KÖŞE YAZILARIMehmet Ulusoy

Hödüklüğün Altın Çağı – Mehmet Ulusoy yazdı…

Önce hacıağalık, görgüsüzlük vardı. Sonra uyanık kerizlik ve zübüklük, sonra da hödüklük…

Son günlerde dilime dolanmış durumda. Acaba ben mi takıntı haline getirdim diyorum kendi kendime. Dönüyorum dolaşıyorum, düşünürken, çalışırken, uyurken bu hödük kuşatmadan bir türlü kurtulamıyorum. Yaşadığım, gözlemlediğim her olayda, her davranışta bir hödüklük sırıtması, bir hödüklük gösterisi var sanki. Kaçış ne mümkün; hangi sokağa sapsam, hangi dergiyi, hangi kitabı, gazeteyi karıştırsam, hangi kanalı açsam kendine aşırı güvenli, ısmarlanmış hödükçe bir sırıtışla yüzyüze geliyorum. Yoksa, her şey normal, olağan seyrini izliyor da bana mı öyle geliyor? Ya da ben mi “hayatın dışında” kaldım da olağan bir toplumsal ve kültürel olguyu yanlış değerlendiriyorum?

Ama nereden bakılırsa bakılsın, bu yaygın ve baskın “yeni” kişilik ya da davranış biçimi, yalancı, sahte kimlik gösterisi günümüzün en önemli kültürel sorunu gibi görünüyor.

Daha somut deyişle; hödüklüğün doğal, sağlıklı, uygar insan davranışı karşısındaki konumu, tıpkı, bütün parlaklığı ve gösterişli duruşuyla hormonlu domatesin (ya da hıyar, biber vb’nin), albenisiz, yamuk yumuk ama sağlıklı, doğal, organik domates karşısındaki konumuna benzer. Ya da tv programlarındaki, bilimsel, güvenilir bilgiden yoksun, halka gerçekleri anlatma diye etik bir sorumluluk taşımayan, ama ağzı laf yapan ve tek amacı süslü, içeriksiz laf kalabalığıyla kendini pazarlamak ve izleyiciyi kandırmak olan “alçı”vari şarlatanların marifetlerini anımsayalım. Bunlar, bilimsel olanı ve gerçeği savunanların sıradan izleyiciyi pek sarmayan, biraz ketumca, “renksiz, heyecansız” ve “vizyonsuz” konuşmaları karşısında, nasıl da “medyatik”, “göz doldurucu” ve “etkileyici” bir “vizyon” sergiliyorlar!

Her alanda devletin ve toplumun en üst katlarına yükseltilen liyakatsızlığın yetkili kasılmalarıyla kol gezdiği, cehaletin, kibirli içi boş bilgiçliğin yeni medyatik sahte bilgilerle doldurulduğu ve pohpohlanıp şımartılarak kanserojen bir tümör gibi azmanlaştırıldığı bir garip devrandayız. Yaşanan bu tipik alçalış, çölleşme ve bayağılaşma salgınını ulusumuz daha ne kadar sineye çekmek zorunda kalacak? Kuşkusuz her dibe vuruş, her alçalış, aynı zamanda yeni bir yükselmenin de başlangıcıdır. Her çürüme süreci, aynı zamanda yeni ve daha güçlü filizlerin yeşereceği toprağın gübrelenmesidir.

***

Türkçe sözlükte “hödük”ün anlamı “görgüsüz, kaba, anlayışı kıt” olarak geçiyor. Ancak bunlar, benim kafamda oluşan ve başka bir sözcükle açıklayamadığım imgesel alanı tam olarak karşılamıyor. Yine dönüp dolaşıp en yakın karşılık olarak hödüklüğe ulaşıyorum. Yukarıdaki, kırk-elli yıl öncenin sözlükteki karşılığına denk gelen hödüklük, kanımca günümüzde önemli bir değişiklik geçirmiş. Genelde eskisiyle büyük ölçüde ortak bir içeriğe sahip olmakla birlikte, yeni anlamında, temeldeki toplumsal-kültürel değişime bağlı olarak ciddi bir farklılaşma yaşanmıştır.

Çünkü son kırk yılda toplumumuz ve insanımız çok büyük kırılmalar, dönüşümler, başkalaşımlar yaşadı. Neredeyse kültürel genetiğinde önemli bozulmalara, yozlaşmalara uğradı. Dolayısıyla toplumsal, kültürel kavramların içeriğinde ve anlamlarında da buna koşut değişimlerin olması doğaldır, beklenmelidir. Sanırım sözkonusu “başkalaşım”da, medya merkezli, sahte ve yalan bilginin özgürce at koşturduğu sınırsız “bilgi bolluğu”nun yarattığı kirlilik, tayin edici bir etken olarak karşımıza çıkıyor. “Öğrenilmiş cehalet” dediğimiz, hödüklüğün içinde yeşerip serpildiği günümüze özgü yeni toplumsal-insani durum ve “yeni insan tipleri”, bu tablonun doğal ve kaçınılmaz bir ürünüdür.

Görgüsüzlüğün rüzgarı, daha çok, aydınlanmaya ve çağdaşlaşmaya karşı ortaçağ kültürünün, yobazlığın, ağalığın, ve onların kuşatması altındaki köylülüğün masum geriliğinden ve cehaletinde esiyordu. Hödüklüğün rüzgarı ise, aynı kaynaktan beslenmeye devam etmekle birlikte, daha çok, modern kılıflı Yeni Ortaçağ’ın Batı merkezlerinden esmekte. Yani hödüklük, 50 yıl öncesine göre daha da kapitalistleşen, üstelik büyük özelleştirmeler ve kamu kuruluşlarının yağmalanmasıyla piyasa kapitalizminin, vurguncu mafya ve tarikat haydutlarının tam olarak kucağına itilen insanımızın yaşadığı travmaların, kişilik çarpıklıklarının, kişilik parçalanmalarının ürünüdür. Kişilik-birey olmayıp ama alabildiğine bireycileşmesinin ve bencilleşmesinin sonucu ipini koparmış bir açgözlülüğün, tek yeteneği kısa yoldan zengin olma hayali kurma olan süzme budalalığın bir sonucudur. Kitlelerin ruhsal dünyasındaki bu yıkım, kirlenme ve ucubeleşme, medya aracılığıyla on misli daha artarak ve katmerlenerek yaşanmıştır.

Çağının gerçekleri karşısında “modern”, “yenilikçi”, ama tersten, eksi yönde bir işleve sahip bu sıradan ama hırslı, görgüsüz ve cahil insan tipini; bilincinde olmadığı ve kabul etmek de istemediği cehaletinin, çarpık, yozlaştırılmış algı ve bilincinin diyalektik bir yansıması olarak da betimleyebiliriz. Kibirli bir bilgiçliğe, sınırsız bir kendine güven ve gözüpekliğe sahiptir o. Bu özellikler, bir yönüyle kuşkusuz, kapitalizm ve modernleşmeyle birlikte gelişen bireye, bireyleşmeye özgüdür. Ancak bunlar, ilerici Batı’da, içsel dinamiklerin doğal gelişim seyri sonucu oluşan insanlaşmanın, özgür-olgun bireyler olmanın ögeleri idi. Bizde ise, henüz toplumsal ve kültürel koşulları olgunlaşmadan, başka deyişle içsel dinamikler asgari kendi doğal evrimini yaşamadan küreselci emperyalist projelerin dayatmasıyla, alabildiğine deforme edilmiş, çarpıtılmış ucube bir kültür ve kimlikler bütünü ortaya çıktı.

Civcivi yumurtadan 21 günde değil daha erken çıkmaya zorlamaktaydı bu emperyalist irade. Sonuçta ortaya çıkan, hormonlanmış, kendine yabancılaşmış, bölünmüş bir “tüketim budalası”dır. Bu kişilik modellerinden “popüler kültür”ün “popüler” ama görgüsüz, kazma, kıt akıllı, hırsı boyundan büyük karakterleri zuhur etti. Yaşam deneyimi ile kavrulmuş ve bunun gerektirdiği bilimsel bilgiyle harmanlanıp pişmiş, olgunlaşmış, kendiyle barışık, bütünlüklü, tutarlı kişilikler değil, aksine işporta tezgahlarında gördüğümüz dışı yanmış, ama içi çiğ mısır taneleri gibi “altı kaval üstü şişhane” eklektik kişilikler.

Doğal-organik insan unsurunu, kapitalizmin, ortaçağ ve mafyatik güçlerin toplumsal ve insani olmayan amaçlar doğrultusunda sakatlayıp deforma etmaları, yukarıdaki gibi çarpık kimliklere zorlamaları, geçmişten farklı olarak günümüzde çok daha üst düzeyde ve yıkıcı boyutlarda uygulanmaktadır. Özellikle son ikiyüzyılın tarihine bakıldığında bu, büyük toplumal kriz dönemlerinde, kültürel ve insani kimlik konusunda bozulma ve çürüme evrelerinde ortaya çıkmakta.

Örneğin, kapitalizmin ve modern Avrupa’nın derin ekonomik, kültürel kriz yaşadığı 19. yüzyılın ikinci yarısında, genel bir eğilim olarak bu karakterde insan tiplerine çokça rastlanmaktadır. Bozulmanın ve ucube, parçalanmış kişiliklerin temelini ise, olağanüstü hızlanan ekonomik, bilimsel ve kültürel yeniliklerin insanlara dayattığı sürece ayak uydurmak zorunluluğu ile, bu yeni yaşamın gereklerini maddi ve manevi olarak yerine getirecek bilgi birikimi, donanım ve eğitimden yoksunluk arasındaki büyük çelişki oluşturuyordu.

Flaubert‘in “Bilirbilmezler” romanı, Batı’da bu karakterin çağdaş bir ilk örneğini çok yönlü anlatan yapıtlardan biridir. Romanın kahramanları Bouvard ile Pécuchet, yaşadıkları dönemin moda eğilimlerinden de cesaret alarak, bilgisizliklerinden ve ahmaklıklarından kaynaklanan sınırsız bir gözüpeklikle her konuya görgüsüzce el atan, ama yüzeysel ve yarım bilgileri yüzünden hiç birisinde başarılı bir sonuç alamayan iki arkadaştır. Görünüşleri gibi tutumları ve tutkuları da ahmakçadır, gülünçtür. Ama gülünçlükleri biraz da ele aldıkları eserlerin, karşılaştıkları kişi ve durumların gülünçlüğünden ileri gelir.

Rus edebiyatında, feodal aristokrasinin çürümüşlüğü ve ahlaksızlığı, gelişen burjuvazinin bencilliği ve ikiyüzlülüğü karşısında, küçük insanın yaşadığı kimlik-kişilik mücadelesinin yarattığı çelişkiler, gülünçlükler bir çok yönüyle işlenmiştir. Aristokrasiye ve gelişen burjuvaziye özenen küçük burjuvazinin ve küçük memurun özlemleri ile kişiliksizliği ve korkaklığı arasındaki büyük çelişkinin doğurduğu görgüsüzce ve hödükçe davranışlar, Rus edebiyatında bütün boyutlarıyla yansıtılmıştır. Gogol‘un yapıtlarındaki dahice ve derin mizahi anlatım, yine Dostoyevski‘nin eserlerinde ironik bir üslupla işlenen bir çok karakter, hödüklüğe giden bozulmuş, yabancılaşmış kişiliğin görgüsüzlük biçimindeki ilk örnekleridir.

***

Peki, hödüklüğün günümüzdeki karşılığını ya da içeriğini nasıl tanımlamalıyız? Bu çok zor bir soru aslında, çünkü günümüzün toplumsal, kültürel gerçekliğini bütün kapsamı ve özgünlükleriyle çok iyi bilmek gerekiyor. Madem soruyu sorduk, üstesinden gelmeye ve yanıtlamaya çalışmak da boynumuzun borcu.

Hödüklüğün günümüz aynasındaki en iyi, en çarpıcı resmi, cahilliğini kabullenmeyen cehaletin kibridir; bilim ve bilgi üzerinde cehaletin ya da yarım bilginin iktidar olma sevdasıdır. Başka deyişle yüzeysel, yarım yamalak, kulaktan dolma bilginin, gerçek bilgiymiş gibi böbürlenme, hava atma, bilgiçlik taslama küstahlığıdır. Arkasında da küreselci emperyalizmin, aklı, bilimi küçümseyen, sıradanlığı ve cehaleti yücelten postmodern kültürü vardır.

Dolayısıyla gerçeğin bilgisine ulaşma, bilimsel olandan, bilgeden öğrenmeyi önemsizleştirme, küçümseme başat eğilim haline geldi. Erdem, akla, bilmeye, olgunluk ve yetkinliğe bağlı bir kavramken, tam karşıtı değerlerle / değersizliklerle yüklenir oldu. Yalan söylemek, işkembeden atıp tutmak ve bütün bunları büyük bir ahlakçılık demagojisiyle süslemek, kısacası gösterişli laf cambazlıkları “aptal kutusu” tv’lere hapsedilmiş kitlelerin gözünde “erdemli”, “ahlaklı”, “çok güzel” konuşmalar ve tavırlar olarak algılanmaktadır. Her şey gibi erdem de, bilgelik de gerçek içeriği boşaltılıp sahteleştirildi. Hödüklüğün en seçkin tipleri, toplumun, siyasetin ve sanat-edebiyatın egemen tepelerinde konumlanmış, kurtla yatıp çobanla ağlayarak, ama yüksek perdeden vicdan gösterileriyle saltanat sürüyor. Nihat Genç’in betimiyle, “aptalları istismar eden tavuk zekalı yazarlar” topluma” tavus kuşu diye kakalanıyor.”  

Hödüklüğün görgüsüzlük ve kabalıktan daha daha çarpıcı ve daha nitelikli bir alçalış, düşüklük ve bayağılaşma anlamında bir toplumsal karakter olarak ortaya çıkmasında yeni ve belirleyici etkenler nelerdir? Kuşkusuz bunda, küreselleşme ve ona bağlı iletişim araçlarının, tv’lerin yarattığı yapaylaşma, sanallaşma ve sahteleşmenin tayin edici bir rolü vardır. Bunu şöyle de açıklayabiliriz: İletişimdeki büyük patlama, doğru-yanlış, kirli-temiz her türlü bilgiye sınırsız ulaşabilme olanağı yarattı. Ancak kirli ve temizin birbirine karıştığı bu sınırsız bilgiden temiz ve doğru bilgiyi ayıklayıp bundan toplumsal-insani yararlı sonuçlar çıkarabilecek bilinç, donanım ve kapasiteye sahip insan sayısı son derece sınırlıdır. Ülkemizdeki çoğu gecekondu niteliğindeki ikiyüze yakın üniversiteye karşın nüfusumuzun bu oran, toplumun yüzde onunu geçmez. Bir sürü üniversitenin olması, onların niteliği ile ilgili çokça bilinen nedenlerden dolayı, durumu pek değiştirmiyor. Aksine, bu kadar bilgiye ulaşma olanağı varken, sığ, çarpık, işporta ve uydurma bilgiyle, yani öğrenilmiş cehaletle, görgüsüzlük, kabalık, bir üst düzeye terfi ederek hödüklüğün altın çağına evriliyor.

Kuşkusuz buna bağlı olarak hödüklüğün bir “estetiği” de oluşuyor. Postmodernizmle popüler kültürün örtüştüğü, içiçe geçtiği, nitelikli ile niteliksiz ayrımının önemini yitirdiği geniş alanda söz ve görsellik oyunlarıyla gösteriş yapmak, bunu sanatın güncellenmiş en son biçimi olarak sunmak, üst düzeyde bir hödükleşmenin parlak bir örneğini oluşturuyor. Hödüklüğün en sevdiği şey, gösteriş, şişinme, böbürlenme, abartılmış kibir ve kendini beğenmişlik ise, bütün bunları laf cambazlığı ve kaba, sıradan görsel numaralarla sunarak göz boyamak da kuşkusuz en etkili yol ve yöntemdir.

Geçmişte “hacıağa”lık, “kaba köylülük”, “görgüsüzlük” vb biçimlerinde eğitimden ve bilgiden gerçek anlamda uzak ve bunlara ulaşma olanağından yoksun insanlardaki cehaletin, alçakgönüllü olmayan, bilgiçliğe soyunan, az bir şey bilmenin gösterişini yapan kaba, köylüce davranışlara denirdi hödüklük. Bugünle karşılaştırıldığında, Cumhuriyetin yoğun kentleşme ve çağdaşlaşma tartışmaları yaşadığı büyük değişim ve dönüşüm sürecinde Türk insanının bu kentleşme ve çağdaşlaşmayla yaşadığı dram ve onun yarattığı gülünç karakterler oldukça masum kalmaktadır. Çünkü, sözkonusu sürecin tarihsel olarak haklı, maddi ve manevi yönleriyle özgürleştirici, ilerletici bir niteliği vardır.

***

Oysa hödüklük, bugün bizde, postmodern kültürün beslendiği, üzerinde yükseldiği temel bir davranış biçimi ve tipik bir karakterdir. Ya da tersten söylersek, postmodern kültür hödüklüğü, aydınlanmacı akılcılığa ve bilimselliğe karşı çağın bireyci davranış biçimi olarak yüceltir; özellikle medya üzerinden alabildiğine parlatarak kutsar. Doğanın ve toplumların gelişme yasaları ve insanın toplumsal, düşünsel, ruhsal yetkinleşmesi ile çatışan, genel evrimi tersine çevirmeye çalışan bir çöküş ve çürüme kültürüdür sözkonusu olan. Evet, vurgulamaya çalıştığımız ve bütün özellikleriyle henüz sözlüklerde gerçek karşılığını bulmayan hödüklük, küresel karşıdevrimin kültürel bir ürünüdür.

Siyasette bunun anlamı, laf ustalığının, parlak söz ve dil oyunlarının gerçeğin, bilimsel olanı açıklamanın önüne geçmesi;
yani demagojinin, şarlatanlığın kitlelerin oyunu ve desteğini almada başat rol oynamasıdır. Günübirlik, kısa vadeli hesaplarda yalanın ve sahte bilginin daha etkili olması, postmodern kültürün ruhunu oluşturan, “geçmiş ve gelecek yoktur, gününü yaşa!” felsefesi ile temelden bağlantılıdır. Emperyalist tekellerin sınırsız kâr hırsına bağlı olarak günübirlik yaşamı ve sınırsız tüketimi kutsayan bu “Tüketim Kültürü”nde Retorik, yani hitabet gücü, süslü, gösterişli ve etkili konuşma, içerik ve anlam karşısında üstün ve belirleyici hale gelmektedir. Adam öyle büyük yalanlar söylenmekte, gösterişli palavralar sıkılmaktadır ki, her gün durmadan hafızası silinen toplumda bütün bunlar durmadan yeni sahte, yapay gündemler yaratılarak unutturulmaktadır. Onların uydurma, yalan olduğu toplumun önemli bir kesimince anlaşılmasına rağmen, sıradan insanın duygu ve özlemlerini gıdıklayan yeni ve daha büyük, daha gösterişli yalanlarla öncekiler kısa sürede tartışma-sorgulama gündeminden çıkarılabilmektedir.

Devrimci siyasette de, hödüklüğün beslendiği aynı toplumsal ve kültürel zemin etkisini göstermektedir. Bu, özellikle kendini, ideoloji ve stratejinin çok boyutlu, derinlikli öngörülerinin ve geniş ufkunun güncel taktik ve siyasetler düzleminde buharlaşması biçiminde göstermektedir. Başka deyişle, devrimci siyasetin en az elli yıllık teorik ve pratik birikiminin günün ihtiyacıyla ilgili kısmı alınıp, bugün ikincil olan ama yarın çok önemli olan diğerleri bir kenara atılmakta ve hafızalardan silinmektedir. Yani “güncellik” değirmeni, bütün temel ve stratejik ilkeleri yüksek hızlı çarkında öğütmektedir.

Özellikle genç devrimciler, “zamanı kısaltan” ve küresel kapitalist merkezlerce ayarlanan bu “hızlı” gidişin, ya da akışın büyüsüyle güncel siyaseti, medyatik tavır ve görsellikleri mutlaklaştıran, ideolojik ve stratejik hedefleri unutan ya da küçümseyen bir yanılgıya kapılmış görünüyorlar. Dolayısıyla geçmişin tecrübe ve teorik birikiminden öğrenme eğilimi, hödüklüğü yücelten aynı küreselci-medyatik etkenlerin baskısıyla küçümsenmektedir. Burada medyatik popülerliğin, henüz o olgunluğa ve birikime sahip olmadığı halde kısa sürede popüler ve milli olmanın cezbedici tuzağına yakalanma söz konusu. Ve giderek “kendine güven” devrimci ilkesi, her şeyi kendisiyle başlatan, tecrübeden / eskilerden öğrenmeyi küçümseyen kibirli bir bilgiçliğe ve küstahlığa dönüşmektedir. Bütün bunların, devrimci anlamda nitelikli, devrimci stratejik hedeflere ilerlemeye hizmet eden tavır ve davranışlar olmadığı kesindir.

Popüler kültür ve onun siyasete yansımış biçimi olan halk dalkavukluğu, hödüklüğün kendini gizlediği, geniş beslenme ve çeşitlenme alanıdır. Burada en geçerli, en para eden şey, bilim ve hakikat değildir; aksine dinci yobazlığın av alanı olan bu alanda halkın duygularını, günlük beklenti ve çıkarlarını okşayan, uygulanması olanaksız, uygulansa da temelden çözümü değil günü kurtarmayı amaçlayan, içi boş cafcaflı laflar ve yalanlardır.

Kültür ve sanat alanında hödüklük, yer yer kendini çok daha doğrudan ve kaba bir biçimde ifade emekle birlikte, asıl dışavurumunu entelektüel bir söylem içinde ince ve dolaylı bir üslupla gerçekleştirmektedir. Örneğin estetik ve sanatta toplumsal, insani ve tarihsel anlam, bu bağlamda içerik ve biçim, ulusallık ve evrensellik ilişkisi belirleyici vazgeçilmez ögelerdir. Bu konuda asgari felsefi, düşünsel bir bilgiye, bir bakış açısına sahip olmadan sanat üretmek, fikir belirtmek, kanımca hödüklüğün özgürlük alanını (!) oluşturuyor. Dahası, yaklaşık 150 yıllık ulusal ve demokratik birikimimizle sanatın evrensel değer ve ölçütlerinin daha gerisine düşmeden, hatta daha ilerisinde kendi özgün, ulusal sanat ve edebiyatımızı geliştirmemiz gerektiği tartışmasız bir zorunluluktur. Durum bu iken, hâlâ çoraklaşmış, çürümüş ve yeni-özgün bir şey üretme yeteneğini ve enerjisini yitirmiş postmodern Batı kültüründen “yenilik”, yol göstericilik, “devimci çıkışlar” beklemek, hödüklüğün maskaralık meydanında dolaşmaktan başka nedir ki?

Örneğin, postmodernizmin sanatta niteliği ve seçkin”i yadsıyarak “güncel sanat” olarak teorisini yaptığı sıradan, bayağı, pornolaşmış, atık, çöplük, basit kullanım eşyası vb “her şeyin sanat olduğu” iddiası, bu bereketli (!) alanı genişçe tanımlamış oluyor. Eh, bu tanıma göre bilgi, beceri, sabırlı emek-ustalık ve yaratıcılığın pabucu dama atılıyor. Bütün bu yetilerden yoksun ama kapitalist piyasanın kutsadığı gözü kara, kendine sonsuz güvenli, cesur girişimci ya da “sanat sevdalısı” da, böylece cehaletin bütün biçimlerini çalımlayarak hödüklüğün bayrağını uygarlığın burcuna dikiyor.

Tekrar vurgulayalım, Batı, Namık Kemallerin, Tevfik Fikretlerin, Tanpınar ve Sabahattin Alilerin, D Grubu ve Türk Beşlilerinin yine de ilerici ve insani bir şeyler buldukları Batı değildir artık. “Bilge güneşi gösterir, budala parmağa bakar” özdeyişinin anlattığı gibi, dünkü Türk aydın ve sanatçıların peşine düştüğü güneş, ileri düşünce ve sanat enerjisi, Batı’dan yayılmıyor dünyaya. Bilgenin parmağı görünüşte Batıyı işaret etse de, bunun anlamı, yüz yıl önce insanlığın en ileri bilim ve sanat birikiminin Batı’da olduğu idi. Ama bugün o parmak Doğu’yu gösteriyor; hatta bu süreç ta 20. yüzyılın başlarında başladı. Dolayısıyla o güneş, parmağa bakarak, bilgenin laflarını tekrarlayarak değil, evrenin yasalarının ve çağın gerçeklerinin bilimsel kavranışı ve derin sezgi gücüyle algılanıp bilince çıkarılabilir. Aşırma bilgiçliklerle, ödünç heyecanlar ve duyarlılık şamatalarıyla kendini kandıranların değil, kafasını kendi gövdesi üzerinde taşıyan ve kendisi olabilenlerin, bilgiyi bütün derinliği ve çilesiyle hakkını vererek yaşayanların harcıdır bu.

***

Bugün ülkemizin siyaset düzleminde yaşadığı, sadece ulusal ve ekonomik nedenlerle tam açıklanamayan, tıkanmanın da önemli bir nedenini oluşturan insani kirlenme, başka deyişle toplumsal-kültürel yozlaşma ve çürüme, küçümsenemez, ertelemez, ikinci plana atılamaz boyutlarda temel bir sorundur. Kuşkusuz siyaset ve ekonomi önceliklidir, ancak bu hedefleri gerçekleştirecek vatansever, aydınlanmacı ve akılcı insan unsuru, bu olumlu niteliklerini ve iyimserliğini korumak ve her gün yeniden üretmek durumundadır. Ancak bu yeniden üretim için bile kültür ve sanat alanındaki mücadele ve 21. yüzyılın başında Atatürkçü Cumhuriyetin yeniden fethedilerek yaşaması için zorunlu olan çağdaş, akılcı yeni bir insanın yaratılması açısından da vazgeçilmezdir.

Cumhuriyetin çağdaş, ulusal, devrimci ilke ve değerlerine karşı savaş açan küreselci karşıdevrimin bir ürünü olan hödüklük ve türevleri altedilmeden aydınlanmacı, çağdaş yeni bir kültür, kişilikli, yetkin bir yurttaş yaratmak olanaksız. Evet, neoliberalizm ve postmodernizm, arkasındaki küreselci proje iflas etttiği için gerilemektedir; ne var ki, bölgemize yönelik ABD merkezli saldırılar nasıl ki kendiliğinden hiç bir zaman sona ermeyecekse, piyasacılık ve özelleştirmecilik de, kültürel yozlaşma ve çürüme de kendiliğinden yerini tekrar ulusal, kamucu ve aydınlanmacı kültüre terketmeyecektir. Bu alandaki mücadelenin önemini ve önceliğini kavrayıp duyarlılığını ve bilincini bileyip sahne almak, Türk aydını ve sanatçısının birincil görevidir.

Hiç kuşkusuz Türk ulusu ve Türk aydını bu derin kirlenmeye ve yabancılaşmaya karşı, geçmişinden kök alarak ulusal ve devrimci bir sanat ve edebiyat seçeneğini yaratacaktır. Tarihin akışı gerçeklerden ve doğrulardan yanadır. İnsanlık gerçek/doğru, iyi/ahlaki ve güzel/estetik olanın bütünlüğe ulaştığı, insanın doğaya ve kendine yabancılaşmasının so bulduğu bir geleceğe doğru ilerlemektedir. Unutulmasın ki, tarihin değirmeni yavaş döner; ama ince öğütür; en sert taneleri bile unufak eder.

Bütün bu nedenlerle hödüklüğün gününü yaşamayı, kolay kazancı ve yükselmeyi, içi boş, anlamsız şovları öğütleyen parlak ve gösterişli kimlik çağrılarına değil, emeğin, üretimin ve yaratıcılığın, yanında çile, sabır vadeden, gerçek özgürlük çağrılarına kulak verelim. Bir halk deyişiyle; sözünü yükselt, sesini değil; yağmurdur çiçekleri büyüten, gök gürültüsü değil.”

Mehmet Ulusoy

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu