Her yere izini bırakan “Homo Sapiens” – Bülent Bakan yazdı…
Dinozorlar toplamda yüz seksen milyon yıl boyunca (Triasik, Jurasik ve Kretase Periodları) kürenin tüm kıtalarında dolaştı. Bu uzun süre boyunca geriye yazılı tek bir metin, bir sembol bırakmadılar. Dinozorlardan geriye görece olarak az sayıda korunabilmiş kemiklerden başka bir iz kalmadı. Dinozorların aksine her gittiği yere her çağda iz bırakmayı bir görev bilen Homo Sapiens bu yeteneğini nasıl ve neden kazandı?
Dinozorlar ile kıyaslandığında insansıların ve Homo Sapiens’in küre üzerinde dolaştığı zaman dilimi çok kısadır. Bu kısa süre içinde Homo Sapiens her yere izini bırakmıştır. Bu yeterli gelmemiş olacak ki Güneş Sisteminde izini bırakmadığı bir gezegen ve uydusu neredeyse kalmamış durumdadır. Güneş Sisteminin dışında halen yol alan iki adet kardeş uzay aracı üzerinde küre üzerindeki yaşamı zeki yaşam formlarının anlayabileceği dilde anlatan semboller bulunmaktadır. Dikkat çekici olan şey bu semboller ile mağaralarda, kayaların ve küçük boyutlu nesnelerin üzerinde bulunan sembollerin arasında bir benzerlik kurabilmemizdir. İlk andan itibaren varoluşumuzu dışavuran noktalar, çizgiler, geometrik formlar, semboller ve sonrasında figürler yaratmaya bayılıyoruz.
Bu küçük girişimler, sonrasında müzeler dolusu başyapıtlara ve çok daha fazla sayısız sanat eserine dönüştü. Bugüne kadar toplamda ne kadar sanat eseri yarattığımıza dair sağlıklı bir tahminde bulunmak mümkün değildir. Bu yolculuk aynı zamanda insansı olmaktan insan olmaya doğru evrimleşmemizin de hikayesidir. Bu yolculuk çok güzel bir yolculuk olarak görülebilir. Ya da varoluşumuzun ve hayatta kalmamızın bir tarafıyla vahşi olmaktan ara sıra kesintiler ile medeni ve uygar olmaya doğru evrimleşmemizin de hikayesi olarak görülebilir.
Bu hikayenin ana öğesi nokta ve çizgi olarak görünse de diğer değişkenleri de dikkate almak gerekebilir. İnsanların bir arada yaşama zorunluluğu hissetmesi bunlardan bir tanesi olabilir. En baştan itibaren ses çıkarma ve sonrasında iletişimin başlaması yine bir değişkendir. Sonrasında yüzlerce farklı dilin ortaya nasıl çıktığı da güzel bir sorudur. Bu aynı zamanda her dönemde hikaye anlatma ihtiyacının hep bizimle olduğu anlamına gelecektir. Işığın farkına varılması ve renklerin keşfedilmesi burada değişkenlerden bazılarıdır. Bu ilk zamanlardan itibaren mumyalarda deri üzerinde bulunan dövmelerin nasıl açıklanacağı konusunda belki yardımcı olabilir. Ses, ışık, renk ve anlatılacak öyküler; sonrasında çok renkli bir sesli kültürün gelişmesine olanak sağladı. Bu hikayeler değişe dönüşe bugüne kadar yedinci sanata kadar geldiğini varsayılabileceğimiz inanılmaz bir evrimin mağara duvarlarında bulunan sembollerden ayrıştırılamayacağını gösteriyor. Belki de ilk insanları hafife alıyor olabiliriz. Gökyüzündeki sürekliliği ve değişkenliği görebilmeyi ve buradan değişik hikayeler çıkarabilmeyi başaranlar beklediğimizden çok daha zeki ve yaratıcı olabilirler.
Genevieve Petzinger, Paleolitik Dönemin soyut sembollerinin ilk envanterini çıkardığı için bu alanda yapılan çalışmalarda ayrıcalıklı bir yere sahip. Paleolitik dönemin kırk bin yıl öncesi ile on bin yıl öncesi dönemine odaklanan bu çalışmalardaki ana materyal parietal sanat olarak adlandırılıyor. Bu dönemde yapılan parietal sanat, hayvanlar, insanlar ve figüratif olmayan işaretlere odaklanmış. Hayvanlar üzerine yapılmış olan desenler gözlemlere dayanıyor. Gözlem gücü desenlerde o dönemin biyoçeşitliliğini yansıtması açısından bilimsel gözlemin başlangıcı sayılabilecek kadar güçlü. Geometrik işaretler ise bunun aksine soyut düşüncenin başlamış olduğunu gösteriyor. Geometrik işaretlerin tam olarak ne anlama geldiğini kesin bir şekilde bilmek olanaklı görünmüyor. Bu soyut işaretler hayvan ve insan figürlerine nazaran çok daha fazla sayıda bulunmakta. Neredeyse aralarında ikiye-bir olan oran soyut geometrik işaretler lehinde. Bu arada ilginç olan nokta bugün de bu soyut, geometrik, figüratif olmayan sanatın tam da Paleolitik Dönemde olduğu şekilde devam ediyor olmasıdır.
Bu alanda çalışmalara sanatın günümüzdeki tüm alanlarında ve ilave olarak grafitilerde, dövmelerde rastlanabiliyor. Gözlemlere olduğu kadar soyutlamalara da dayanan bu insanlığın ilk sanat denemeleri kesinlikle bir adaptasyon becerisi olarak değerlendirilebilir. İlave olarak geometrik figüratif olmayan şekillerin tamamen eşsiz ve benzersiz bir soyutlama olması ve gerçek hayatta bir ritüele karşılık gelmesidir. Bu da insan olmaya evrimleşme sürecinin başka bir gezegende yeniden başlayacak bir adaptasyon sürecinin tam da bu sırada başladığını gösteriyor. Afrika’dan başlayan büyük seyahatin, bilinmeyene yapılan tarihin ilk ve tek büyük keşif hareketinin başlaması ile bu düşünce sistemi ve soyutlama yeteneği ile bağlantısı olabilir. Soyut düşünme merak yeteneğini de başlatmış olabilir. Keşfetme, ufkun ötesine gidebilme cesaretini de yaratmış olabilir.
Bu merak duygusu ve keşif cesareti bu sembollerin tamamının tüm mağaralara ve steplerdeki kayaların üzerine yayılmasında itici güç olmuştur. Bugün bu merak duygusu Mars’taki kayaların içinde geçmişte Mars gezegeninde yaşamış herhangi bir düzeyde yaşam formu olup olmadığını araştırma motivasyonu sağlıyor. İşte bu merak duygusu ve vazgeçmeden aramaya devam etme gücü Paleolitik dönemde ilk geometrik figüratif olmayan şekiller ve tüm küreye yayılan soyutlamalar ile başladı kesinlikle.
Yazıya ve bugüne doğru yolculuğumuz devam ediyor.
Bülent Bakan