Havada Uçuşan Rakamlar – Bülent Bakan yazdı…
Günlerden yağmurlu bir günde pencereden baktığımda yağan yağmur damlalarının sanılanın aksine görsel imgeler değil rakamlar olduğunu fark ettim. Rakamlar tarafından kuşatılmışız. Kız kardeş gezginlerin ilk gönderdiği imgeler sıfır ve birlerden oluşuyordu. Şifresini çözünce mavi bilyenin düz değil basbayağı küre olduğu görülüyordu. Balıkların bile daha yüksek kapasiteli hafızası olduğunu bugün kürenin düz olduğunu iddia edenleri görünce anlıyoruz. Uzayın derinliklerinden grileri beklerken ‘vow’ dedirten rakamları görüyoruz bazen. Dünya dışı zeki yaratıkları arayanların çok da zeki olmadıkları her hallerinden anlaşılıyor. Ya kürenin düz olduğunu iddia edenlerin peşine takılıyorlar ya da kendilerinin düpedüz onlardan farklı bir mahlûkat olduklarını iddia edenlerin yörüngesine giriyorlar. Dinozorların evcil ev hayvanları olduklarını ve avcı toplayıcı toplumdan tarım toplumuna onlar sayesinde geçtiğimizi iddia edenler temalarına park yapıp gelen geçenden park bileti kesiyorlar ve bunlara seyirci kalanlar da kürenin zabıtası olarak dolaşıyor ortalıkta. Carl Sagan bir o tarafa dönünce Charles Darwin’i görüyor bir bu yana dönünce Richard Feynman’a dert yanıyor. Darwin sağlığında böcek ısırmasından yakınırken şimdi de ‘Ne olacak bu kürenin hali’ diyerek kusma nöbetlerine devam ediyor..
Rakamların farkına 1982 yılında Gabo, ‘Nobel Ebediyat Ödülü’nü aldığında varmıştım. Gazeteci geçmişinden kalan bir alışkanlıkla rakamların sihirli olduğuna beni de inandırmıştı. Yazının içinde gizli bir şekilde kendine yer bulan rakamlar tılsımlı bir anlama kavuşuyordu. Sonrasında rakamlara hep dikkat etmişimdir. Rakamlar ne kadar uçuksa hikâye de o kadar inanılmaz bir hal alıyordu ve bir o kadar da lezzetleniyordu. Rakamlar yazının baharatı veya sosu gibiydi. Yüz yıllık yalnızlık başlığında bile bu gizi barındırıyor ve Macondo’yu en gerçek uzak bir amazon köyünden daha gerçek kılıyordu. Buna da büyülü gerçeklik diyoruz.
Rakamlara sonrasında daha çok dikkat eder oldum. Mesela üstat Pablo, tam tamına doksan bir yıl yaşamıştı. Aslında doksan yıl boyunca resim yaptı demek daha doğru olur. Bu sürede toplamda elli bin parçadan daha fazla iş ürettiğini biliyoruz. İnsanın ağzından kolayca çıkan bu rakam hiç yabana atılacak bir rakam değildir. Çünkü dakikada elli beş bin devir yapan bir kompresörün devrini ölçmeye kalktığımda kulaklarımı az daha sağır edecek bir böğürtüyle karşılaşmıştım. Zaten o sırada çalıştığı için orada bulunmam da fazlasıyla sakıncalıydı. Elli bin gerçekten büyülü bir rakam. Bin sekiz yüz seksen beş tane her biri başyapıt sayılabilecek yağlı boya, bin iki yüz yirmi sekiz heykel, iki bin sekiz yüz seksen seramik, on iki bin desen ve sürüyle baskı, kolaj gibi şeyler. Üstadın yaşadığı şehirler onu sahiplenmek için yarışırken kürenin en şanslı istifçileri de ellerini ovuşturmaya devam ediyorlar. Müzeler salonlarından depolarından sürekli bir şeyler çıkarıp kapıda sıra bekleyenleri sayıyorlar. Bu bazen bir bisiklet gidonu oluyor, bazen de seramik bir parça. Küreyi dolaşan imzasız Pablo Picassolar yörüngede dolaşıp duruyor. İmzalılara sigorta şirketleri sigorta yapmak için servet istiyor da o yüzden imzasızlara kalıyoruz. Ressamın veda ettiği evi satıldığında o evde tam tamına dört bin iş yaptığını anlıyoruz. Evde on beş oda ve on iki tuvalet varmış. Picasso’nun hayalet olması mümkün değil, böyle boş işlerle uğraşmaz muhtemel öbür tarafta hatun kişilerin portrelerini yapmakla meşguldür.
