Bülent BakanKÖŞE YAZILARI

Contemporary Art Depot – Bülent Bakan yazdı…

19 Kasım 2021 ve saat 02.56. Dedemin atölyesinde buldum kendimi yıllar sonra. Ne beş yaşındayım ne de yüz elli beş. Atölye yine mükemmel bir ters perspektifle boylu boyunca uzanıyor. Kamyonların kasaları ve at arabalarının süslemeleri bitmiş. Kamyon kasalarında benim arka planlar dedemin süslemeleri ile karışmış. Ortaya ilginç bir kuşak çatışması çıkmış.

İki kuşağın işleri espas üzerinde köşe kapmaca oynarken gözüm duvarda asılı olan manzara resimlerine ve onların yanındaki tabelalara, oto plakalarına takıldı. Onlarda da büyük bir çatışma vardı. Manzara resimleri içinde esen yeller hortumlar çıkarıyor ve soyutlamalarımı espastan atmaya çalışıyordu.

Atölye içinde türlü çeşit boya tabancaları, boya kutuları, fırçalar, tutkallar, üstübeç, amerikan bezleri ve kumaşlar arasından emercensi firar kapısına doğru zorlukla ulaştığımda beni bir ay çiçeği tarlası karşılamadı. Atölyenin yeni odasının tabanı ay çekirdekleri ile kaplıydı. Üzerine bastığım seramikten çekirdekler kırılmasın diye onları toplayıp yüksekliği iki metreden fazla olan seramik vazonun içine koymaya çalıştım. Ben çekirdekleri yerine koymaya çalıştıkça vazonun içinden seramik çekirdekler zemine akmaya devam ediyordu. İç ses sakın bunları deneyim deme bunlar çekirdek değil dişlerini kırarsın diyordu. Sonunda dev vazo homurdanarak devrildi ve seramik çekirdek nehri diğer odaya ulaştığında bir deltada buldum kendimi.

ContemporaryArt Depot Ai Wei Wei

Bomboş uzanan salonda kafamı yukarı doğru kaldırdığımda yukarıdan aşağıya doğru sarkan çiviler, kılıçlar, kitaplar, takımlar el aletleri ve bıçakların üstüme geldiklerini gördüm. Gökyüzünden aşağıya doğru mükemmele yakın bir perspektif ile alanı izleyiciyle paylaşmak istemeyen nesnelerin hücumundan ancak sürünerek kaçtım. Çoban köpekleri gibi beni oradan uzaklaştırmaya çalışır gibiydiler. Arkamdan bana doğru çark etmiş gelen her türden kesici ve kasıcı aletten geriye bakarak kaçmaya çalışırken birden bir don yağı küpüne yapıştım. Kendimi oradan zorlukla geri aldığımda her çeşit yağın, gresin sabun kalıpları ile dolu odayı paylaştığını gördüm.

Volkanik bir lav akıntısı gibi oradan oraya akıp duran yağlar sabun kalıplarını üzerine alıyor onlarla birlikte mason yağmurları sonucu oluşan akıntılar gibi serseri şekilde renkli bir gösteri yapıyorlardı. Üzerlerinde 1943 yazan sabunlar toplama kamplarında üretilen sabunlara benziyordu. Yıllarca bu sabunlar ile kimler ellerini yıkadı acaba diye düşünürken en sonunda onlar ile dolu kocaman bir Yağ Sabunu Hangarında buldum kendimi. Üzerime doğru yıkılmakta olan soykırım sabunlarından dev bir örümcek beni sırtına alarak kurtardı. Olabildiğince sevimsiz bir örümceğin nasıl bu kadar güzel olabileceğini düşünürken binlerce sevimli gözün bana baktığını gördüm.

Örümcek çıkışa beni bırakıp üzerine doğru akıp gelen sabun ve don yağı ordusu ile mücadeleye devam ederken yıllar öncesinin Ege köyündeki tütün balyaları gibi kokan bir odada buldum kendimi. İşte tütün balyaları da burada. Çok zahmetli bir iş olan tütün kırma sonucu oluşan balyalar o zaman köylü için para etmiyorlardı. Bu odada ise bol sıfırlı etiketler duruyor balyaların üzerinde. Artık bozulmakta olan vıcık vıcık balyalar içlerindeki nikotini dışa vuruyordu. Çocuk dünyasının Hayal Bahçelerinde güneş doğmadan gidilen tütün tarlalarında doğan güneşin yarattığı renk cümbüşü bu odaların hiç birinde yoktu. Bol sıfırlı etiketlere bulaşan nikotin nehri beni o küçük köy ahırından dışarı attığında dev bir hazine odasında buldum kendimi.

Dev banknotların üzerinde her çeşidinden figür birbiriyle kavgaya tutuşmuştu. Bu paraların üzerindeki figürler birbiriyle çatışmayı sevdiklerinden birbirleriyle iyi geçinemedikleri belliydi. Aha işte orada Washington Abe Lincoln’e ‘Ne istedin benim güzel kölelerimden.’ deyip sızlanıyordu. Anlı şanlı büyük felsefecilerin sırtını kölesine kaşıttığını gördükçe gülesim geldi. Köleliğe karşı çıkmamış ve köleciliği kutsamış hiçbir düşünce, hiçbir akım samimi olamaz. ‘Özgürlüğün eşitlik olmadan yeşerttiği hiçbir düşünce de bu samimiyetten nasibini almamıştır’ diyordu figürlerden birisi. Bu figürlerden kaçının kölesi olduğunu ya da kaç ülkeyi köleleştirdiklerini düşünürken köleliğe mücadele eden çok azı çıkış kapısına doğru yolu gösterip olur böyle şeyler bakma sen onlara der gibi gülümsüyordu.

Köşede ise Gandhi, Mustafa Kemal’in koluna girmiş dehşetli bir tartışmanın içinde yürürken Kraliçe Elizabeth I ve II de birlikte onlara bakıyordu poker yüzleriyle. Yeni odada tavandan yerlere kadar her yer tüplü televizyonlar ile doluydu. Televizyonlarda ‘Fabrika’da çekimleri yapılan filmler gösterimdeydi. Andy Warhol her yerdeydi. Uyuyor, gülümsüyor, bir şeyler yiyor ve printlerine devam ediyordu.

‘Ölümsüzlüğün yolunu on beş dakikalığına buldum, buldum.’ diye bir ekrandan diğerine koştururken ortamın radyoaktif halinden hızla yan odaya geçtim. Her yer askeri miğferler ile doluydu. ‘Tarihin En Çok Yanlış Anlaşılan Figürü’ madalyası duvarda asılıydı. Dev madalyaya miğferler saygı duruşundaydı. Binlerce insanı ölümden kurtaran miğferler demonize edilmekten kurtulamamıştı. Robot böceklere bindirilen binlerce robot miğfer oradan oraya koşturup duruyordu. Hemen karşısında ‘Tarihin En Çok Yanlış Anlaşılan Diğer Figürü.’ madalyasına sahip kafataslarından başka bir ordu duruyordu. Yaşamı ve zekâyı içinde barındıran kafatası nasıl olur da terör ve şiddetli bir şekilde ölümle özdeşleştirildiğinden şikâyet ediyordu. Her yerinde elmaslar bulunan bir kafatasına taptıkları belliydi.  Etrafına dizilmişlerdi. İçinde beyin olmasına rağmen tapınacak bir şey bulmaya ne kadar hazır ve gönüllüler diye alaycı bir şekilde aşağılayan miğferde de bir kurşun çatlağı vardı.

Sonrasında kokmuş çamaşırlar, ilaç deposundan farkı olmayan ecza dolapları, oyuncakların olduğu bölümlerden geçerken ‘Kayıp Eşya Deposu’mu burası diye düşünmeye başladım. Açık kapalı şemsiyelerin olduğu bölüm de tam o sırada karşıma çıktı. Devasa şemsiyeler, küçük şemsiyeler açık kapalı her yere dağılmıştı. Tarihin en çok unutulan nesneleri ile dolu olduğuna göre burası olsa olsa bir ‘Kayıp Eşya Panayırı’ olsa gerekti.

Neon ışıklar ile dolu bir odaya girmeden ucunda çıkışın olduğu belli uzun koridorda yürümeye başladım. Performans, video, karanlık odalar, aynalar, hafriyat ile dolu odaları pas geçtim. Onlarca odaya bakmadan çıkış kapısından dışarı doğru yöneldiğimde kokudan rahatsız olmuş bir halim vardı. Renksiz imgeler ters köşede kalmış bende ritim bozukluğuna neden olmuştu. Bu duygu bende tanıdık bir şeydir. Ne zaman bir kontemporari iş görsem ritmim bozulur. Kapıdan çıktığımda Alis Harikalar Diyarında kostümleriyle bir teneke adam kedi kılıklı adamın yanındaki Alis elime bir broşür tutuşturdu. ‘Bu tesisten çıkışta kafa karışıklığından başka bir şey götürmediğiniz için teşekkür ederiz.’ yazıyordu. Kafamı çevirip geri baktığımda kocaman bir ışıklı tabelada ‘Contemporary Art Depot’ yazıyordu.

Broşürü cebime koydum ve elime takılan küçük bir şeyi merak edip avcumun içine alıp batığımda bir ay çekirdeği tanesi olduğunu gördüm. İçgüdüyle ay çekirdeğini ağzıma götürdüm ve onu çitlediğimde müthiş bir acıyla uyanmışım. Rüyanın etkisiyle dilimi ısırdım. ‘Ayyy Vayyy Vayyy Hayyy dilimi eşşek arısı soksun.’ diye acıyla bağırmışım.

Bülent Bakan

"Yazı"nın Sanat Serüveni 1 - Bülent Bakan yazdı... 2

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu