KÖŞE YAZILARIZeynepçe

Altılı Ganyan – Zeynep Ersen yazdı…

Hastaneden bugün çıktım. Horatius’a oynamak üzere Veliefendi Hipodromu’na gidiyorum. Horatius. Benim atım. Bir başkasına ait ve ne sahibi, ne de jokeyi onunla nasıl konuşacaklarını bilmiyorlar. Ben her yarış öncesi bir yolunu bulup yanına gider ve ona fısıldarım. Boş ellerimi şeker verir gibi ağzına uzatırım ve o da şöyle bir elimi kokladıktan sonra geviş getirir. Param olsa ona şeker alacağımı bilir. Kandırılmış hissetmez. Bir keresinde neredeyse bütün koşularda birinci gelen Horatius sadece ben söylediğim için sondan üçüncü geldi. Bu simsiyah atın bana bağlanıp bağlanmayacağını anlamak için onu birkaç kez izledikten sonra bizzat kendisinden bu üçüncülüğü rica etmiştim. Sahibi yarış kaybedilince öfkelendi ve o gün yanına gitmeyerek Horatius’u cezalandırdı. Ben hemen yanına koşup onu öpüp okşadım. Coşkusundan şaha kalktı. Çok seviyorum Horatius’umu. Önümüzdeki koşularda ondan birinci olmasını isteyerek tüm kazandığım parayı, ağzıma koyduğum ekmek ve tuzu keserek sadece koşuya yatıracağım ve bu defa birçok yarış boyunca sonuncu gelmesini istedikten sonra da sahibinin ondan vazgeçmesini bekleyeceğim. Ve onu ben alacağım. Horatius’u. Sonra onu yarışlarda koşturmak istemiyorum. Eğer ve kamçı olmaksızın sırtında dünyayı dolaşmak istiyorum hepsi bu. Uçsuz bucaksız ovalarda, ormanlarda gezeceğiz Horatius’la. Ona verdikleri isim Süleyman. Ben onu Horatius diye çağırıyorum. Bu ismi ilk söylediğimde bana bakıp göz kırpmıştı. Böylece anlaştık.

Hay aksi. Açlıktan başım dönmeye başladı. En iyisi bir köşeye oturup yarış başlamadan önce tuzlu ekmeğimi yiyeyim.

Kaç saattir bu köşede baygın yatıyorum acaba? Ya bu burnumun ucundan sızan? Ellerim… Bu ne? Başım deli gibi ağrıyor. Kan bu! Kaşım mı yarılmış? Burnumdaki şişliği gözlerimle bile görebiliyorum. Başıma ne geldi bu ıssız parkta? Hastaneye götürülmeden evvel birileri beni takip ediyordu biliyorum. Aynı kişiler mi?

Ayağa kalkıp denge kuramıyorum. Bebekler gibi emekleyerek yürüyecek değilim ya! Tekrar denemeliyim. İşte, güç bela da olsa, yürüyorum.

Islığımla kafamda çınlayan flüt sesine eşlik ediyorum. Üzgünüm. Kaç defa dayak yediğimin sayısını bile hatırlayamıyorum. Olsun, müzik beni az sonra sakinleştirir. Yaşamımda Horatius dışında kimse yok. Kimse yok, canın bir iki söz etmek ister mi benimle diyen, ya da sadece, özledim, görmek istiyorum diye bir not bırakan. Herkesin mi yabancısıyım ben? Bir fazlalık mıyım bu kalabalığın birlikteliği tattığı dünyada?

Yanlış yapıyor olmalıyım. Ama her peygamberin başı beladadır zaten. Bana inananlar hastane koğuşunun diğer sakinleridir. Varlığımı tehdit görenler ve dahası alay edenlerse en başta hemşireler. Doktorlara gelince, doktorlar mora mor, yeşile yeşil iğnesi yapıp başlarından savarlar. Neredesin diye soranına rastlamadım. Tüm koordinatları biliyorlar akılları sıra. Yeşil, mor, ıvır ve zıvır noktaları. Renk hassası bir ressam da doktorluğu ne yapsın. Ne yaman dünya! Her hastaneden çıkışımda bir boşluğa düşüyorum. Horatius’a olan düşkünlüğümse değişmiyor. Çıkar çıkmaz ona koşuyorum.

Pekiyi şimdi ona ulaşmak için caddeden karşıya geçmeyi göze almalıyım. Bedenim öyle ağırlaşmış ki daha fazla ayakta duramıyorum ve emeklerken pantolonum yırtılıyor, dizlerim sıyrılıyor. Olsun varsın! Cadde işlek. Korna sesleri ve küfür kıyamet! Neredeyse sürünerek yolun karşısını buluyorum. Boynumdaki atkının  düştüğünü buz gibi havada üşürken anlıyorum. Geriye bakıyorum ki şimdi baba yadigarı atkımı bir motosikletli çiğniyor. Aynı yolu geri dönecek gücüm yok, dosdoğru devam etsem iyidir. Horatius’un sahibi Servet Bey’in çirkin sesiyle jokeyi azarladığını belki otuz adım mesafeden duyuyorum.

Yarışı kaybetmiş olacak…

Demek yarış bitmiş. Kaç saat baygın kaldığımı bilmiyorum ki. Bir duvara yaslanarak ayağa kalkıyorum ve Horatius’u görüyorum. Gelmiş geçmiş en asil at olduğunu beyan edercesine bir duruş, derin ve keskin bakışlar ve dimdik bir boyun. Tarif edilemez bir yürüyüş. Umurunda değil yarışın akıbeti. O doğru olan neyse onu yapmıştır. Kıskanç bir at bir keresinde baş başa giderlerken onu ısırmaya kalkışmıştı. Horatius’un cevabı birkaç saniyede dört boy öne geçip yarışı birincilikle tamamlamak oldu. Ben söyleseydim şimdi de yine birinci gelirdi tabii.

Beni fark ediyor. Göz göze geliyoruz. Ölümü düşünüyorum. Çok halsizim. Kişniyor. Beni al ve buradan gidelim dediğini anlıyorum. Öyleyse insanların gözden kaybolduğu bir anı belleyip yanına gitmeliyim usulca.Bu ganyancılar beni görseler, hırpalanmış cılız bedenime aldanır, kim olduğumu anlayamazlar. Hem acımasızdırlar. Yokmuşum gibi davranacaklar demek! Olabileceğim en iyi durumdayım öyleyse.

Yirmi dakika sonra dileğim gerçekleşiyor. Horatius yalnız. İvedilikle doğrulup on saniyeye varmadan yanına varıyorum. Bir sıçrayışta atlıyorum üzerine. Yolu o gösteriyor. Parka doğru yol tutuyor inanılması güç bir hızda. Bir kedi aniden korkarak sıçrıyor, köpekler havlıyor. Horatius yaşamında hiç ata binmemiş olan beni tam da tahmin ettiğim gibi kendi bedeninin bir parçasıymışımmışcasına taşıyarak bir saate yakın koşuyor ve sonunda İstanbul’un hiç bilmediğim bir köşesinde buluyoruz kendimizi.

Hiç hayat arkadaşım olmamıştı. Artık bir hayat arkadaşım var. Ben kendime zor bakarken ona nasıl bakacağımı hiç hesaplamamıştım. Bayat ekmeğimi paylaşır mı? Sokakta yaşayan biriyim ben. Karda kışta Horatius ne yapar?
Bitkinlikten yorgun düşmüş uykuya dalmışım. Uyandığımda kendimi Horatius’un gövdesine dayanmış buluyorum. Başımı kaldırıp karnına yaslamış olmalı. Bunu ben yapmadım. Isınmışım da böylece. Sıcacık o. Öyle sıcak ki sanki soğuktan hiç etkilenmiyor. Ocak ayının neredeyse tam ortasındayız. Yarışları takip etmiş olduğum için tarihin farkındayım.

Karşıdan gelen bu insanlar kim? Hızla yanımıza yaklaşıyorlar. Neler oluyor? İçlerinden biri Horatius’u başlığından tuttuğu gibi kenara çekiyor. Diğerleri, ki sanırım altı kişiler,etrafımı sarıyor. Biri silahı alnıma dayıyor.
Burası neresi? Saliha Hanım. Saliha Hanım kimdi sahi? Doğrulmak istiyorum. Hayır! Neden kollarım ve bacaklarım yatağa bağlanmış?

-Bugün yarışı kim kazandı bakalım?
-Sen kazandın. Ben kaybettim. Oysa kaybeden işte yine de sen oldun.
-Neden?
-Kollarımı aç söyleyeyim.

Zeynep ERSEN
zeynep.ersen@yahoo.com

Ana resim: “Telling Secrets” by Cynthia Feustel

Başa dön tuşu