Hilmi Ziya Ülken ve Türk Tefekkürü Üzerine – Mehmet Ulusoy yazdı…
Ulusal aydınlanma kültürümüzün en yetkin ve üretken düşünürlerinden Hilmi Ziya Ülken, ne yazık ki, günümüzde hak ettiği değeri bulamamış, önemsenmemiş, önemsense bile hâlâ tam olarak kavranamamış bir felsefe ve kültür insanımızdır. Oysa, ulusal ve demokratik devrimimizin, aydınlanma savaşımızın henüz tamamlanmadığı, ulusal kültürümüzün ciddi yıkım ve çölleşme tehlikeleri karşısında varoluş ve gelişme sancıları çektiği günümüzde, onun bilgi hazinesinden, düşünce ve değerlendirme ürünlerinden çok şey öğreneceğimiz kesindir. Üstelik, toplumumuzun gerek eğitimsel gerekse daha kökensel başka nedenlerle bir hayli uzak kaldığı, aydın ve sanatçımızın önemini yeterince kavramadığı felsefe alanı söz konusu olunca.
Hilmi Ziya Ülken (1901-1974), Türk düşünce yaşamında, tarihimizin ve kültürümüzün içinden bir felsefe geleneğinin oluşmasında büyük etkisi ve katkıları olmuş bir düşünürümüzdür. Genç yaşında başladığı ve sosyolojiden felsefeye, tarihten edebiyata ve sanata uzanan çeşitli alanları bütünleştiren üretkenliğini ölümüne dek kesintisiz sürdürmüştür. Kültür ve düşünce dünyamızdaki etkisi, geride bıraktığı 1300’ü aşkın makale ile, aralarında Türk Tefekkür Tarihi, İslam Felsefesi Tarihi, Çağdaş Düşünce Tarihi, Anadolu Kültürü ve Türk Kimliği Üzerine, İnsani Vatanseverlik, Aşk Ahlâkı ve Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü’nün de yer aldığı 50’yi aşkın kitapla da devam etmektedir.
Düşünce yelpazesinin genişliği gerçekten şaşırtıcı olan Ülken, aslında bir anlamda ülkesine ve Cumhuriyete olan derin bağlılığının bir sonucu olarak, bu tutkulu çok yönlü üretkenliğiyle adını tarihe yazdırmıştır. O, Türk entelektüel hayatında yer alması gereken eserleri ya bizzat kaleme almış veya çok dil bilmesinin sağladığı olanağı kullanarak çeviriler yapmak suretiyle kaynak zenginliği yaratmak yoluna gitmiştir. İlk kez 1945 yılında çevirdiği, modern çağın rasyonalist düşünce akımının güçlü ismi ve panteist / doğa-tanrıcı düşüncenin en yekin kuramcısı Spinoza’nın Etika adlı kitabının çevirisi bugün hâlâ çok okunan felsefi yapıtlardan biridir.
Ulusal bilincin oluşturulmasını ve bunun da hamaset ve duygusal temelli değil de bütünüyle bilimsel ve tarihsel dayanakları sağlam bir zeminde gerçekleştirilmesini esas alan genç Cumhuriyetin kurucu kadrosu, iki şeyi hep gözetmiştir:
1) Hayali bir Türk tarihi değil, hakikatlerin oluşturduğu yaşanmış bir tarihin dünya kamuoyunun önüne konulması. Atatürk’ün “Tarihi yazan, tarihi yapana sadık kalmalı” sözü bu gerçeğin apaçık ifadesidir.
2) Dünya kamuoyunun önüne bilimsel yöntem ve esaslar çerçevesinde hazırlanmış bir Türk uygarlık tarihi koymak. Bu bağlamda Türk uygarlık tarihinin sadece bilimsel değil, düşünsel temellerinin de sağlam bir biçime oturtulması gerekmekteydi. Bunun için yukarıda değinildiği üzere, Atatürk, Ülken’i Ankara’ya çağırmış, bu doğrultuda araştırma yapmasını ve dersler vermesini sağmıştır. Ayrıca iyi bir eğitim alması için yurtdışına gönderir. Bu durum, Cumhuriyetin temelinin kültür olması gerektiğini her fırsatta yineleyen Atatürk’ün ana düşünce ve hedeflerinin de bir gereğiydi.
Ülken’in aydın duyarlılığının bir diğer göstergesi de, “Anadoluculuk” adlı düşünce hareketinin özel temsilcilerinden biri olmasıdır. Uygarlığın bir bütün olduğunu savunduğu gibi ulusal kültürün de maddi ve manevi unsurlarıyla bir bütün olduğunu ileri süren Ülken, o yüzden edebiyat tarihinde, örneğin Fuzûlî kadar, dönemin diğer entelektüel şahsiyetlerinin de öğrenciye öğretilmesini savunmuştur. Böylece efsane ve destandan maniye, felsefeden bilime kadar bütün kültür ögelerini bir arada işleyerek bütünsel bir Türk kültür tarihinin imkânına kapı aralamayı amaçlamıştır.
Türk düşünce hayatında önemli bir yeri olan Anadoluculuğun, “maddi ve manevi vatan realitesinden kalkarak”, bütünüyle ayakları yere basan ideolojik değil düşünsel arka planı olan düşünsel yapısıyla, Anadolu aydınlanmasını gerçekleştirmeyi büyük bir amaç edinmiştir. Bu anlamda genç Cumhuriyetin değerlerine bağlı olan ve Atatürk ilkelerinin önemine yürekten inanan Ülken, Anadolu aydınlanmasının gerçekleşmesi yönündeki bütün çabaları, bu yolda ortaya konulmuş olan bütün girişimleri sonuna kadar desteklemiştir.
Ülken’in tarihe, siyasal, düşünsel ve kültürel bir bütünlük içinde bakma ilkesi, bin yıllık Anadolu mayalanmasını, İslam öncesi Orta Asya, İslam, ve Antik Anadolu kültür ve uygarlık miraslarının bir sentezi ya da bağdaştırılması olarak ele alan çalışmalarında somutlaşmıştır. Bir çok yapıtında çeşitli yönleriyle incelenen bu büyük, derin ve kapsamlı çalışmayı en iyi yansıtan yapıtı ise Türk Tefekkürü Tarihi‘dir.
Ülken’in 30’lu yılların başında kaleme aldığı sözkonusu kitap, onun diğer bir çok çalışmasına temel oluşturur, kaynaklık eder; onların çerçevesini ve içeriğini büyük ölçüde belirler. Diyebiliriz ki bütün çalışmalarının omurgasını oluşturan baş yapıtıdır bu kitap. Adı üzerinde, Türklerin töre, kültür, düşünce, hikmet/bilgelik, felsefe, inanç, sanat-edebiyat ve bunların toplumsal ve bireysel yaşam biçimlerine yansıyan üretim, yaratım ve etkilenmelerini bir bütünlük içinde incelemesi açısından gerçekten bir başucu kitabıdır. Türk kültürünün oluşum köklerinden başlayıp günümüze kadar Çin, Hint, İran ve İslam uygarlıkları ile ilişkileri içinden geçerek geldiği çağımızda ulaştığı son biçimi, bütün boyutları ve derinliğiyle bize sunuluyor. Kısacası, okullarda okutulan, bildiğimiz kuru ve hamaset yüklü, ezbere dayanan siyasal tarihin ötesinde, ulusal kimliğimizi, karakterimizi, onların köklerini merak eden her yurttaş için başvurulması gereken temel bir kaynaktır.
Ayrıca şunu da belirtelim: Türklerin Asya, Avrupa ve genel olarak dünya tarihinde oynadıkları rol, bütün tarihçilerce genel kabul gören bir gerçektir. Dolayısıyla Türklerin büyük ve bilge bir ulus olduğu konusunda 1930’ların aydın, sanatçı ve bilim insanları yüksek bir bilgiye ve bilince sahipti. Ve dünya çapında tarihçilerin katıldığı iki büyük Türk Tarih Kongresinde ortaya konan “Türk Tarih Tezi”, dönemin aydınlarınca içtenlikle benimseniyordu. Türk Tefekkürü Tarihi de aslında bu ortak bilinçli kabulün felsefe-düşünce alanındaki açılımıdır diyebiliriz.
Ulusumuzun birlik-bütünlük ve bağımsızlığı için, kendi bilimsel ve kültürel birikimine, Cumhuriyetin kurucu temellerine dayanan yeni bir yaratıcı atılıma en çok ihtiyaç duyulan bir dönemeçteyiz. Bu bağlamda Türk Tefekkürü Tarihi ve benzeri içerikteki kitapların, büyük bir düşünsel enerji kaynağı olarak ele alınıp okunması, yorumlanması ve tartışılması gerekmektedir.
Bu genel belirleme ve vurgulardan sonra, kitabın esasını oluşturan asıl konumuza gelelim. Türkçe sözlükte “düşünce tarihi” anlamına gelen “tefekkür tarihi”nin içeriği kitabın girişinde şöyle açıklanıyor: “Bir taraftan ilim olmak itibariyle teknik medeniyetin tarihine, bir taraftan da felsefe olmak itibariyle bütün medeni hayata aittir.” Belirtildiği gibi tefekkürün odağında, kültürün geniş alanını kucaklayan bilim ve felsefe yer alıyor. Başka deyişle buna Türk bilgeliği de diyebiliriz.
Türk düşüncesini, bilgeliğini incelemedeki asıl amacımız, kuşkusuz, bugün Türk milletinin kültürel genetiğine işlenmiş durumda olan düşünce tarzını, akıl yürütme biçimini, olaylar ve fikirler karşısındaki düşünsel-duygusal algılayış ve tepki biçimlerini, davranış kalıplarını, yaşama ilişkin vazgeçilmez önceliklerini, değer ve önyargılarını, kutsallaşmış ve simgeleşmiş değerlerini, dahası bütün bunların günümüzde halkın güncel yaşamında, bilincinde, bilicaltında, duygu ve davranışlarında ne ölçüde hâlâ yaşadığını ve etkili olduğunu doğru anlayabilmektir. Kısacası, kişinin kendini bilmesi, kendisi olma ve kişiliğini koruma açısından ne kadar önemliyse, bir ulusun da kendini bilmesi, kendisi olma, kendine güvenme, dış siyasal-kültürel etkenler karşısında yabancılaştırıcı savrulmalara karşı direnmesi de o kadar önemlidir.
Çünkü, bugün ulusal kültür ve kimliğimiz ciddi bir kriz içindedir. Nedeni de, emperyalizm güdümlü neoliberal-postmodenizm ve siyasal İslamcılık kuşatmasında derin bir yabancılaşma ve kirlenme girdabında bocalıyor olmasıdır. Bu yabancılaşma ve yozlaşmaya karşı direnmenin en temel, en etkin yolu ise, tarihsel köklerden beslenerek 1930’lardaki aydınlanmacı ulusal kültür Rönesansını yeniden güncelleyip yükseltmek ve tamamlamaktır.
Kısaca sorun, Türk kültürü ve tarihi adına, hepsi de yararlı bilgiler içeren ama günümüzün çağdaş cumhuriyet yurttaşını maddi ve manevi olarak aydınlatma, ona yol gösterme açısından eski, parıltısız ve işlevsiz bir malzeme yığınından öte bir anlam taşımayan bilgileri tekrar etmek değildir. İhtiyacımız olan şey, bütün o bilgilerin özünü çıkarıp çağın gerçekliğinde yorumlayan süzülmüş, sistemleşmiş ve güncellenmiş düşünceler, bilgelik ürünleridir. İşte Ord. Prof. Hilmi Ziya Ülken, bir ulus olarak kendimizi 20. yüzyılın aynasında nasıl görmemiz, nasıl tanımlamamız gerektiğinin yanıtını, önemli ürünler verdiği bundan yaklaşık 50-90 yıl önce tam da bu sorumluluk ve ulusal duyarlılıkla hareket ederek vermeye çalışmıştır. Ancak, Ülken’in teori ve yorumları, kendi döneminin gerçekliğinde ne kadar güncelse, bugünün gerçekliğinde de aynı nedenle yeniden yorumu ve güncellenmesi o ölçüde bir ihtiyaçtır.
Bu noktada düşünürümüz son söyleyeceklerini baştan söylemiş gibidir. Ben de aynı yönteme başvurmakta bir sakınca görmüyorum. Yazar, daha kitabının girişinde, eserin bütün içeriğinin özetini, ruhunu, yani Türk düşüncesi ve karakterinin özünü veriyor:
1) Türk düşüncesi gerçekçidir. O ne Hintler gibi nefsin içine kapanmış mistik görüşlü bir millettir, ne de eski Yunanlar gibi doğaya ve dünya düzenine esir olmuş kaderci bir kavimdir.
2) Türk düşüncesi, teori ile pratik, felsefe ve yaşam arasında daima sıkı bir ilişki kurmaya önem verir. Onda pratik olmayan sırf bir zeka oyunu olarak kalan “muakele”ler, yani fantastik kurgular yapmak zevki yoktur.
3) Türk düşüncesi, fikirler ve mevhumları, soyut kavramları basitleştirmeye, açık ve anlaşılır bir hale getirmeye, ona en akılcı ve kolay kavranır biçimini vermeye yatkındır, eğilimlidir. Yani Türkler tasavvufta bile akılcıdır.
4) Türk düşüncesi, deneylerden ve olaylardan eyleme dönük, pratik sonuçlar çıkarmaya yatkındır. Yani olaylarla ilişkisinde onlardan kendi eylemi için ani ve seri sonuçlar çıkarmaya muktedirdir. Çeşitli uygarlıklara hızlı uyum yeteneği bunun sonucudur (s.18).
Bütün kitap, bu dört maddede yüksek düzeyde genelleştirilip özetlenen ve Anadolu sentezinde son biçimini alan Türk kimliğinin ve karakterinin felsefi, düşünsel, kültürel esaslarını, temellerini ortaya koymaktadır. Başka deyişle, geniş ve derin bir birikimin içinden süzülmüş dört maddelik özetin özeti tanımlamanın gerisinde yaklaşık üç bin yıllık bir toplumsal ve düşünsel bir tarih vardır.
Özet tanımlamanın belki de ete kemiğe bürünmüş en canlı ve yetkin açıklaması şudur: Türkler tarih yapıcıdır, yani tarihsel büyük olayların, gelişmelerin en başat öznelerinden biridir; bu tarihi yazımını ise başkaları yapmıştır. Kuşkusuz bu, önemli bir toplumsal yasaya işaret eder. Bir toplum / ulus, ya da uygarlık, özellikle kuruluş aşamasında, bazı yönleriyle çok gelişirken başka yönleriyle hep eksik kalır; maddi ve manevi toplumsal enerjisi aynı anda hepsinin birden gelişmesine izin vermez. Modern çağda durum değişse de yasa geçerliğini büyük ölçüde sürdürüyor.
Hasan Ali Toptaş Ve Postmodern Yazarın Etik Perişanlığı – Mehmet Ulusoy yazdı…
Türklerin düşünce ve davranış tarzlarını, somutlaştırmada bir hayli zorlanacağımız bu son derece genel ve kapsamlı özetlenmenin temel nedeni, yazarın “tefekkür” kavramını ele alış ve içeriğini açıklamasında gizlidir. Kuşkusuz bir ulusun kendine özgü düşünce tarzının mitolojik geçmişe kadar dayanan köklerine baktığımızda, hatta yakın dönemlere kadar izlediğimizde, tefekkürün bireysel değil kolektif, kamusal bir nitelik taşıdığını görürüz. Ülken, kitabının birinci bölümünün başlığında bunu “Kolektif Tefekkür” olarak tanımlamış.
Gerçekten bir halkın kendine has düşünce ve mantık yürütme biçimi, binlerce yıllık ortak deneylerinden çıkardığı zihinsel ürünleri böyle tanımlanabilir. Elbette bu kolektif düşüncenin kökleri, mitolojik geçmişte, devletleşmeye ve uluslaşmaya kadar yükselen toplumsal değişim ve şekilleniş süreçlerinde gömülüdür. Efsaneler, destanlar, söylenceler, adetler ve bütün bunların yoğunlaşmış son biçimi olarak törelerde yaşar. Türk tefekkürünün felsefeye kadar yükselen daha nitelikli biçimi ise hikmet’tir. Buna bilgelik de diyebiliriz.
Ülgen, Türk tefekkürünün mitolojik köklerini (evrenin ve insanın yaratılışına ilişkin) Türk kozmogonisine dayandırırken, aynı zamanda, insan ve doğa, birey ve toplum, kadın ve erkek ilişkilerine ilişkin bilgeliğin de kaynaklarına işaret eder. “Türkler alemi birbirinin zıddı olan, fakat birbirini tamamlayan iki prensiple izah ediyordu. Bunlar da gök tanrı ile asra yer idi. (…) Orhon kitabeleri Türk kozmogonisini iki satırla şöyle hülasa ediyor: ‘Öze kök Tengri, asra yağız yer kılındıkta, ekin ara[sı] kişioğlu kılınmış.’ (…) Gökle yer arasındaki ayrılık ancak vaziyet ve hal itibariyledir. Fakat ailenin ahengi, cemiyetin nizamı gibi, gökle yerin de ezeli bir uyuşması, uzlaşması vardır. Gök, hakanı; yer, hatunu temsil eder. Hatta doğrudan doğruya Türk kozmogonisi, anam yer, atam gök esasına dayanır. (…) Hacı Bektaş’ın Makalatı Erbain’inde bunu açıkça görürüz. Esasını monizmden alan bu ahenkçi ikilik [diyalektik] Türklerin kolektif felsefesidir” (Age, s.30).
Ülgen’e göre, monizm (düalist-ikilikçi değil, tekçi) olarak tanımlanan evren düşüncesi, bilinebilir başlangıcı MÖ iki binlere kadar gider ve Çin kozmogonisi ile ortak kökler taşımaktadır. Türklerin dünyaya bakışının, düşünce tarzının ya da akıl yürütme biçiminin özü buradadır. Buna göre, gök ve yer, gece ve gündüz nasıl birbirine karşıt olsa da aynı zamanda birbirini tamamlıyorsa, belli koşullarda birbirinin yerine geçen karşıt cinsler olarak kadın ve erkek ve doğadaki, toplumdaki bütün karşıtlıklar da, Akdeniz köleci uygarlıkları gibi birbirini ebedi dışlayan değil, birbirini tamamlayan unsurlardır. “Onun kökleri de Çin ve Sümerler üzerinden eski Türk kozmogonisine” dayanır.
Oysa, aydınlık ve karanlığın, iyi ve kötünün sonsuza kadar karşıtlığına ve mücadelesine dayanan İran-Zerdüşt düşüncesi ve ona kaynaklık eden düalizmde efendi ile köle, tanrı ile kul, erkek ile kadın arasındaki karşıtlık, aşağılama ve dışlama sonsuza kadar süren bir çatışmadır. Birbirini tamamlayan bir uyum, bir uzlaşma yoktur aralarında.
Bu bilgilerin ışığında, Ülgen’in yukarıdaki özetlemesine kanımca şu üç maddeyi de eklemek gerekiyor:
1) Türkler dünyaya, Gök Tanrı inancında simgeleşmiş, gök-yer, gece-gündüz, aydınlık-karanlık, kadın-erkek diyalektik bütünlüğüne dayanan birleştirici ve kapsayıcı bir perspektifle bakmaya eğilimlidirler. Bunun toplumsal ve siyasal temellerini, Hunlar, Göktürkler, Moğollar, Selçuklular ve Osmanlılar gibi büyük imparatorluklar bütün yetkinliği ve zenginliğiyle açıklar. Sözkonusu toplumsal-siyasal organizasyonların başardığı en önemli şey, bir çok kavmi, halkı birleştiren, bütünleştiren bir niteliğe sahip olmalarıdır. Halkların, etnisitelerin birlikte, yan yana yaşama kültürü, işte bu monist, bütünleştirici enerji ve eğilimin toplumsal ifadeleridir. Yani siyasal nitelikteki Türk kimliğine damgasını vuran şey, bireye, kabileye, etnik gruba değil, devletle temsil edilen kamuya, bütün toplumun çıkarlarına, dolayısıyla eşitlik ve paylaşma kültürüne öncelik vermektir.
Anadolu’da en zengin ve somut örneklerini gördüğümüz farklı fikirleri, gelenekleri bağdaştırma yeteneği olarak senkretizm ya da “yetmiş iki millete aynı gözle bakan” Yunus ve Mevlanaların temsil ettiği Anadolu Hümanizmi, bu kültürel karakterin bir ürünüdür.
2) Karşıtların birbirini sonsuza kadar dışlayan ve aşağılayan -köleci köklenli düalist- bir düşünceyi değil de, karşıtların birbirini tamamladığı, belli koşullarda birbirinin yerini aldığı diyalektik düşünceyi savunan düşünce ile, Gök Tanrı inancına dayanan kamucu, devletçi düşünce arasında kopmaz bir bağ vardır. Yani Türklerin kültürel genetiğindeki devletçilik / devlet kuruculuk, bireysel çıkara karşı kamunun çıkarına öncelik vermek Türk hikmetinin temel bir ilkesini oluşturur. Gök Tanrı inancındaki kuyruğunu ısıran ve dairesel-döngüsel nitelik oluşturan ejderhada simgeleşen, bununla sonun aynı zamanda başlangıç olduğunu açıklayan evren anlayışı, bütün karşıtlıkları, çatışmaları, ayrılıkları sonuçta tek bir bütünün (monizm, bircilik) içinde sentezleyen, kucakayan ya da bağdaştıran bir felsefeyi ve kültürü gösterir.
3) Türk kozmogonisinden gelen, karşıtların aynı zamanda birbirini tamamlayan, bütünleyen uyumunun en somut göstergesi, devletin en tepesinden başlayarak hayatın her alanında kadın ve erkek arasındaki eşitliktir. Bu konuda Ülgen’in, aslında Akdeniz köleci kültüründen Avrasya kültürünün farkını ortaya koyan, şu belirlemeleri öğreticidir.
“Tük kozmogonisinde dikkat edilecek bir nokta da kadının yaratılışıdır. Sami kozmogonisinde Havva, Adem’in kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Yani ayrı bir varlık, başlıbaşına bir yaratılış olmayıp ondan ayrılmış bir parçadır. Halbuki Türk kozmogonisinde kadın (hatun) erkeğin bir parçası değildir. O, Karahan tarafından ayrıca yaratılmış olup Yer Hatun ismiyle Yerlik Han’a muadil [denk] bir kuvvet oluşturur. Kozmogoninin bu hususi vasfı, eski Türk ailesinin Peder-şahi değil, fakat pederi bir esasa göre kurulmuş olmasından ileri geliyor” (s.33-34).
Postmodernizme Eklemlenmiş Osmanlıcı Ve İhvancı Kültür – Mehmet Ulusoy yazdı…
“Pederşahi” ile “pederi” arasındaki fark, köleci toplumda kocanın karısı ve çocuklarına köle sahibi gibi davranması ile, Türklerde aile reisi kocanın daha eşit ve paylaşmacı bir ilişki içinde olması arasındaki farktır. Küresel karşıdevrimin ideoloji ve kültürünün belirlediği geçtiğimiz son kırk yılda toplumumuzun önemli bir kesiminde bu ilişki tekrar efendi-kul ilişkisine dönüşmüştür. Kadın cinayetleri alabildiğine yaygınlaşmışsa eğer, bunun kaynağındaki asıl belirleyici etken, kesinlikle Türk töresi ve gelenekleri değil, aksine İslam üzerinden toplumumuza taşınan köleci Arap-Ortadoğu kültürüdür. Yavuz Sultan Selim’in fethettiği Arabistan’dan getirilen yüzlerce Vahabi ulema ile taşınmıştır bu. En yobaz kolu olan Kadızadelilerin ve Ebussuud Efendilerin elebaşılığında son 500 yılda toplumumuza taşınan, kadını erkeğin malı, kulu/kölesi, cariyesi olarak gören Vahabi-selefi yobazlığıdır asıl kaynak.
Filozofların dediği gibi en yüksek bilgelik kendini bilmektir. İslam’da bu, “kendini bilmek, rabbini bilmektir” olarak vurgulanır. Hem bireyin kendini bilmesi, hem de bunun temel bir koşulu olarak bir ulusun kendini bilmesi basit bir olay ve süreç değildir. Tarihte, toplumsal ve düşünsel pratik içinde uzun bir ruhsal yolculuktur. Günümüzde ulusal kimliği ve ulusal birliği yaşatmanın yolu, onu yok etmeye çalışan girdaplı, sert ve yıkıcı rüzgarlara karşı tarihsel-kültürel köklere daha derinden sarılmak ve çağın gerçekliği ve değerleri düzleminde yeniden yorumlamaktan geçmektedir.
Mehmet Ulusoy