Pablo’nun en verimli yılı 1932 yılı olmuş. Bunu Marie Teresa’ya bağlayan küratörler rakamların sihriyle pek ilgilenmiyor sanırım. Politik olarak oldukça aktif olan dehanın o sıralarda devam eden 1929 ekonomik krizi ile mücadele ediyor olması çok daha akla yakın görünüyor. Böylesi devasa krizler büyük sanatçılarda büyük motivasyona kaynaklık edebiliyor.
Biz de o sırada kriz ile devasa bir mücadele içinde idik ve üstadın en verimli zamanında bir tanecik olsun kanvası kendi hazinemize katamadık. Bildiğim kadarıyla Kuveyt’ten kaçarken doluya tutulanlar hariç memlekette bir tanecik bile üstad işi bulunmuyor. Varsa bile ikinciyi o da varsa üçüncüyü bulamazsınız ve zaten de göz önünde değildir. Bunun adına fukaralık denmez de ne denir. Seneler önce ilk maaşımı kenara koyup çıplak gözle onun işlerini görmek için yollara düştüğümde bir işi görmek için iki bin dokuz yüz on dokuz kilometre gitmiştim, gözümle gördüm de deha olduğuna öyle inanmıştım. Yoksa ben de yaparım bunu be diyesim vardı.
Rakamlara hep dikkat etmişim ve rakamlar farklı şeyler söyler. Mesela Denizlerin Atatürk’ünün özverisi pek anlaşılmaz. Varını yoğunu satıp küreyi dolaşan Sadun Reis toplamda Kısmet için iki yüz bin liranın çok üstünde para harcamıştı ve Necati Bey’den aldığı para onun için aylık iki yüz dolar civarındaydı. İnsanın zaman makinesi icat edesi geliyor. Bugün ne denizler o deniz ne de küre aynı küre. Sadun Boro küreyi dolaşırken adalarda kalmış birkaç tane yam yam varken kürenin neredeyse her tarafı bir takım yamyamlar tarafından sarılmış durumda.
Rakamlar sihirlidir. Rakamların ruhani bir gücü vardır. Sizi bir anda üstüne far tutulmuş tavşana çevirirler. Bugün görsel imgelerden çok rakamlar ile kuşatılıyoruz. Girenler, çıkanlar, yer değiştirenler gidenler, gelenler, alanlar, verenler, satanlar rakamlar da rakamlar. Bu rakamlar pek inanılası değil sihirleri de pek kalmamış. Sorgulamadan inanası gelmiyor insanın. İyi ki zamanında Pablo’nun peşine düşüp Miro ile buluşmuşum, Salvador ile kahve içip, Marc ile sohbet etmişim. Rakamların arkasındaki perdeyi indirip küreyi daha renkli ve daha teatral görme yeteneği kazandırmış bana çaktırmadan.
Duvarlarınız boş kalmasın, ruhunuz gıdasız kalır, sonrasında dümdüz dünyanın köşesine kadar gelir oradan da maazallah dinozorlardan birinin ara öğünü oluverirsiniz.
Bülent Bakan
Ana Görsel: Emmanuelle Moureaux, Enstalasyon, ‘Rakamlar Ormanı’