‘Hanım’ – Zeynep Ersen yazdı…
Kötü bir insan değildi. Aksi, huysuz filan da değildi. Sorun şu ki, insanlarla ilişkilerinde yüzeysel bir kaç şey dışında ne demesi gerektiğini bilemiyordu. Ya coşkuya kapıldığı zamanlarda Tanrı’ya yakarışına ne demeli? ‘Tanrım izni ver seni yaratayım’ diye dua ederdi kendini bildi bileli.
Yumuşak başlı bir kadın olması bekleniyorsa o da yumuşak başlı olurdu. Ne vardı ki bunda? Kimselere toplumun dayattığı kurallara ne kadar yabancı olduğunu göstermesi gerekmiyordu. Bugün bayram mıydı? İyi. Öyleyse bir telefon kulübesinden akrabalara telefon açıp iyi bayramlar demenin, ya da sokaktaki tanıdık esnafın elini sıkıp tebrik etmenin çok zor olmaması gerekiyordu. Yaşamdan öğrendiği kadarıyla, asıl, iyi bayramlar dememek başına büyük işler açacak, daha fazla zaman kaybına sebep verecekti. Aslında kendisini hiç de önemsemeyen insanlardan sonu gelmeyen sahtekârca sitemler dinleyecekti uzun sure. O, uyumayı, yıkanmayı, sevişmeyi ve balık avlamayı seviyordu.
Tüm bunlar da bahane ya, evet bugün bayramdı ve karakterimizin bayramlaşacağı kimsesi yoktu. O hep yalnız yaşar, yalnız dolaşırdı. Her gün Galata Köprüsü’ne gider, yorulana kadar balık tutar, rızkını çıkarırdı. Nasıl olur da bunca erkeğin arasında tek tük kadın olta atar, buna şaşar, kadınların büyük çoğunluğunun evde oturup örgü örmelerine ya da birbirlerine, gün adını verdikleri toplantılara gidip akşama kadar bir dolu tıkınacak şey eşliğinde dedikodu yapmalarına anlam veremezdi. Gün dediğin böyle mi geçerdi?
İşte yine böyle on saat uyuyup, banyosunu da yaptıktan sonra balığa çıkmak üzere olduğu bu bayram gününde kapısı çaldı. Biraz heyecanlandı doğrusu. Ne diyeceğini bulana kadar bir süre geçti. Sonra ‘Kim o?’ diyebildi.
– İsmim Râşit. Dünyadaki en yakışıklı çingeneyim. Zararsızım ve bugün başımı sokacağım bir yer olarak sizin evinizi düşündüm.
Hiç düşünmeden kapıyı açtı. Sanki dünyanın en yakışıklı çingenesinin kalacak yer olarak kendi evini seçmesi çok doğalmışçasına ve bir nevi coşkuyla. Karşısındaki adam çok yakışıklıydı. Uzunca boylu, esmer tenli, güçlü kemikleri olan bir çingeneydi ve siyah paltosunun içindeki beyaz gömleği de çok yakışmıştı.
– Öyle olsun Râşit. Evde bir yatağım var. Çift kişilik. Akşama kadar yalnız uyuyabilirsin. Geceyi de geçirmek istiyorsan yatağı benimle paylaşman gerekecek ve uslu olacağımı söyleyemem. Sen olmasan bugün eve bir erkek getirecektim. Üç hafta oldu ki kimseyle sevişmedim. Anlıyorsun değil mi?
Sükûneti korumaya çalışan ruhundan boşalan ses titrekti. Bir çırpıda ağzından dökülen, kimi uydurmasyon sözlere şaşırmadı. Kendisiyle barışık bir insandı.
– İsmini söylemeyecek misin?
– Hanım. İsmim Hanım.
– Ben çok yorgunum Hanım. Dört gündür gözüme uyku girmedi. Yatak nerede söyler misin lütfen?
– Koridorun sonunda sağ taraftaki oda. Karnın açsa mutfağı istediğin gibi kullan. Balık, salata malzemesi ve ekmek var. Tabii banyoyu da kullanabilirsin. Ev senin.
Bunları söyledikten sonra evden çıktı. Kalbinin hızla çarptığını kendine itiraf etti. Kapıyı çalan pekâlâ şeker isteyen çocuklar olabilirdi ama sevgili Tanrı’sı ona içini titreten bir erkek göndermişti. Yalnızlığını balıklarla paylaşan biri için bu büyük bir hediyeydi. Balıkları oltasına takılacak kadar cesur ve midesine inecek kadar fedakâr görür, gerçekten severdi. Ama balıklarla masaya oturup balık yiyemeyeceğini de bilirdi.
Mart’ın on yedisiydi ve ağaçlar çiçek açmışlardı. Lodos yerlerdeki naylon poşetleri doldurup havalandırıyor, çerçöpü oradan oraya uçuruyordu. Hanım bu rüzgârı severdi ve balıkların da sevdiğini, rüzgârı duyumsamak için denizin yüzeyine çıkmaya çabaladıklarını düşünürdü. Oysa diğer Galata Köprüsü müdavimlerinin çoğu bugün gelmeyeceklerdi, biliyordu. Çünkü onlar lodosta tutulan balığın ‘gevşek’ olduğunu söylerlerdi. Hırçın denizde derin dip dalgalarının oluştuğunu ve dipten kabaran yosun, kum ve pislikle bulanan deniz suyunu yutan balığın etinin bozulduğunu anlatırlardı. İyi ya, böylece bugün balıklar ona kalacak ve kendisine ve misafirine ayırdıkları haricinde epey de satıp para kazanabilecekti.
