KÖŞE YAZILARIMehmet Ulusoy

“İnsan, zihnini özgürleştirebiliyorsa hücrede de özgürdür.” – Mehmet Ulusoy yazdı…

Korona günlerinde geçmişten geleceğe bir gezinti

Büyük felaketler, aslında büyük öğretmenlerdir; kuşkusuz ders çıkarmasını ve öğrenmesini bilene. Ve derler ki “akıl, insanın kafasına dayanmış bir çividir”. Aklın yeterince çalışması için felaketlerin demir balyozu o çiviyi beynimize çakmalıdır. İşte insanlık ve ulusumuz böylesi benzersiz günleri yaşıyor. Akıl ve vicdanın en üst düzeyde buluştuğu, insanlığın geleceğine yön verdiği anlar…

Korona virüs salgınını, sokağa çıkması yasaklanan 70 yaşında bir yurttaş olarak eve kapanmış dünyayı izlerken, salgın dışındaki bütün olayların önemini yitirdiğini görüyorum. Tarihin zinciri bir anda sanki kopmuş, geçmiş ve geleceğin içine çekildiği bir belirsizlik eşiğinden geçiyoruz. Kesin olarak sahnede çarpışan iki özne var: İnsanlık dünyası ve mikroplar dünyasının çok iştahlı, arsız yeni sultanı korona. Savaşım dişe diş sürerken biz aksaçlılara düşen, iyimserliğin, başarının ve geleceğin felsefi, düşünsel, moral yeniden üretim çabası oluyor. En azından ben kendi görevimi böyle tanımlıyorum.

Eh, bu durumda kimimiz eve kapanmanın ve “bir şey yapamamanın” sıkıntısını yaşarken, ben de dahil kimimiz de okumak, araştırmak, derin derin düşünmek, geniş ve kapsamlı değerlendirmelere odaklanmak için bir fırsat yakalamanın keyfini yaşıyoruz. Uzun geçmişin dersleri, gelecek tasavvurları, tasarımları, yaşam-ölüm diyalektiği, insanlık durumları, paylaşmanın ve yardımlaşmanın artan önemi, liberalizmin iflası ve kamuculuk odaklı düşünceler, projeler gündemimize yaşamın her sokağından sökün ediveriyor.

Eve hapsolmayı, bir süreliğine günlük hay huy, zorunlu işler, iyi-kötü vakit öldürme alışkanlıkları hatırına beynimizin bir köşesine sıkıştırıverdiğimiz okuma-araştırma planlarımızı gerçekleştirebildiğimiz için bir çeşit özgürleşme olarak göremez miyiz? İnsan, zihnini özgürleştirebiliyorsa hücrede de özgürdür. Böyle bir süreci yaşamak, geliştirdiğimiz uygarlıkla yasalarını çiğnediğimiz doğanın insanlığa meydan okuyarak dayattığı bir zorunluluktur. Ve her zorunluluk doğanın yasalarına uyum temelinde bir özgürleşmeyi içerir. Bu nedenle, kuşkusuz en başta bütün dostlara, okurlarıma önerim; ertelenmiş, yarım kalmış okumalarını tamamlamaya, böylece bilgi ve bilinçlerini derinleştirip zenginleştirmeye odaklanmaktır. Bir çok arkadaştan çok sık duyduğum “günlük işler” gerekçesi, görüldüğü gibi artık geçerliliğini belli ölçüde yitirmiş durumda.

Kuşkusuz dışarıda yaşam devam ediyor; geçim kavgası, sınırlı bir düzeye indiği için daha da önem kazanan üretilen özellikle temel ihtiyaç maddelerinin ve fedakarlıkların adilce paylaşımı kavgası bütün ciddiyetiyle sürüyor.

***

Yıllar önce okuduğum ve çok etkilendiğim, öğretici bilgiler içeren “Tüfek, Mikrop ve Çelik” adlı, insanlık tarihini çok boyutlu inceleyen kapsamlı kitabı anımsadım. Toplumların gelişmesinde, ateşin, tekerleğin keşfi, tarımsal üretime geçiş ve hayvanların evcilleştirilmesi, bilindiği gibi üretimi geliştiren belirleyici etkenlerdir. Negatif özneler olarak yıkıcı nitelikte olsalar da (ok ve kılıçtan sonra) tüfek ve çağdaş teknolojinin anası çelik, modern çağın başlamasında önemli rol oynadılar. Antik çağlardan beri en korkunç salgın hastalık olarak bilinen ve 1350’lerde Avrupa nüfusunun üçte birini yok eden veba, kıdemli ve ürkütücü bir hastalık olan cüzzam, Birinci Dünya Savaşı sonrasında 50 milyon insanın ölümüne yol açan İspanyol gribi, tifo, tifüs, kolera, insanlık tarihinde önemli kırılmalara yol açan salgınlardı.

Edvard Munch, İspanyol Gribi sonrası Otoportre, 1919,

Bu bilgiler, öylesine, muhabbet malzemesi, merak giderici, ilginç, şaşırtıcı nitelikleriyle vakit öldürme sıkıntımıza malzeme konusu olmamalı elbette. Aksine onlardan çıkarmamız gereken ders, bu olayların geçmişten geleceğe toplumları nasıl büyük değişikliklere, yeniliklere uğrattığını bilince yükseltmek, derinlemesine kavramak olmalıdır. Zaten yaşanan süreç, sorunun önemini bütün toplumsal-insani bağlamlarıyla ve bütün ciddiyetiyle beynimize bir çivi gibi çakmıştır.

Sözkonusu salgın hastalıkların öznesi mikrop (virüs), yarattığı büyük felaketlerle insanlığın toplumsal örgütlenmede, bilimsel ve teknolojik atılımlarında aklı çalıştıran, vicdanları, insani değerleri döne döne anımsatıp pekiştirerek geliştiren itici, uyarıcı, kamçılayıcı niteliğiyle kötü öğretmen rolünü oynadı. Örneğin Avrupa’daki veba salgını akılcılığın ve bilimin, onun bir parçası olarak kültür ve sanatta Rönesans’ın gelişmesinde, önemli bir sıçramaya neden oldu. Diğer hastalıklarda belli dönemlerde insanlığı düşündüren, terbiye eden, uygarlaştıran doğanın görevlendirdiği öğretmenler olmuştur. Böylece insanlık, savaşlar olsun, açlıklar, salgın hastalıklar olsun, büyük yıkımların potasında kavrulup-bilinçlenerek yeni bir toplumsal sisteme, yeni bir uygarlık ve yaşam biçimine sıçrayarak ilerliyor. Hayatın akışına yanıt veremeyen çürümüş, köhnemiş eski biçimleri, gelenekleri, alışkanlıkları radikal bir şekilde değiştirip çöpe atan “yaratıcı yıkımlar” yaşanmadan maalesef insanlık gelişip özgürleşemiyor.

***

Evet doğru, “her şeyde bir hayır vardır”. Ancak, kaderci, boyun eğici, tarihi değiştirme, tarihi yapma iradesi göstermemek, önemli tarihsel olayları, bakalım ne olacak, izleyip görelim deyip sadece uzaktan seyretmek anlamında yorumlamamak kaydıyla. Aslında doğru olan öteki yorumdur: Her kriz, her felaket, aynı zamanda bağrında yeni bir fırsatı, ileri ve doğru bir seçeneği de taşır. Yeter ki biz, tıpkı karanlığın en koyu anında şafağı gördüğümüz gibi, krizin içindeki yeni ve doğru olanın, çıkışın enerjisini görüp, ondan olumlu sonuçlar ve çözümler üretebilelim. Büyük bilimsel, teknolojik buluşların, büyük toplumsal sıçramaların kaynağı da böylesi süreçler değil mi?

Türk ve Çin mitolojilerinde, hatta genel olarak Asya mitolojilerinde evrenin simgesi çift başlı ejderha ya da tıbbın simgesi çift başlı yılan (ejderhanın incelmiş biçimi), yıkıcı-öldürücü, yok edici güç ile yaşam verici, üretici, sağaltıcı güç ve enerjinin birbirini tamamlayıcı nitelik taşıdıklarını ifade eder. Bu, insanlığın onbinlerce yıllık deneyiminden süzülüp gelen yaşan felsefesinin diyalektik özüdür. Özetle, her yıkım, yeniden daha ileri kuruluşları ve yaratıcılığı, her zehir panzehirini, her hastalık daha zinde ve sağlıklı olmanın ileri ve bilinçli biçimlerini getirir.

Şu anda, insanlığın ve ulusumuzun en seçkin, en gelişmiş kişilikleri, başta hekimler olmak üzere, aydınları, önderleri, korona virüsünün yarattığı sorunların -ki sadece sağlık sorunuyla sınırlı olmadığı ortaya çıktı- ekonomik, toplumsal, kültürel çok boyutlu neden ve sonuçlarına kafa yoruyor, öngörülerde bulunuyor. İnsan hayatının, yaşam hakkının her şeyin üstünde olduğunu kanıtlayan bu olay, aynı zamanda şu gerçeği de bilinçlere kazıdı: Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak; yaşamın her alanı yeniden biçimlenecek. Kuşkusuz bunun çok boyutlu ve kapsamlı bir anlamı var. Kırk yıldır uygulanan borç ekonomisi, tarımın yıkımı, serbest piyasacılık, özelleştirme, “iletişim çağı”, tüketim ekonomisi ve tüketim kültürü, bilim düşmanlığı, hepsinin adresinin çoktan hakettikleri çöplük olduğu ortaya çıktı. Bu adres, öncü aydınların, devrimcilerin düşünce ve önerilerinde çoktan kesinleşmişti. Şimdi ise, İnsanlık ve Türk halkı yaşayarak bunun bilincine varmaktadır.

Kapitalistleri ve onların çanak yalayıcı yardakçılarını 2008 küresel krizi yeterince akıllandırmamış olmalı ki, bu kez en büyük yasa koyucu, en büyük otorite “doğa” duruma el koydu. Kırmızı çizgilerini bir kez daha insanlığı sarsarak ilan etti. Şimdi Batı’nın bütün toplumbilimci, iktisatçı akıl hocaları neoliberal ekonomi-politikaların az veya çok terkedilmesini, korona’ya karşı başarılı bir mücadele veren Çin’den öğrenmeyi dillendiren bir söylem içine girdiler. Aslında böylece, 2008 Krizi ile kesinleşen, dünyanın ekseninin, merkezinde Çin’in (ve Rusya’nın) olduğu Asya/Avrasya’ya kaydığı olgusu, korona salgını ile birlikte bilinçlerde daha da güçlü bir şekilde pekişmiş oluyor.

Öyle ki, kim ne derse desin, sadece dünya ekonomisi ve siyasetinin belirlenmesi açısından değil, toplumcu, eşitlikçi ve paylaşmacı yeni bir uygarlığın, yeni bir insanın, dolayısıyla yeni bir kültür ve sanatın yaratılması açısından da bu büyük gerçeği kavramak yaşamsal önemdedir. O nedenle geleceğe ilişkin bütün tasavvurlarımızın, ütopya ve projelerimizin, umutlarımızın maddi, toplumsal-kültürel ağırlık merkezini, ana mekanını şimdi Asya, Avrasya’dır demek hiç de yanlış bir saptama değildir. Böylece, aslında çoktandır gündeme gelmiş olan, 500 yıllık Avrupa merkezli büyük gelişme çağı sona ermiştir; Asya merkezli, insan odaklı, eşitlikçi, paylaşmacı, doğayla barışık bir çağın kapıları açılmıştır.

***

Düşünürler, uzmanlar güne ve geleceğe ilişkin teoriler, projeler, planlar geliştirirler, öneriler ve uyarılarda bulunurlar. Ancak, çoğunlukla bunlar, egemen sınıf iktidarları tarafından zamanında benimsenip uygulamaya konmaz. Çünkü çağdaş aklın ve bilimin emrettiği kamucu/toplumsal nitelikteki bu öneriler, genellikle, egemen sınıfların sömürü çıkarlarına, sınırsız kâr hırslarına ve ayrıcalıklarına sınırlamalar getirir; hatta temelden karşıttır diyebiliriz. Hele özellikle büyük gelir eşitsizliklerinin oluştuğu son kırk yılın neoliberal “küreselleşme çağı”nda, sınırlı sayıdaki kişilerin ve büyük tekellerin servet birikimi akla durgunluk verici düzeydedir.

Aynı şekilde, ülkemizde gerçekleşen, mafyalaşmış dar bir zümrenin temsil ettiği, büyük vurgunlara, hırsızlıklara ve rantlara dayanan servet birikimi ile nüfusun neredeyse yüzde 90-95’ini oluşturan yoksullaşmış ve açlığın sınırındaki büyük halk kitleleri arasındaki uçurum, sözkonusu çözümlerin zorunluluğunun önlenemez, bastırılamaz dinamiğini oluşturuyor. Daha açık ifadeyle, AKP’nin temsil ettiği, küresel sermaye uzantısı mafya-tarikat sisteminin dayandığı piyasacı borç ekonomisi zaten iflasın ve yıkımın eşiğine gelmişti. Çıkış da, ancak bir ulusal mutabakat hükümeti ile ve piyasacılığın, dışa bağımlılığın ciddi bir şekilde sınırlandırılıp kamuculuğa ve üretim ekonomisine yönelinmesiyle mümkündür. Korona virüsü salgını, herkesten kazancı oranında fedakarlığı ve ulusal birliği-bütünlüğü zorunlu kılan bu çıkış yolunu halkın deneyimleriyle kavramasının bütün maddi ve manevi koşullarını hazırladı. Tekrar vurgulayalım; ulusal birliği-bütünlüğü sağlamanın temel koşulu, yüzde seksenin yoksulluk sınırında yaşadığı bu ülkede herkesten bağış toplamadan önce, yüzde seksene de güven veren, özellikle son 40-50 yılda rantlar, ihaleler, eş-dost kayırmaları, ayrıcalıklar, vurgun, sıcak para operasyonlarıyla ile büyük servet edinen kesimlerden haksız ve havadan kazançları oranında büyük “bağış” alınma iradesi ve kararlılığıyla sağlanabilir.

Geleceği gören akılcı ve ulusun çıkarlarını esas alan çözüm önerileri, “bir musibet bin nasihatten yeğdir” misali tam da bu tür zor günlerde öğretici, yol gösterici olarak toplumun gündemine tekrar gelmiştir. Yani halk deyişiyle Hızır’ın yetişmesi için kulun sıkışması gerekiyordu. Peki, kulun sıkışması, bütün ulusun bu mecburiyeti hissetmesi, duyumsaması yeterli mi? Sorun bunu, kim, hangi program ve siyasetle, hangi donanım, liyakat ve birikimle uygulayacak, sorununa gelip dayanmıştır.

Şimdi soru şudur: Bu nesnel gerçeklik ya da zorunluluk, yaşanan bu büyük ve tarihsel gerçekliği kavramayan, ideolojisi ve zihniyet yapısı nedeniyle kavraması da pek mümkün görünmeyen, el yordamıyla ilerleyen ve günü kurtarmakla yetinen mevcut iktidar koşullarında nasıl uygulamaya konacak? Üstüste binen ve birbirini çok güçlü bir şekilde etkileyen, dış tehdit ve terör, ekonomik kriz ve korona salgınına karşı ortak mücadele, ancak, daha tali/ikincil, önemsiz siyasal tartışmaları aşarak, ulusun/toplumun çıkarlarını bireysel çıkarların üstüne koyarak başarılabilir. Bu, günün acımasız gerçeklerini bilimsel temelde doğru kavrayan ve çok güçlü bir ulusal birlik ruhu ile ortak mücadele iradesi göstererek mümkündür. Yukarıda vurguladığımız, planlamacı ve devletçi karma ekonomi olarak da tanımlanan kamucu tedbirler bunu gerektiriyor.

Korona salgınını yenme mücadelesinin başarılmasında ve yaşam mücadelesinin mihenginde sınanan doğrular ve yanlışlar, yetersizlikler ve çapsızlıklar, hala toplumu değil, kendi çıkar çevresini düşünen bencillikler ve alçaklıklar Türk halkının vicdanında hak ettiği yanıtı alacaktır. Kimse gerçekleri, akılcı ve sağduyulu çözüm yollarını sınıfsal ve siyasal çıkarı için uzun süre çarpıtıp saklayarak, değiştirip yokuşa sürerek uzun süre halkı kandıramaz. Yeni bir dönemin tayin edici en önemli unsurları sanırım bu konudaki halkın yaşayarak öğrendiği ve bilincine kazıdığı yargıları, sağduyulu öngörüleri olacaktır. İşte, korona’dan sonraki siyasal, toplumsal, kültürel geleceğimizi belirlemede katkısı olabileceğini düşündüğüm bazı ipuçları…

Mehmet Ulusoy

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu