“Eser” yaratıcının cehennemi! – Erbil Karakoç yazdı…
İnsanın kendisiyle mücadelesi aynı zamanda düşünceyi ilerletmesidir. Şimdiye kadar yeryüzüne gelmiş bütün filozofların kendileriyle mücadele ettiklerini görürüz! Böylesi bir durumda feylosofların eserleriyle ilgili acele bir soru sorarsak bu soru olmaz, soruya gizlenmiş bir çeşit itiraz türü olur. Yirminci yüz yıl feylosofu Gilles Deleuze kendisine soru sorulmasından bunun için nefret ederdi.
İyi bir kitabın, romanın veyahut şiirin tarifi nasıl yapılır? Bütünlüklü olmaları mı, anlamlı olmaları mı ya da kurgularının su götürmez olmaları mı? Bütün bunlar iyi birer olgu olabilir ama bana göre iyi bir yapıtın en önemli tarifi “her yerinden giriş veya çıkış yapılabilir olmasıdır.” Herhangi bir sayfayı çevirdiğinizde bir önceki sayfayı okuyup okumadığınızın pek de bir öneminin olması gerekmez. Asla burada eserin belli bir kısmı önemsizdir demek istemiyorum. Düşüncenin ilerletilmesi yani bir nevi yukarıda da bahsettiğim gibi “insanın kendisiyle çelişmesi yani insanın kendisiyle mücadelesi” eseri anlamlı kılar. Çelişkili eser (Çelişki kelimesini insanı kendisiyle mücadelesi olarak okuyunuz) giriş ve çıkışı kolaylaştırır, algıyı akıcı kılar. En güzel örneğini yazım dünyasında Kafka’nın eserlerinde görürüz. Kafka’yı okumak ağır ve bunaltıcı diyen onlarca okur eserde bütünlüklü bir anlatım beklediği için yanılgı içine düşerler. Eseri bir bütün olarak anlamaya çalışırlar. Oysaki feylosoflar ve bilim insanları dahi birbirlerini bir bütünlük içinde aynı düzlem doğrultusunda anlamak istememişlerdir. Zaten böyle bir anlama gereksinimine de ihtiyaç duymamışlardır. Anlamama ihtiyacını en güzel teorize eden Türk feylosof Ulus Baker’dir. Anlamaktan ziyade “yaratıcılıkta arzuyu” önemsemiştir. (Sanat ve Arzu – Ulus Baker)
Çelişkiyi bir yöntem olarak esere giriş-çıkışı kolaylaştırmayı ve aynı zamanda akıcılığın en güzel örneklerinden birini ise resim dünyasında Salvador Dali’de buluruz. Dali’nin resimleri bin bir parça ve çelişik görünerek esas anlamıyla bir bütünü sağlar. Ben buna Cehennem Mahallesi diyorum. Eser yaratıcının cehennemi! Kendinizi cehennemde düşünün; çekeceğiniz acının sonunda herkesin hayranlıkla bakacağı bir eser ortaya çıkarmışsınız. Hayranlık verici bir eseri yaratırken yanarak mı, çarmıha gerilerek mi yoksa başka türlü eziyetler silsilesinde önceliğin hangisinde olduğunun ne önemi olabilir. Sonuçta bütün bunlar tıpkı hayatımızda yaşadıklarımız gibi birer kesittirler ancak akışı bozmayan birer kesittirler ve birbirleriyle çelişiktirler. Öyle olmasalardı fotoğraf makinesinin icadı resim sanatını öldürürdü. Birincisinde sadece anlık pozlar varken ikincisinde yani sanat olanında akışkanlık mevcuttur. İyi bir roman ya da beğendiğimiz bir şiir çelişik yani akışkan olan kesitlerle doludur. Böylesi bir ilke siyaset bilimi içinde geçerlidir. Her siyasi dönem bir sonraki siyasi dönemi belirleyecek iyi ya da kötü anlamda belirleyecek bir kesitler-akışlar-çelişikler bütünüdür.
Yeni nesil yazım dünyası kurguculuk üzerine çok fazla kafa yorduğundan olsa gerek yazım geleneğini sadece sığ bir bütünlük içine hapsetmiştir. Bu bütünlüklü çember aslında kısa bir kesitin uzun uzun anlatısıdır. Tıpkı tavana asılı bir pervanenin dönüşü gibi. Pervanenin her dönüşü bir önceki dönüşünün tekrarından öte bir şey değildir.
Sosyal medyada paylaşılan kısa alıntıların yüzlerce beğeni almasının sebebi eserin tümünün ne demek istediğini anlatmazsa bile(alıntıyla böyle bir şeyin imkansız olduğunu hepimiz biliriz) beğenilmesi ve benlikte yer etmesi yine kesitlerin akışkanlığındandır. Yani alıntıyla aslında eserin herhangi bir yerine giriş ve çıkış yapmış oluruz. Tıpkı hayatımızın kısa bir parçasını dostlarımıza anlatırken dostlarımızın ilgiyle dinledikleri gibi. Oysa hayatımızın tümünü anlatmaya kalkışırsak dostlarımız sıkılır ve dinlemezler!
“Ötekilerin Cehennem Mahallesi!”
Yukarıdaki ara başlığı kullanmamın sebebi günümüz toplumunun özellikle ülkemizin popüler tarihçilerinin , felsefecilerinin ve benzerlerinin bize bilgi iletmelerinin dayanılmaz hafifliğidir. Böylesi hafifliği “bilgi toplamayı bilgelikle karıştıran” televizyon kuşağı ve sosyal medya profesörlerinde sıkça görürüz. Okumayan topluluklar, dinleyen ve kolay inanan topluluklardır. Okuyan toplumlar ise konuşan, yazan ve sorgulayan toplumlardır. Birincisinde kimin sesi gür ve çok çıkıyorsa ona inanılır, ikincisinde ise fikirlere inanılır. Yazıyı birincisinden ilerletelim. Her gün beyinlerimize çok değişik teknolojik aletlerle tonlarca gereksiz ve yanlış bilgi pompalayanların elbette bir amaçları var. Bu amaçları sadece kendi konforlarını ve unvanlarını sürekli kılmak istemelerinden değildir. Olanak ve şartları onların lehine kolaylaştıran egemen erk aklın bitmez çıkarlarının kutsallığıdır. Egemen erk akıl tarafından bilginin ve eserin metalaştırılması bilgiye ulaşmayı pahalı kılmıştır. Aynı zamanda bilginin bilgisizliğini gizleyecek anlamsız ve dogmatik olmasını sağlamak yine erk aklın ürünüdür. Bilgisizliğin bilgisini, toplumsal hayattaki karşılığını laboratuar koşullarında dahi denenmeden milyonlarca beyinle buluşturma hafifliğidir.
Böylesi bir cehennemden çıkmak imkansız değildir fakat kolay da olmayacaktır. Bu cehennemden çıkışın yolu şiiri, romanı, heykeli kısacası sanatı toplumsallaştırmak toplumu sanatlaştırmaktan geçiyor. Şartlar ne olursa olsun!
Erbil Karakoç