bu hikayede en masum olan kişidir, çünkü hiçbir derinliği olmayan bir tiptir. Ülkü Oktay, hikâyenin sonunda herkesi haklı çıkarmış ama aynı zamanda herkesi de haksız çıkarmıştır. Kimin haklı olduğunun kararını, seyirciye bırakmıştır.

Petek Kırboğa, yoğun bir reji yaratmak yerine, karakterlerin kendi çatışmalarını öne çıkaran bir reji ortaya koymuş; oyunda, bir masa etrafında oturan üç kişinin, kendi dünyalarını savaştırdığı bir düzlem kurulmuştur. Reji anlamında, metne ve oyunculuklara katkı sağlayan bir reji oluşturulmuştur; ancak aynı reji, başka oyuncularla da aynı olumlu sonucu verir miydi, bu konuda açıkçası kararsızım. Yük daha fazla, dramaturg ve oyunculara bırakılmış gibi.

Kumru Yaren Cengiz’in, oyuna başarılı bir dramaturgi sunduğu görülmektedir. Karakterlerin psikolojik boyutları dramaturg tarafından başarılı bir şekilde analiz edilmiş ve bu karakterlerin geçmişte yaşadıkları sorunların, bugünlerine nasıl etki ettiği oyunda görünür kılınmıştır.

Işık tasarım düzleminde, İlker Toğay’ın, diğer oyunlarında da gördüğümüz üzere (Aslında, Artiz, Quasimodo – Notre Dame’in Kamburu) kendini tekrar eden bir ışık tasarımı kullandığı görülmektedir. Toğay, tasarımını üstlendiği diğer oyunlarında da, ya karakterlere farklı ışıklar atamış ya da oyunun başında bir atmosfer yaratarak o atmosfer altında tüm oyunu sürdürmeyi tercih etmiştir. Bu oyununda da oyunun sadece bir sahnesinde, Nihal’in konuşmasında, genel ışık kapanmış ve tek sahnede odak noktası Nihal’e indirgenmiştir; ancak tüm oyun boyunca genel ışık kullanılırken, yalnızca o sahnede genel ışığın kapanması, ne yazık ki bir anlam ifade etmemektedir. Oldukça minimal bir ışık tasarımı kullanılmış ancak, bir önceki gün ve annenin geldiği ilk sahnede, masaya vuran ışıkta herhangi bir değişim olmamış ve bu devamlılık, doğal bir atmosfer yaratma noktasındaki gerçekliğini de yitirmiştir. Çünkü her masaya, her an, aynı noktadan aynı şekilde ışık vurması, mantık düzleminde mümkün değildir. ,

Operatörlük düzleminde, -bu eleştiri yalnızca benim izlediğim oyun için geçerli bir eleştiri olabilir- operatörlerin, oyunlarda çok büyük bir rol oynadığına inanan biri olarak, onların da en az oyuncular kadar, işlerini büyük bir titizlikle yapmaları gerektiğini düşünüyorum. Işık kanalında, hiçbir işlevi olmamasına rağmen, köprü gibi uzanan beyaz bir üçlü kablo, oyun esnasında, telefon zil seslerinden önce kolonlardan gelen ‘pat pat’ sesleri, sesin oyun boyunca gereğinden yüksek bir şekilde verilmesi, müziğin, ortasından direkt olarak geri sarılması gibi durumlar, seyirciye “Acaba ses provası alınmadı mı?” sorusunu sorduruyor.

Sahneye girdiğimiz ilk anda, bizi üç tane sandalye, bir masa, masanın üzerinde çatal bıçak takımı ve ‘Erikli’ marka cam şişe su karşılıyor. Olayların gerçekleşeceği yer, sahneye girdiğimiz anda kendini belli ederek bir lokantada olduğumuzu bize gösteriyor. Ancak mekanda asılı duran fotoğrafların anlamı nedir, bu konuda herhangi bir bilgi sahibi olamadım. Oyun boyunca orada duran fotoğrafların, hiçbir karakter tarafından fark edilmemesi, onların metafor olarak o mekanda bulunduğunu ve onları aslında karakterlerin izleri olarak düşünmemiz gerektiğini mi yansıtıyor, bilemedim.

Cem Gürleyen’in (Hakan) karakterini canlandırırken tüm seyircilerin nefretini kazanabilmesi, oldukça başarılı bir performans sergilediğini gösteriyor. Duygusallıktan yoksun, “Bence sen o çocuğu doğurmaktan vazgeç.” diyecek kadar kalpsiz ve annesinin izini taşıyan bir kadının yüzüne, annesinin hatalarını vuracak kadar haysiyetsiz bir karakteri, başarılı bir şekilde oynamakta. Bu kadar acımasız bir karakteri oynarken, seyircilerin nefretini sonuna kadar kazanması da dikkat çekici. Gül Gülsün Yıldız’ın (Meliha) oyunun temposunu zaman zaman yükseltip zaman zaman alçaltması, oyunun ritmini belirleyen tarafta olması, hapiste yıllarca belki de bin bir türlü acıyla karşılaşmasıyla, bugün gördüğü problemleri kahkahalar içinde anlatması, insanların düşüncelerini anlaması, geçmişin acısını yansıtmak yerine, eksik kalan annelik duygularını göstermeye çalışması, sergilediği oyunculukta net bir şekilde görülmekte. Ayrıca, kızının salata yerken çatal ve bıçak kullanışı ancak kendisinin, yıllarca hapiste olmasından kaynaklı, bıçağa bakıp anlam veremeden yerine koyuşu, oyunculukta küçük detayların ne kadar önemli olduğunu da kanıtlar nitelikte. Kardelen Hacıoğlu’nun (Nihal) oynadığı karakterin, hiçbir zaman kendi kararını veremiyor oluşu; örneğin bir garson bile onun ‘yasemin çayı’ içmesinde karar mercii olabilirken, karakterin kendisi için hiçbir karar verememesi, geçmişten beri devamlı sığınacak bir çatı aramasından kaynaklı, hep susmak zorunda kalışı, annesine her ne kadar benzemek istemese de annesiyle aynı düşünceleri, aynı tonda söylüyor oluşu ve sonuç olarak Kardelen Hacıoğlu’nun tüm bu duyguları ve düşünceleri, mimikleri ile seyirciye başarılı bir şekilde aktarması, seyredenleri, ‘Nihal’ karakterinin yıkılan dünyasında çığlıklarını duyuramayışına ortak etmesini sağlıyor. Ecem İşcan’ın (Garson), görevi dışında hiçbir şey yapmaması, sadece getir götür ile ilgilenmesi, salata adı altında tabağın içinde neredeyse kesilmemiş bir ağaç getirmesi, yüzünün hiç gülmeyişi ve ‘Hakan’ karakterine bir sahnede attığı bakış, müşterileri ve işini, aslında hiç sevmediğini seyirciye gösteriyor. Oyun içinde, oyuncu olmamasına rağmen ilgi odağı olan bir şey daha vardı : ‘Hakan’ karakterinin çorapları. Çorapların parlak renkte kullanılması, ışığın merkezinde olmaları sebebiyle çorapların ışıkta patlamasını (ilgi çekmesini) kaçınılmaz kılıyor ve rol çalıyor.

Belki çocuğunu öldürmüş, belki iftiraya uğramış bir annenin, gerçekleştiremediği anneliğine, kocası tarafından terk edilmiş annenin yetersizlik duygusuna, yıllarca birilerinin çatısı altında, başkalarının aldığı kararlar doğrultusunda yaşamış bir kadının yalanlarla kurulu dünyasının, bir anda balon misali patlayışına ve ailesinin varlığı, güveni gölgesinde yaşayan bir adamın, varoluşsal sancılarıyla başkalarını hor görmesine tanıklık ettiğimiz bu oyunda, kendinizi görebilirsiniz. Ancak unutmayın, “fazla empati başa bela” olabilir.

Mahmut Çaymaz
Tiyatro Eleştirmeni & Dramaturg

Yorgunluk Ve Uyku Halindeyseniz Tiroidlerinize Baktırın

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu