‘Hayat Der Gülümserim’ – Korkut Akın yazdı…
Tiyatronun en güzel yanı, sizi bulunduğunuz yerden anlatılanın içine taşıması… Öyküde, müzikte, filmde de, hatta resim ve heykelde de var aynı duygu. Ama tiyatronun canlı olması, birebir ve yüz yüze iletişimle bu duyguyu aktarması hepsinden önde.
Tiyatro, önemli bir sanat dalı, nedense bizim ülkemizde önemsenmiyor. Devlet, sanata değer vermiyor, yerel yönetimler kendilerini var etmenin aracı olarak gördüğü için olsa gerek destekliyor, tiyatro ile sınırlı. Bu nedenle bir kez daha önemli tiyatro. Toplumsal, ekonomik, siyasal ve kişisel sorunları gözler önüne açıkça seren ve mesaj vermek yerine düşünmeye çağıran oyunlar içinde bulunduğumuz kaotik ortamı kavramamızı da sağlar.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları, kentin birçok bölgesine yayılmış salonları aracılığıyla halka ulaşıyor. Yeterli değil kuşkusuz. Ama yerel yönetimler de bunca karmaşa içinde yeni salonlar yapamıyor, yeni oyunlar sahneleyemiyor. Ayın belli bir günü satışa çıkan biletler anında bitiyor. Yani yok satıyor. Özel tiyatrolar kadar pahalı da olmadığı için (bu arada, özel tiyatroların pahalı olmasını eleştirmiyorum, yapabilecekleri bir şey yok, her şey pahalı… özel tiyatrolara destek verilse prodüksiyonları karşılanabilse onlar da daha ulaşılabilir oyunlar oynayacaktır) insanlar tiyatro izleme gereksinimlerini Şehir Tiyatroları ile karşılıyor.
Gündeliğe dönüşen…
Betonlaşan kentler gözlerini hep iyi şeylere diker öncelikle… Özen Yula’nın yazıp yönettiği “Hayat Der Gülümserim” oyununu izledik. Yıllarını tiyatroya oyuncu olarak vermiş bir kadının iç dökmesi diye özetlenebilir bu oyun, tek cümleyle. Perdenin inmesiyle sahne kapanacaktır. Oyuncu bu dramın farkındadır, aslında sadece dram denilemez trajedidir, iç yangınıdır yaşadığı.
Sahne; dekor, kostüm ve aksesuar deposudur… Kendince anılarıyla baş başa hüznünü içine gömmeyi düşünen oyuncu, kırık bir camdan içeri girmiş bir güvercinle kendine gelir ve içini kuşa döker. Her biriyle “hatırlı hatıralarını” anımsar, oyunların replikleri ve mizansenleriyle yaşaması gerektiğini dillendirir.
Barok mimari yerine Lazok mimari…
Yaptığı bir iş hanının en üst katını cami olarak değerlendiren, kendince “hayır” işleyen müteahhit, cemaatin girebilmesi için ayrı kapı açmayı akıl edemediği için yatsı ve sabah ezanlarında kapalı kalır. Mesleki yeterlilik, mesleki saygınlık aranmadığı için herkes müteahhit olmaya soyunursa estetik ve kullanım kolaylığı olan Barok mimari ürünü yapılar yerine Lazok mimari egemen olur.
Bitişik nizam olmayan bahçeli evleri, “kentsel dönüşüm”, yüksek katlı apartmana dönüştürdü. Altyapısı da olmadığından, birçok sorunu taşıyan güneş girmeyen bu beton yığınları insanları da depresyona sokuyor.
Özen Yula gerçekten çok önemli bir konuyu ele almış, alabildiğine net bir şekilde işlemiş. Sema Keçik, Osmanlı’dan Latin Amerika’ya, Gaziantep’ten (Tiyatroculuğuyla değilse de şiirleri ve yayın yönetmenliğiyle hepimizin gönlüne taht kuran Ülkü Tamer’in Nakıp Ali’sini unutursak unutuluruz) yakın dönem oyunlarına arka arkaya birkaç karakteri canlandırıyor sahnede. Kiminde gülerken kiminde kızgın, kiminde de hüzünlü, ama birinden diğerine geçerken replikleriyle birlikte oyununu da değiştiriyor. Tek perdelik oyun 75 dakika sürüyor. Sema Keçik, izleyicinin ilgisini sürekli ayakta tutuyor.
Ne oluyor?
Lazok mimarinin, küçük dağları ben yarattım havasındaki müteahhit, lütfedip bodrum katta (belki de havalandırma tesisi de olmayan ve kullanılamayacağı için depoya dönüşecek) küçük bir alan ayıracağını söylüyor. Tek şartı var: Eşinin çok sevdiği bu oyuncuyla bir selfie çektirmek. Tabii ki zorla ve zoraki.
Korkut Akın