Gece yaşayacaklarını hayal etmeye dalmıştı. Böyle, rüzgârla dans eder gibi bir elinde oltası bir elinde kovası, düşünceli yürürken bir an gözleri karardı ve ne olduğunu bile anlamadan yere yığıldı. Sağdan soldan insanlar fark edip yanına yaklaştılar. Bu esnada nereden geldiği anlaşılmayan kara bulutlar hızla gökyüzünü kapladılar. Damlalar iri iri ve birbirlerinden uzak düşmeye başladılar. Fırtına koptu ansızın. Şimşek çaktı ve hemen ardından kopan gök gürültüsü Eminönü’nü sağır etti. Yağmur damlalarının birbirlerine mesafeleri de azaldı simdi, göçmüş olan toprakta ve asfaltta, yaya kaldırımında gölcükler oluşturmaya başladılar. Bir baloncu rengârenk balonlarını elinden kaçırdı ve en aşağı yirmi balon gökyüzündeki griye resim yaptılar. İki küçük, önlüklü okul çocuğu tasasızca çoraplarına kadar batıncaya dek suların içine cap cap basarak birbirlerini kovalar halde geçtiler Hanım’ın yanından. Böyle, saat tik taklarının hızlandığı bir anda, Hanım, yağmura hazırlıksız yakalanmış birkaç yabancı insanın yanında son nefesini verirken, sadece çingenenin ne kadar yakışıklı olduğunu düşünüyor ve onunla sevişemediğine hayıflanıyordu.
Cebinde kendi imzası olan bir mektup buldular. 21 Mart 1990 tarihli, yani yirmi küsur sene önce, on altı yaşındayken yazmış olduğu bir mektuptu bu. Neden yanında taşıdığını kimse bilemeyecekti. En yakını, şu anda evinde muhtemelen uyumakta olan Râşit olduğuna göre kendisini merak eden biri var mıydı ki?
İşte mektup:
Baba;
Ölüm döşeğinde bana, hiçbir şeyin doyurulamaz egomuz kadar ağır olmadığını söylemiştin. Bu sözler ve bana Arnavutköy’de balık tutmayı öğrettiğin gün dışında seninle olan tüm hatıralarım silindi. Lütfen beni affet.
Okulda sınıf arkadaşlarımın beni pek sevdikleri söylenemez. Derslerime çalışmadan en iyi notları aldığımı biliyor ve yine de bana inek diyorlar. Öğretmenlerim de bir erkek arkadaşım olduğunu bildikleri ve onunla seviştiğimi tahmin ettikleri için beni terbiyeli bulmuyorlar. Hâlbuki erkek arkadaşımı çok seviyorum ben. Ayrıca evde tek başıma yaşıyor olmamı da havsalaları almıyor. Evet, yalnız yaşıyorum. Halam, beni iki buçuk sene evinde alıkoyduktan sonra tekrar evlendi ve yeni kocası beni istemediği için artık büyüdüğümü söyleyerek beni yalnız başıma bizim eve bıraktı. Sanma ki bundan dolayı üzülüyorum. Tersine, yalnız yaşamak ve istediğimi yapmakta özgür olmak başıma gelebilecek en iyi şey. Tabii annem ve sen de olsaydınız herhalde daha mutlu olurdum.
Senden kalan emekli maaşının üzerine balık tutup satarak epey para ekliyorum. Sağlığım yerinde. Senin yetiştirdiğin gibi temizliğe özen gösteriyorum. Uyumayı da çok seviyorum. Çünkü rüya görmek bence her şeyden daha güzeldir. Rüyalarım çeşitli olduğundan hangi birini anlatayım bilemiyorum.
Örneğin bu sabah gördüğüm rüyada uçsuz bucaksız bir yaylanın ortasında ahşap bir tabureye oturmuş ve kucağımda bir defter, elimde bir kalem olduğu halde doğayı seyrediyordum. Önce serin rüzgârların estiği bir yaz mevsimiydi, yemyeşil yaylada her renkten çiçekler vardı ve gökyüzü masmaviydi. Sonra birden kış oluverdi ve lapa lapa yağmaya başlayan kar yeryüzünü beyaza boyadı.
Bir insan böyle bir güzelliği tasvir edebilir mi bilmem ama ben edemedim; Ne yazdım, ne çizdim; Hem hayran gözlerle seyretmeye devam ettim uyanana dek.
Babacığım, mevsimin döndüğü böyle bir anda size kavuşmak istiyorum. Bir de sevişmek.
Kızın,
Hanım
Zeynep ERSEN
zeynep.ersen@yahoo.com
Ana görsel: Fisherwoman- Victor Coleman Anderson