Kan Karpuzu – Zeynep Ersen yazdı…
Pazardan altı karpuz seçtim. Bir tanesi sekiz kilodan az geldiği için, sekiz kiloya tamamlamak üzere kan verdim. Sonra bunları bir çuval içinde sırtıma yükleyerek eve yol tuttum. Dört kilometre üç yüz altmış metrelik yolu yürürken, kırk sekiz kilo yükümün de etkisiyle takriben yediyüz otuz kalori kaybettiğimi düşünürken sıkılıp hesap yapmayı bıraktım.
Eve varmak güzel. Epey acıkmıştım. Dört gün boyunca ruhumla bir kiloya tamamladığım kaymaksız yoğurdu yedim sadece. Evin giriş kapısında A4 kâğıda karınca harfleriyle yazılmış bir not var: Filiz seni öldüreceğim. İsmim Filiz olmadığından tepki göstermeme lüzum yok. Akşam soba odununu ateşlemek amacıyla eğilip kağıdı alayım. Pek kuvvetli bir sırtım varmış. Belim de kavi olmalı doğrusu. Bedeninle beraber doksan üç kilo gelen ağırlığı kırıntı gagalayan serçe misali indir kaldır. Zindeyim şükür.
Eve varmak güzel. Ya bu ismime ayırtılmış uçak bileti neyin nesi? Kapım kilitli olmasına rağmen nasıl oluyor da ayakkabılık üzerinde bu uçak bileti duruyor şaşırmıyorum. Olur böyle şeyler. Uçak bileti yirmi üç Ocak, Salı günü, on dört yirmiye ayrılmış. Saat şu an on üç, sıfır dördü gösteriyor. Hemen havaalanına gitmek üzere karpuz çuvalını sırtımdan bir hamlede indirip kapıyı çektiğim gibi yola düşüyorum. Kırk dakika yürüyüşten sonra havaalanındayım. Cebimde altı lira var. Bir hafta boyunca bu benim yegâne param. Dikkatli kullanmalıyım. Susuyorum ve bir şişe suyu altı lira karşılığında alıyorum. Lıkır lıkır içiyorum bir dikişte ve on üç yudumda. Bu esnada ismim anons ediliyor. Constantin von Goldstein. Bir memur bulup ne yapmam gerektiğini soruyorum. Check in denilen işlemde bu memur yanımda olabilir mi? Neyse ki geç kaldığım için bu dileğim her zamanki gibi gerçekleşiyor.
Merdivenlerden aşağıya, uçağa giden otobüslerin olduğu bölüme iniyorum. Benden başka kimse yok. Herkes gitmiş. Yan yana dizilmiş, asık suratlarıyla biletimi kontrol etmek isteyen iki memur var. Bir kadın, bir erkek. Kadının baştan aşağısının olağanüstü gelişmiş bir Alman kurdu olduğunu görünce midem bulanıyor. Kadının yüzü ise çok kaba olmasına rağmen çok güzel olan Susanna isimli bir tanıdıkla aynı ünsüz kalemden çizilmiş. Makyajı Miro eseri. Sarı göz kapakları, lacivert rimel ve kırmızı ruj, doğal Meksika bıyığıyla tamamlanıyor. Gözlerimi alamıyorum bu tablo karşısında.
Berlin’e kesilmiş biletimi eski kocam göndermiş olabilir. Yedi sene önce boşanıp da bir daha hiç görüşmediğimiz bir adam beni niçin şimdi görmek ister merak etmiyorum. Hareket etmek fırsatlarını kaçırmamaktır esas olan. Aslında eski kocamda sadece soy isminin tınısına kapılmıştım. Hem, eski, köklü ve soylu bir isimdir. Ön adım olarak Constantin’i ise ben seçtim müzikaliteye kontrpuan kazandırmak için. Sanırım esas ismim Figen idi. Öyle bir şey. Sahi onun adı neydi? Her neyse. Öyle bir isimdi ki, Constantin von Goldstein isminin ağırlığı onunkinin önüne geçince tüm hevesim kaçmıştı.
Saat iki buçuğu gösteriyor ki servis otobüsü hala ortada yok. Midemi bulandıran K9 kadından öte başımı çevirerek erkek memura eve dönmek istediğimi söyleyip oradan uzaklaşmaya davranıyorum. Yeterince hareket ettim zaten. Cinayetten sorumluymuşum havasında ‘’Olduğun yerde kal’’ diyor. Özgüven kalkanlarım düşüveriyor. Adamlardan değil de, yirmi birinci yüzyılın eklektik sfenkslerinden çekinmişimdir. Neyse ki o anda otobüs geliyor. K9 havlayarak otobüse kadar bana eşlik ediyor. Sonra gözden kayboluyor. Otobüs iki dakika geçmeden uçağa varıyor. Beni bekleyen diğer yolcuların asabi bakışlarına maruz kalarak on birinci sıra koridor ve pencere arasındaki koltuğa yerleşiyorum. İki yanım da çok şişman kişilerce tutulmuş. Üstelik pencere kenarındaki yolcu, yasağı çiğneyerek çantasını yere, pencere altına saklamış ve kokuşmuş ayakları benimkilerin hemen yanında.
Canım çok sıkılıyor. Leonard’ı… Yo neydi adı? Evet doğru, Leonard. Görün bakın: Leonard von Goldstein-Constantin von Goldstein. Zavallı Leonard, Constantin yanında nasıl da sönüyor. Her neyse, eski kocamı görmek istemiyorum. Hem karpuz yemek istiyorum. Karpuzları eve kadar ben taşıdım, başkası değil. Ya da şimdi ölmeliyim. Bu düşünce içimi mutlulukla dolduruyor. Her zaman bu şans var. Ölmüyorsam çok dirençliyim doğrusu. Gülme krizine yakalanıyorum. Ölüm gerçek olan biricik varoluş şekli.
Bir anda uçaktan dışarı sıvışıyorum. Hızlı adımlarla,meydandan geçen boş bir sefer otobüsüne atlıyorum. Şoförün, güzergâhı ezbere bildiğine güvenerek olacak,elleri direksiyonda horladığını anladığımda pencereden dışarı atlıyorum ve eve kadar koşuyorum.
Bu kara kış günü yolun yarısına varmadan hava kararmıştı bile. Kapıda aynı not: Filiz seni öldüreceğim. Kâğıdı alıp kapıdan girer girmez hemen soba odununu ateşliyorum. Ne kadar üşüdüm biliyor musunuz? Ev buz gibi. Dışarısı da öyle soğuktu ki yolda donan buz kütlelerinin üzerinde koşarken birkaç defa ayağım kaydı. Çok şükür reflekslerim iyi olduğundan düşmedim. Yaşamımda bazı düştüğümde oldu. Sayısını hatırlamıyorum. On bir kez olabilir.
Uyumuşum. Anlatayım neler oldu.
Gürültüyle kapım çalındı. Açtım. Karşımda Filiz. Filiz diye bir arkadaşım olduğunu unutmuşum. Hâlbuki evime en sık uğrayan insanlardan biridir Filiz. En azından iki senede bir gelir. Hoş geldin dedim. Selam dedi ve girdi kapıdan. Karnı açmış bu yüzden gelmiş. Evde karpuz olduğunu söylüyorum. Bu mevsimde ne karpuzu kardeşim diye tersliyor beni. Öfkemi içime atıyorum. Kan karpuzu bunlar diyorum. İstersen ye istemezsen bırak. Başka yiyecek şey yok. Ekmek, zeytinyağı, belki peynir almak dururken neden paramı bu karpuzlara harcamışım diye hesap soruyor benden. İyice sinirleniyorum. Sinirlilik belirtisi göstermek için hala bitkinim. Üstelik ben günlerdir aç sayılırım ne de olsa. Cebinde ne kadar para var diye soruyorum hiddetle. Elli lira diyor. İyi diyorum git bakkaldan biraz peynirle ekmek al kendin için ben de karpuzu keseyim. Merak etme senin peynir ekmeğinden almam. Gitmem diyor, ben buraya sana geldim sokağa çıkmaya değil. Ben o arada keskin kıyma bıçağımla karpuzlardan birini kesmeye başlamışım. Bıçağın aynasından Filiz’i görebiliyorum. Kedi gibi kıvrıla kıvrıla yürürken görüş alanıma girmiş ve durmuş burnunu karıştırıyor. K9’un öğleden sonra bulandırdığı midem hepten altüst oluyor. Ellerini ve yüzünü yıka diyorum. Tertemizim diyor. Yalan söylüyorsun diyorum burnunu karıştırdığın ellerle çatalıma el sürmeni istemiyorum. İnkâr ediyor. Sinirim yatışıyor ve cesaretlenmeye başlıyorum. İçimden Filiz’i kesmek geçiyor. Duramıyorum ve arkamı döndüğüm gibi Filiz’i boğazından kesiyorum. Derin bir yara açıyorum ve Filiz kısa zamanda ölüyor. Belki on dört saniye sürüyor. Evde fazla leke çıkmasın, iş çıkarmasın bana diye düşünerek kırk beş kiloluk arkadaşımı omuzladığım gibi kapının beş metre iki yüz santimetre önünde donmuş gölün açık bir havuzundan içeri atıyorum. Üzerime buz gibi su sıçrıyor. Filiz üzerindeki kıyafetler ve cebinde elli lira ile gölü boyluyor. Kısa sürede gözden kaybolmuştur ceset herhalde. Üşüdüğüm için ardıma bakmadan eve dönüyorum ve sobaya birkaç odun daha atıyorum. Buz gibi.
…
Filiz nerede olduğunu anlamak için birkaç saniye düşündü. Evinde, banyo aynası karşısında buldu kendini. Yine uyurgezerlik yaptığını, bu esnada kol altı tüylerini tıraşlarken kol altını çizip kanattığını gördü. Uyurgezerlik esnasında yaşadığı şeyleri hatırlayınca saçlarından ayak parmaklarına değin kabardı.
Uzun zamandır böylesine karanlık bir kabus görmemişti.
Zeynep Ersen