KÖŞE YAZILARIKÜLTÜREL MİRASŞenay Lüle

Gökkubbenin Altında Bir Baş Yapıt – Şenay Lüle yazdı…

Hayalin, ilhamın, projenin, plânın, çizimin, mermerin, tuğlanın, mozaiğin, ahşabın, boyanın, kazmanın, küreğin, insanın eseri olsa da bütün bunların üstünde hikâyelerin eseridir Ayasofya! Tarihi yarımadanın orta yerinde devasa görüntüsüyle her zaman hayranlıkla seyredilen ve bir fotoğraf karesinde gösterme isteği ile yanıp tutuşulan, dört mevsimde de insanı kendine çeken gerçek bir İstanbul klasiğidir.

Ayasofya’yı birçok kez ziyaret etmeme rağmen, her defasında ruhani bir güçle yüreğimi gümbürdetirken, bu Bizans eserini kaleme alabilmek ve şu satırları yazabilmek için, elimle yüreğim arasında öyle gel-gitler yaşadım ki… Neyse; kendi görsel bilgilerimle tuttuğum notlarımla, duvarların anlattıkları imdadıma yetişti de cesaretim yerine geldi azıcık!

Burada biraz soluklanalım ve kalemi Cahit Irmak‘a bırakalım. Irmak, “Ayasofya” isimli yazısında “Düşsel Tapınağın doğumunda görevlendirilen mimarlar, ilahi dilin dünyevi dile tercümesinde anlaşmazlığa düşünce “rüya” bir kez daha imdada yetişti. İmparator İustinianos kalbini gecenin ülkesine açtı ve orada elinde saf bir gümüş levhayla dolaşan, yeşil elbiseli bir ihtiyar gördü. Levhanın üstünde tapınağın plânı vardı. “Ah! Ne olurdu sanki benim avuçlarımın arasında dursa” iç geçirdiği sırada Tanrı, İmparator İustinianos’a dönerek: “İşte! Zamanı geldi ve getirdim. Bu Ayasofya çoktandır yazılı bekliyordu kaderin çarkında” dedi. “Ayasofya nedir?” diye sordu İustinianos… ‘Bilgeliktir, kutsal ilâhidir.’dedi Tanrı.” şeklinde anlatır.

Tarihi meydana ne zaman gelirsem geleyim, ayaklarım beni hep Ayasofya’ya götürür. Vaktim kalırsa diğer cevherlere de sırt çeviremem. Turist kalabalığından sıyrılabilirsem, öncelikle Ayasofya’nın bahçesine yönelirim. Gök kubbeyle birleşen, o gülkurusu renkli uhrevi kubbeyi, göğü delen minareleri seyrederim hayranlıkla. İster hazan yapraklarının çimleri kapladığı bir zaman diliminde olsun ister baharın renkleriyle haşır neşir olurken… Bilirim ki Osmanlılar Ayasofya’ya çok değer verdikleri için pek çok padişah, şehzade ve hanım sultan türbesi bahçenin içindedir. Birinci Mahmut zamanından kalma bir şadırvan, daha önceki girişin kalıntılarıyla bir imaret, Ayasofya gezimin başlangıç noktalarını oluştururlar. Önce onların arasında dolaşırım. Sonra o devasa payandalara ilişir gözüm. Ayasofya’nın duvarları kubbenin ağırlığını kaldıramayacağından, hem Doğu Romalılar hem de Osmanlılar, yapının dışına payandalar yaparak, kubbenin baskısını önlemeye çalışmışlardır. Mimar Sinan ise, kubbeyi taşıyan payeler ve yan duvarlar arasına kemerler ekleyerek ve ağır dayanak duvarlarla destek yaparak çözüm bulmuştur.

Zekanın, matematiğin, işçiliğin incelikle ve estetikle harmanlandığı Ayasofya‘nın dış duvarları da içi kadar etkiler beni. Ne diyeyim? Altıncı yüzyılda Doğu Romalı Philon tarafından “Dünyanın 8. Harikası” olarak kabul edilen Ayasofya, sadece beni değil, herkesi etkisi altına alır ve büyüler.

Öyle ki; meşe ağacından yapılmış o büyük kapı, Doğu Roma kaynaklarına göre; Nuh’un gemisinin tahtalarından yapıldığı söylense de rivayetten ibarettir. Fakat Ayasofya’nın gün yüzüne çıkan mozaiklerinin bu kapıyı süslediği rivayet değil, gerçeğin ta kendisidir.  Eskiden her saat başı açılıp, envai çeşit kuklanın boy gösterdiği bu kapıdan törenlere katılmak için imparatorlar geçerdi. Şimdi ise namaz kılmak isteyen müslümanlar ve turistik ziyaretler için geçit görevini üstleniyor sadece.

Kubbenim altına geldiğimde ise dört Serapkin melekleri arasında İmparator İustinianos‘u görür gibi oluyorum ve hikâyeyi bir de ondan dinliyorum.

Bir hayalin peşine takılan İustinianos, dünyanın her yerine elçiler gönderir. Efes’ten ve Ortadoğu’dan mermerler ve sütunlar yollara düşer, gelirler İstanbul’a. Bu önemli tapınağa el vermek ve ayağa kaldırmak için! Depremlerle sarsılmasın diye, Tanrı evinin altına devasa dehlizler kazılır. Buradan denize kadırgalar yollanır. Bütün bu hayal, rüya ve varsayım arasındaki şimdiki haline hiç benzemeyen, üstü ahşap çatıyla örtülü, bazilika tarzında birkaç Ayasofyacık yükselir. Savaşlar ve depremler derken yok olup gider bu Ayasofyacıklar…

Şimdiki eserin inşasına 532 yılında başlanır. Miletli İsidoros ve Tralesli  Antemios‘un başkanlığında yüz usta ve on bin işçinin gücüyle, beş yılda tamamlanır. Ayasofya’nın açılışını da İustinianos yapar. Fakat zaman zamana eklenirken, İustinianos’un Ayasofyası kim bilir neler yaşayacaktır.

Zamanla kubbeler çatlayacak, kilisenin içine çökecektir. Yangınlar, yağmalar, depremler, salgınlar derken, sürekli sarsılacak ve yıpranacaktır. Mukaddes emanetler, İsa’nın kefeni zamanın çarkında hepsi yok olup gidecektir. Hatta Latin işgali sırasında hayvanların bağlandığı bir ahıra dönecektir. İgnatios‘tan Ali Neccar‘a kadar birçok mimar, Tanrı’nın evini sağlamlaştırmak için canından olacaktır. 1403 yılında Semerkand’a elçi olarak giden Ruy Gonzalez, Ayasofya’yı bir harabeye benzetecek, Fatih Sultan Mehmet ise alaycı bir ifadeyle, duvarların örümcek bağladığı, kubbesinde baykuşların öttüğü bir harabeden bahsedecektir. Dokuz yüz on üç yıl boyunca Patrik kilisesi olarak kullanılacak, 1453 yılında camiye çevrilecektir. 1934 yılında Atatürk’ün desteği ile “müze” olarak değerlendirilecek, 1935 yılında müze olarak açılacak, bahçesi “açık hava müzesi” olarak düzenlenecektir. Günümüzde ise tekrar camiye dönüşecektir.

Aslında Ayasofya’nın Ayasofya olmasında emeği geçen İsveçli mühendis subay, Cornelios Loos tarafından yeniden çizilmiştir. İsviçreli Fosatti kardeşler, binanın onarımı ile görevlendirilmiş, iç ve dışsüslemeleri bütünüyle elden geçirilirken, üstlerini de ilerde kolatlıkla açılabilecek şekilde örtmüşlerdir. Sultan Abdülmecit‘in tuğrası ise, Fosatti tarafından “Lanzoni” isimli bir İtalyan mozaikçisine yaptırılmıştır.

Siz ki; göğe açılıyormuş hissi veren muazzam kubbenin altına geldiğinizde o kubbe sanki hafiften dönüyormuş hissi verebilir. Sanki gökyüzüne bulutlara asılı kalmış gibidir. Sanki duvarlar, sütunlar, nefler kaybolmuş, kubbe sadece Ayasofya‘dır. İşte o an ayağınızın yerden kesildiğini, sanki havalandığınızı zannedersiniz. Öyle ki Ayasofya’dasınızdır. İnançların efsanelerin ve sadeliğin evindesinizdir. Huzurun ve ışığın!

Şenay Lüle
Ressam-Yazar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu