KÖŞE YAZILARI

Gökkuşağı – Murat Öksüz yazdı…

“Etraf aç köpek dolu”

Bir müddet sessizlik oldu. Yağan yağmurun sesi kalın duvarları aşıp beyninin içinde yankılanıyordu.

“Bir aç köpek olarak, bunu en iyi sen biliyorsun”

O an üzerine atlayıp onu parçalara ayırıp, çiğ çiğ yemek istiyordu. Sıktığı yumruğu avuçlarının içini kanatmıştı.

“Etrafında insanlara bir bak. Nereden geldiğin önemli değil ama kim olduğun önemli. Kendini ne sanıyorsun bilmiyorum ama kafanda yarattığın kişi değilsin. Zeki ve akıllı sanıyorsun kendini ama sadece kurnazlık yaparak hayatını geçirdin. Anlayacağını bilsem konuşmak isterdim seninle ama anlayacağın dil için zaman kaybetmek istemem. Sana denileni yap.”

Kapıyı vurdu çıktı. Hiçbir şey diyememenin yarattığı karanlık içine bir taş gibi oturdu. Arkasından bağırdı:

“Sana köpek kimmiş göstereceğim. Seni aç köpeklere yedirmezsem!”

Odanın içerisinde uzun ve hızlı adımlarla volta atmaya başladı. Mırıldanmalarından anlaşılan tek şey “Sana göstereceğim” olmuştu. Bunu belki yüzlerce kez tekrarlamıştı.

Kapıdan sakin adımlarla çıktı. Arkasında bıraktığı zavallıyı da orada bıraktı. Hayatı boyunca bu tip insanlarla uğraşmıştı. Eskiden bunlarla uğraşmak hem ağır ve yıpratıcı geliyordu ama şimdi bunlarla dolu hayat olduğu için canını sıkmıyordu. Artık bu tür insanları sivrisinek olarak görüyordu. Nasılsa sivrisinek o an canınızı sıkar ve  huzurunuzu bozar ama o olmadığı zaman hiç aklınıza gelmez ve sizin için değeri yoktur. Bunlar da birer sivrisinektiler. Vızır vızır kulağınızın dibinde öten, can sıkan, önemsiz canlılardı sadece.

Aslında aç bir köpek dediğim de bu sivrisineğe olduğundan daha fazla bir kıymet verdiğimin farkında değildir.

SİYAH

Dışarda dondurucu soğuğa rağmen bu şehre hiç kar yağmazdı. Hep yağmurluydu hava. Bu kirli hava ve yağmurla birleşince nefes almak neredeyse imkansızdı. Bu şehrin sokakları da insanları gibi dardı. Eski, her an üstünüze yığılacak gibi duran dört katlı apartmanlarla doluydu bu şehir. Apartmanlar tepelerinde yükselmiyor, sanki tepeler apartmanlarda yükseliyor gibiydi. Yağmur ve çamuru eksik olmazdı yollarda. Kimsenin birbirine selam vermediği, kafaları önünde giden, birbirlerinden korkan insanlarla doluydu. Kentin tam ortasında kente yakışan bir nehir geçmekteydi. Asma köprülerle doluydu nehrin üstü. Zift gibi kokusu insanın içine çökmekteydi. Nerede olursanız olun bu kokuyu almamanız imkansızdı. Irmak karanlıkta, kapkara bir şekilde, şehrin kalbine saplanıyordu.

Sokağa çıkar çıkmaz şehrin ağır kokusunu içine çekti. Bu kente dönüştüm sonunda. Ne kadar yıkansam daha da kirleniyorum diye içinden geçirdi. Kaldırımlardan aşağı doğru o hem sevip hem nefret ettiği Zoed’ya doğru ilerledi. Bu ırmağın ismi nerden gelmiş diye daha önce hiç aklına gelmedi.

Zoed’den geçerken kullandığı iki asma köprü vardı. Diğerlerini hep bu çirkin kentten bile çirkin bulduğundan kullanmazdı. Köprünün en sevdiği yeri ise hafif yükselmeye başladığında ki kırılmış trabzanı olduğu yerdi. Oraya kollarını dayayıp akan suyu ve  şehri izlemek sevdiği nadir şeylerdendi. Bugün diğer günlerden daha soğuktu sanki. Paltosunun yakasını kaldırıp kollarını doladı. Nehre uzun uzun baktı. İnsanların, sokakların, yolların, ağaçların, umutların ve erdemlerin bulanıklaştığı bu şehirde akan su bu bunların karışımı gibiydi. Ne içinden çıkan cesetler ne de suya vuran yüzler insanı korkutuyor, aksine garip bir huzur veriyordu. Ölümde varoluşun bir paçası değil miydi sonuçta? Ölümden sonra bir hayatın olmadığını fark ettiği an önce korkmuştu. Ne yani yok olup gidecek, kendi varlığımdan bile kendisinin haberi olmayacak mıydı? Bunların boş düşünceler olduğunu sonraları fark ettim. Kendimi olmayan Tanrının yerine koymaktan başka bir şey değildi. Ciddiye alınacak bir tarafım yoktu diye içinden geçirdi.

Bu kara bulutlarla sarılı şehir, karanlık evleri, karanlık Zoed ve kapkara insanlarına rağmen burada olmayı hep sevmişti. Belki bu gölgelerin arasında saklanmak hoşuna gittiğinden, belki de o gölgelerden oluştuğundandır. Oysa herkes gölgesinde başka hayatları, kişileri taşır. Hayatı boyunca sığınacak bir gölge arar ve gölgesinde vurulur.

Yağmur hep bu akşamla gece arasında dururdu. Yalnızlığına doğru hızlı adımlarla ilerledi. Yolun sonunda onu bekleyen de kendisiydi.

MOR

Odanın içinde attığı voltalardan deliye dönmüş, nefes alamaz hala gelmişti. Kapıdan başı koparılmış tavuk gibi çıktı. Önce yukarı doğru hızlı adımlarla ilerlerken durup, tam aksi yönde koşmaya başladı. Nefes nefese kalana, gözü kararıncaya kadar koştu. İçinden hala sana aç köpeği göstereceğim diyordu. Durdu eğildi iki eli dizlerinde, kan tükürdü yere. Nehrin kenarında ki trabzanlardan tutundu. İyi olmam için bu dünya bana ne verdi. Ne anne, ne baba, ne sevgi, ne para, ne yetenek, ne güzellik, ne şan ne şöhret. Her şeye siz sahipsiniz dün, bugün, gelecek, cennet, cehennem, var oluş, yok oluş, onur, erdem. Bana kirli bir el, pas içinde bir yüz kaldı. Şimdi o elimle  boğazınıza sarılma vakti. Ama önce dedi. Sonra o nehrin sularına bakakaldı. Trabzanlara iki elini dayadı, yaslandı. Aynı nehre bakmışlardı. Ama gördüğü çok farklı şeylerdi. Ne insan yüzleri, ne karanlık, ne bulantı. Tek gördüğü kanlanmış gözleriyle kendisiydi. Kin dolu gözlerle kendisine bakıyordu. Aslında kendisi de yavaş yavaş anlamaya başlamıştı; bu hayatta en çok nefret ettiği kişinin kendisi olduğuydu. Ama hala bunu itiraf edemiyor, olmamışlığını, acılarını, bulunduğu durumu hep başka kişilerin, başka şeylerin üstüne atıyordu. Aslında bıraksalar tek bir hamle ile kendisini boğazlardı. Ama daha bu iki eli bu dünyanın yakasında dolaşırken, kendisine sıra çoktu. Hem onca nefretine rağmen, yine tek sevdiği kişi de kendisiydi.

Çoğu insan hayatı seviyor sanar. Oysa sevdikleri tek şey kendileridir.

Uzaktaki köprü kuru bir yaprak gibi gelirdi gözüne. Her an nehre düşüp, kaybolup gidecek. Bu karanlık şehirde dayanamadığı şeylerin başında da bu yağmur geliyordu. Gökyüzünden vurulmuştu bu şehir. Her damlasında aslında vurulan kendisiydi.

Sinirini bir şeyden, birinden çıkarmak istiyordu. Yolda serseri mayın gibi dolanmaya, insanların üzerine üzerine yürümeye başladı. Kimse onunla yüz yüze gelmek istemiyor. Kenara çekiliyordu. İnsanlarda ki bu korkaklık dayanılır gibi değildi. Gözüne kendi gibi yürüyen, diğer insanların çekindiği birini fark etti. İnsanoğlu en çokta kendine benzeyen kişileri sevmez. Hatta onun kalp atışlarını, siyah kanının damarlarında akışını, gözünde ki pisliği her şeyini hissediyordu. Arkasından sinsice sokulup, arkasından bıçağı sapladı. Ne olduğunu bile anlayamadan kolları arasında yığıldı. Kucağına alıp, nehre attı. İçine bir ferahlık geldi. Oh be dedi, yaşamak buymuş. Herkesin gördüğü, kimsenin duymadığı bir cinayet işlemişti. Herkesin duyduğu, kimsenin görmediği kişiler olmak isteyen insanlar geldi aklına. Ona söyleneni yapmıştı. Kendisi bile bunun farkında değildi.

Ellerini kaldırımın kenarına biriken su da yıkayıp, kaldırım kenarına oturdu. Yağmur durmak üzereydi ve evi dediği dört duvar arasına her zaman ki gibi gitmek istemiyordu. Artık rahatlamıştı. Ayaklarını uzatıp, boş kaldırımlarda ki su birikintisine bakıyordu. Bu sefer nedense hiçbir şey göremiyordu.

KIRMIZI

“Etraf aç köpek dolu.”

Bir müddet sessizlik oldu. Yağan yağmurun sesi kalın duvarları aşıp beyninin içinde yankılanıyordu

“Bir aç köpek olarak, bunu en iyi sen biliyorsun”

Ona söylemek istediği bir çok şey daha vardı aslında. Ama bunların hiç birine değmez diye düşündü. Onun bu boş ve sinirli gözlerini görmek, dayanılmaz hale gelmişti. Odanın tek penceresine doğru yürüdü. Yağmur çürümüş pencereden sızmış, yerler ıslanmıştı. Pencereyi açtı. Elini yağmura doğru uzattı. Bu yağmur beni öldürecek diye içinden geçirdi. Arkasını döndü. Hala sinirinden yumruğunu sıkmış bir şekilde kendisine bakıyordu. Çıkarıp tabancayı alnından vurdu. O boş gözleri, boş kanı ile doldu. Kendi eliyle büyütmüştü, kendi eliyle yok etti.

MAVİ

“Etraf aç köpek dolu.”

Bir müddet sessizlik oldu. Yağan yağmurun sesi kalın duvarları aşıp beyninin içinde yankılanıyordu

“Bir aç köpek olarak, bunu en iyi sen biliyorsun”

Aynadaki yüzüne bakıp, bunları söyleyip duruyordu. İçinden çıkamadığı bu şehir, içinden çıkamadığı anlar, içinden çıkamadığı odaları yaratmıştı. Artık ne gerçek, ne hayal hiçbir şeyden emin değildi. Bulanık şehir, gökyüzü,  insanlar gibi kendine de hiçbir şeyden emin değildi. Kendinden bile. Oda da yalnız başına dolaşıyor. Kendi kendine hakaret ediyor. Kendi kendinden nefret ediyor. Tek başına çift kişilik bir yaşam sürüyordu. Ya bir köprü üstünde hayal ediyor kendini, ya da birini öldürmüş eli kanlar içinde oturmuş. Ya da odada kendini vurduğunu düşünüyordu.  Oysa ikisi de kendinden o kadar uzaktı ki. Mavi bir gökyüzü vardı sadece düşlerinde. Maviye bulanmış hayaller sadece.

BEYAZ

Etrafta belli belirsiz sesler duyuluyordu. Nereden, kimden geldiği belli değil

“Etraf aç köpek dolu.”

Bir müddet sessizlik oldu. Yağan yağmurun sesi kalın duvarları aşıp beyninin içinde yankılanıyordu

“Bir aç köpek olarak, bunu en iyi sen biliyorsun”

Hiçliğin ortasında cümleler, düşünceler yankılanıp duruyordu. O an, tüm karanlık anların tutsağı oldu. Yağan yağmurun sesi, kimin beyninde yankılanıyordu. Oda da kimse yoktu. Odanın penceresinden  karanlık  şehrin tozları doluyordu. Ortalıkta beyaz bir gün, beyaz bir hiçlik oracıkta asılı kalmıştı.

Boş duvarlar arasında yankılanıp duruyordu sözler. Sesler bulanıklaşmaya, karışmaya başlamıştı.

Şehir de insanlar gölgelere sığınarak yürümeye, birbirlerinden korkmaya, yağmurun dinmesini beklemeye devam ediyorlardı. Şehrin kalbinde bir gökkuşağı gibi açan nehir, tüm her şeyi silip atıyordu. İnsanları, anıları, kaldırımları, bulutları.

Şehir kendi içindekileri yutmuş, geriye bir nehir, bir köprü, taş binalar ve taş kalpler bırakmıştı. Kimsenin yaşamadığı şehirde, sadece gölgeler ve yankılar dolanıyordu sokaklarda.

Bir de sokakta aç köpekler…

Murat Öksüz

Psikoterapiye Ne Zaman Gitmeliyim?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu