Elbette bizler de yaşayacağız! – Zeynep Ersen yazdı…
Ahmet’e aşığım.
Ben on sekiz gündür işsizim. İsmim Hamide. Bir boya-baskı atölyesinde çalışıyordum. Patron eteğimi kaldırdı. Tam on sekiz gün önce. Bunu Şaziye’ye de yapmıştı. Şaziye kocasına haber vermemiş. Ertesi gün tekrar gelmişti. Devam ediyor. Bir işi var. Bense patrona –o Rezzak denilecek herife- “Sen kendini ne sanıyorsun ahmak sülük” deyiverdim. Birkaç saniye sonra ne olduğunu anlamadan, çantamı bile alamadan sokağa fırlatıldım. Polise gittim. Polis tutanağında eteğimin kaldırılmış olduğu yazılmadı. Sadece “tacize uğramıştır” diye not düşüldü. Çantamı işyerinden aldılar. Çantamdaki elli dört liraya ihtiyacım vardı. O gün yeğenimin doğum günüydü. Üstelik anneme de migreni için ilaç almam gerekiyordu. Biz öyle aile hekimliğine gidebilenlerden de değilizdir. Biz tezgah işçileri…. Zamanımız dar. Çok dar.
Ahmet o gün yanıma geldi. Beni ilk defa öptü. Şaşırdım. İki seneyi aşkındır birlikteliğimiz sürüyor. Yüzüne bakakaldım. Dilimden “seni seviyorum” sözcükleri dökülüverdi. Dedim ya: Aşığım esasında. Diyemedim. Ahmet ise bu sevgi sözcükleri üzerine önümde diz çöküverdi. “Benimle evlenir misin” diye soruverdi. “Evet” dedim. Bayılacak gibiydim. Bedenimde bir yanma hissettim. Sanki ruhum dalgalanıyordu. Sanki ruhum bedenimden alev, alev dışarı taşıyordu. Bedenim daha fazla dayanamamış olacak ki, bayıldım.
Gözlerimi açtığımda Ahmet’in evindeydim.
Ahmet beni bir koltuğa yatırmış. Bir kolum yukarıda bir kolum aşağıda. Önce bir ürperme hissettim. Rutubet kokusu aldı burnum. Gözlerim açıldı. Burası yer altı işçilerinin sığınacağı türden iki oda –bir odası bir diğerine kapısız geçişi olan- bir mekandı. Kenarda bir ocak vardı. Birkaç tencere duvardaki çivilere asılıydı. Birkaç tabak, iki çift çorba kaşığı vardı.
Üzerinde oturduğum koltuk dışında, aynı onun gibi, ortasından yayı çökmüş bir yatak, iki de hurdaya dönük sandalye vardı. Yerde bir örtü… Her hal orada yemek yeniyor.
Ahmet’in gözleri ışıl ışıldı. Ahmet yaşamımda gördüğüm en yakışıklı erkektir. Öyle vakarlı, öyle erdemli, öyle sıcak, merhametli…
“Yarın evlenme işlemimizi başlatalım mı?” diye sordu.
“Tamam” dedim.
Düşündüm…. Nerede yaşayacağız? Bizim ev de iki odalıdır. Bir oda, bir salon derler ya…. Kim ne derse desin, iki oda işte. Büyük odada annem kalır. Orada köşede bir mutfak vardır. Annem yemek pişirir. Televizyonumuz da oradadır. Eskiden kalma. Tüplü. Küçücük bir ekran. Annem bütün gün televizyonu açık tuttuğu için gözleri bozuldu. Migreni de sanırım o yüzden. Her gün iki tablet ağrı kesici yutar, ağrı bana mısın demez.
Fakat ben size Ahmet ve beni anlatacaktım.
Nasıl anlatayım?
Biz evleneceğiz, fakat nerede nasıl yaşayacağız? Birikmiş iki kuruşum bile yok.
Ben böyle düşünürken Ahmet: Hamide benim tam iki aydır hiç param yok. Hani geçenlerde sormuştun ya neden böyle zayıfladın diye… Açıkçası mideme pek fazla bir şey girmedi de ondan, demez mi…
Ahmet, dedim. Ne yapacağız?
Devlet korona sayesinde dün bizlere para yardımı yaptı. Elime tam bin lira geçti, dedi sevinçten içi içine sığmayarak.
Tamam, dedim. Öyleyse annemi de alıp güneyde bir köye yerleşelim. Orada hemen iş buluruz. Yaşarız. Bu mendebur şehirden de kurtuluruz, dedim.
Saat öğleden sonra üç otuz dört idi kapıya vurulduğunda. Alıştım, kapıya vurulduğunda saate bakarım gayrı ihtiyari, alacaklılar saati midir diye işkillenirim. Baktım işte.
Ahmet kapıyı açtı. Bankadan gelmişler. İki bin beş yüz lira icra getirdiler. Ahmet elindeki bin lirayı ellerine sayı sayıverdi. Ahmet’e diyemedim, Ahmet, bu evde iki bin beş yüz lira tutacak neyin var senin, sal gitsinler. Ahmet verdi işte.
İnanın her şey tamı tamına böyle oldu.
Müstakbel kocamın soyadı Mutlu. Benimkisi Akçetin. Ben de yakında Mutlu olacağım.
Güneye gitmek için bu ay yollarda su, peçete nevi ihtiyaç malları satıp biraz para biriktirebiliriz. Bunu Ahmet’e söylüyorum. Tamam, diyor. Peki orada ne yiyip ne içeceğiz? Öyleyse iki ay çalışıp para biriktirelim diyorum. Tamam, diyor. Otostopla gideriz, para elimizde kalır, diyor. Annemi altmış yedi yaşında ve sürekli hasta. Hem üçümüzü hangi kamyon alır ki, diyorum. Öyleyse üç ay çalışıp para biriktirelim diyor. Tamam diyorum.
Kasetçalara bir kaset koyuyor. Bana anlatmıştı. Ahmet dul. Eski karısı, Mualla, tek çeyiz olarak bu kasetçaları getirmiş. Evliliklerinin on dokuzuncu günü işten eve, işte bu eve, dönerken ona bir araba çarpmış. Hemen can vermiş. Mualla’yı kıskanabilirdim ama kıskanmıyorum. Benim aşkım öyle yakıcı ki kıskanamıyorum. Oysa Ahmet’in hala onu da benim kadar sevdiğini biliyorum. Çocukluk aşkı. Hiç sönmemiş bir aşk.
Her neyse. Kasette Barış Manço “domates, biber, patlıcan” demez mi… İkimiz de yutkunuyoruz. Şarkıyı dinleyemiyoruz. Ben geçiyorum kasetçaların başına. Ahmet’e geçen sene hediye ettiğim, eskiden çok dinlediğim bir kaseti başa sarıyorum. Erol Evgin’den İçimdeki Fırtına’yı dinliyoruz baştan sona. Birbirimize sımsıkı sarılıyoruz. Ahmet beni bir daha öpüyor. Dudaklarının sıcaklığı kalbimde çarpıntı yapıyor. Ah o ince hatlarla belirginleşmiş dudakları… Bunca zamandır hayranlıkla seyrettiğimi gizlemek için başımı eğmek zorunda kaldığım o dudaklar! Sonra sırtı… O sıcacık, uzun ve adaleli, şefkatli kollar taşıyan omuzlarına bağlanan sırtı… Ben birden nerede olduğumu unutuyorum. Yalnız küf kokusu burnumu yakıyor.
Çıkmalıyız bu cendereden. Hükümet bizleri bıraktı. Unuttu. Bizleri insan yerine koymuyor. İffetli aşkımızı kaçak ve rutubetiyle titreten yerlerde yaşıyoruz.
Birden aklıma bir fikir geliyor: “Ahmet intihar edelim! Hemen şu anda, burada intihar edelim! Böylece ahrete birlikte intikal eder, orada yaşarız aşkımızı, orada sükun bulur sıkıntılarımız.” diyorum. Ahmet “Günahtır” diyor. “Hem anneni ne çabuk unuttun.” Birden annem aklıma geliyor. Sahi ya, benim bir annem var. Ben yaşıyorum. Ahmet’in kollarında tüm mazimi unutmuşum. Annemi bile unutmuşum.
Burnuma gelen kesif küf kokusu artık bana Ahmet’in öksürüklerinin sebebini de anlatıyor. Ahmet sigara içmez, sigaralı mekanda bile bulunamaz. Geçen sene altı kez dispansere düştü yolu. Öksürüğü hiç eksik olmaz. Ona acımıyorum. Çünkü ona acımak ona hakarettir. Ahmet güldüğünde bütün çiçekler selam durur. O dudaklarının ardında gizlenmiş dişleri işte böyle senede bir iki defa kendilerini gösterir. Ben o gülüşleri beynime kazıdım. Ahdettim, neşe vereceğim ona, daha çok gülecek. Hele ki şimdi evleneceğiz, artık bu yeminimi tutabilirim. Çünkü ondan ırak bir günüm bile olmayacak. Kendimi ona adayacağım.
Bir sigara yakmak istiyorum. Hoş son aldığım tütün pek iyi çıkmadı. İlk sardığımda gördüm: İçi çerçöp dolu. Vazgeçiyorum. Yine saracaktım ya. Bu odada üstüne üstlük bir de sigara kokusu! Kıyamadım Ahmet’e.
Bizim gibi insanlara yaşam hakkı var mı acaba bu dünyada, diye düşünüyorum. Ahmet “Efendim?” diyor. “Efendim?” diyorum. Meğer sesli düşünmüşüm.
Beni kollarından bırakıyor. O an fark ediyorum, halen kollarında olduğumu.
Sonra, elbette, diyor. Elbette bizler de yaşayacağız!
Utanıyorum.
Ahmet’in gözlerinin içine gözlerimi daldırıp,
“YAKINDA MUTLU OLACAĞIM BEN” diyorum.
Zeynep Ersen