Kayıp Gökyüzü – Murat Öksüz yazdı…
Bozkırın ortasında kuru bir ot gibi uzanmış, yakıcı güneşin altında kararmış yüzümle gökyüzüne bakıyorum. Hiç susmayan zihnim sararmış solmuş. Mutlak bir sessizlik, hissizlik sarmış dört bir yanımı. Üzerimden bulutlar, gölgeler, sesler geçiyor. Hiçbirini hissetmiyorum.
İnsan ömrü boyunca kendi heykelini yontarmış. Yıllarını alır, kendini ortaya çıkarmak. Sonunda az ya da çok birine ulaşır. Benden ise geriye bir şey kalmamış. O kadar var olma çabası, birçok hiçliğe kurban gitmiş.
Onunla tanıştığımız günü hiç unutmuyorum. O gün her günkünden daha yorgundum. Yine aynı ıslak kaldırımlardan hiç gitmek istemediğim bir yerlere doğru ağır aksak ilerliyordum. Nereye gittiğimin, niçin gittiğimin bir önemi yoktu. Ne cebimde beş kuruş vardı, ne sırtımda bir palto. Bu fakirlik sadece bedenimi değil, ruhumu, zihnimi, tüm benliğimi sarmıştı. Düşüncelerim yürürken daha da keskinleşmişti. Beni yoran, canımı acıtan, üzen insanlardan hatta hayatın kendisinden intikam alma planları yapıyordum. Tek tek listesini çıkartıyordum alacaklılarımın. Yolda selam verip, cevap vermeyenlerden, çocukken saçımı çekenlere, yere tükürenlerden, sırada önüme geçenlere kadar. Ama asıl liste tabi beni yarı yolda bırakanlardan oluşuyordu. Annem, babam, dostlarım, aşklarım. Şeffaf biriydim sanki. İçimden varlığımdan haberdar olmadan yürüyüp gittiler. Kırıp döktüler, kimi zaman susarak kimi zaman konuşarak en çokta yok olarak. En çok onları bulup, en çok onları yok saymalıydım. Aslına bakarsanız derim kalınlaşmış, ne eskisi gibi acı ne de mutluluk hissediyordum. Ama bu, beni yiyip bitiren intikam duygusundan bir türlü kendimi alamıyordum. Kafam önümde aniden bastıran yağmura aldırmadan yürümeye devam etmiştim. Her geldiğim yol ayrımında bilinçsizce bir yere sapıp, bir sonraki yol ayrımına durup yine düşündüğüm istikametin tam tersine ilerliyordum. Bir süre sonra fark ettim ki hep aynı yerlerde dönüp duruyorum. Yürüdüğüm yollar zamanın altında katılaşmıştı. Gelecek hiçbir zaman olmayan şeyler, geçmiş var olanların anısı, ya şimdi ne o zaman? Geçmiş ve gelecek yoksa ben var mıyım? Başından beri hiç yok muydum acaba?
Yine aynı köşe başına geldiğimde işte orada öylece bir insan kalıntısı olarak duruyordu. Karanlık ve yağmur içinde saklanıyordu. Buradan defalarca geçmeme rağmen ilk kez farkına varmıştım. İlk geçtiğimde hiçbir şey yoktu. Bir sonrakinde küçük bir sis bulutu, bir sonrakinde yoğunlaşan bir karartı, en son geçtiğimde ise köşe de bir taş var sanmıştım. Ben bile kaç kere üzerinden, içinden yürüyüp gitmiş, hiç fark etmemiş. Bu son karşılaşmamıza dek. Belli belirsiz bir yüzü vardı. Kimse farkında değildi. Aslına bakacak olursak kendini yitirmiş görünüyordu. Bu eski binaların bir parçasıydı sanki.
Orada olduğumdan haberi yoktu. Donuk gözlerle karşı kaldırımdaki bir noktaya odaklamıştı. Bir iki adım geri de dursa yağmurdan korunabillirdi ama yağmur yağdığının farkında bile değildi. Ne diyeceğimi bilemedim. Yaklaştım, yan yanaydık artık. Aynı doğrultuya, baktığı yöne bakmaya başladım. Ne diyeceğimi bilemedim.
Yan yanaydık telde ki iki kuş… Gök delinmiş gibiydi. Artık ıslaklığı da hissetmez oldum. Silinip gitmeye başlamıştım yağmurla. İnsanlar yanımızdan bizi görmeden geçip gidiyorlardı. Bir gölgeye dönüşmem uzun zaman almadı. Gölgem de belirsizleşmeye başlamıştı. Bu donmuş anı, elini cebine atmasıyla bozuldu. Avucuna bir şey aldı. O flu yeryüzüne bırakıverdi. Tüm renkler özgürlüğüne kavuşmuştu sanki. Çırpınıp kayboldu. Gözümü kapadım. Artık tamamen kaskatı olmuştum. Köşe başında taş bir duvar olmuştum. Kaskatı gri bir duvar. Bu eski binanın parçası sanmıştım O’nu. Oysa binanın kendisi olmuştuk. Daha önce hiç hissetmediğim şeyleri hissediyordum. Bitmek binmeyen insan kavgaları, çocuk çığlıkları, yorgun bedenler, hiç gelmeyen o beklenenler, anılara dönmüş umutlar…Evde olmayan hayatlarla doluydu bu bina.*
Birinci katta, tek başına yaşayan 80’lerinin ortasında bir adam. Onun muydu acaba bu kalıntıya dönüşmüş hayaller? Yerinden hiç kıpırdamadan, mıh gibi o koltukta oturuyordu. Artık zihninde bile hareket etmekte zorlanıyordu. Sonu böyle mi olacaktı. Gri bir binanın, duvarlarla örülü pencerelerine bakarak bir son. Ne geçmiş vardı, ne gelecek, ne şimdi… Aslında kendi de yoktu.
Karşısında ki ev yıllardır terk edilmiş, kimsecikler yoktu. Tavanından sular damlıyor, yerler nemden çürümüş, hiçbir odasında nefes alınmıyordu. Kırık dökük eşyalar, yosun tutmuş duvarlar ile kendisinden korkar bir hali vardı. Bir yaşam izi aradım. Tüm deliller ortadayken…
Üst kattan gelen çocuk koşturmaları dikkatimi dağıttı. İkinci kata çıktım hemen. Kapıyı açtığımda dört bir yana saçılmış oyuncakları gördüm. Her biri farklı renge boyanmış odaların içinde çocukları aradım. Seslerini, çığlıklarını yanımda duymama rağmen kimsecikler yoktu. Bu evde olmak beni çok gerdi ve bir an önce karşı daireye geçtim.
Huzur dolu bir ortam karşıladı beni. Az eşyalı, büyük bir kütüphanesi olan. Çiçekler içinde bir oda. Kahve kokusu odanın her yanına saçılmış. İçerde kısık sesli bir piyano sesi. İşte orada çiçekli elbisesiyle, pencere kenarında oturmuş, yanında kahvesi, kucağında kitabıyla uyuya kalmış. Her an geleceklermiş gibi, hiç gelmeyecekleri beklerken. Göz altlarındaki morluklar, boynundaki kırışıklıklar, ellerindeki buruşukluklarla… Hayatında hiç birine sarılmadığı o kadar belli ki. Tek başına kalmaktan değil, tek başına olmak zorunda kalmaktı onu yoran. Hayatta ki amaçları, eğlenceleri, düşünceleri, hayalleri o kadar anlamsızdı ki insanların. Sanki başka bir evrene, başka bir ana aitti. Buralı hissettiği tek zaman rüzgarın yüzüne çarparken, gökyüzüne baktığı anlardı. Boğulmamak için, zayıf bedenini yorar, uykuya dalmayı beklerdi. Yanına sokuldukça, sesler, renkler, anlar kafamda karışmaya başladı. Dönüp duruyordu zihnim, bedenim. Oracıkta yığılmak üzereyken, kendimi kapının önüne zor attım.
Bir üst kata çıktım. Sağ tarafımda ki kapısı aralanmış olan daire beni içeri davet eder gibiydi. Zift gibi bir şeyle yerler kaplıydı. Sanki tüm karanlıklar zemine hapsolmuştu. Nereye bastığımı bilmeden ilerliyordum. Upuzun, incecik bir koridor. Sıvası dökülmüş, çürümüş duvarlar. Sanki hiç kimse yaşamamış burada, hiç kimse. Koridorun sonunda bir oda beni bekliyormuş gibi duruyor. Odanın kapısına dayandım. Sarı bir ışık sızıyordu kapının altından. Ama bir adım daha atacak cesaretim yoktu. Koridora kendimi zor attım.
Karşı daireye girdiğim de yeşil boyalı bir koridor karşıladı beni. Duvarlarında Firavun resmi. Diğer yanında Antik Yunan filozoflarının büstlerinin resimleri. Raffaello’nun Atina Okulu’nun resmi. Aristotales’e uzun uzun bakakaldım. Yeryüzü ile ilişkimi keseli çok olmasına rağmen, yine de o işaretiydi beni alıkoyan. Biraz daha ilerleyince Da Vinci’nin Vitruvian Adamı’nın bir eskizi. Kafam eskizin içinde dönüp durmaya başladı. İşte orada koridorun sağındaki oda da oturuyorlardı. 30’larının başlarında aynı evrene farklı gökyüzüne ait bir çift. Tek tek dünyalarına gömülmüş yan yana ama ayrı ayrı hayatlar. Varlıklarından yokluklarına geçmek ne kadar zaman almıştır ki?
Koridor boşluğundan yukarı da kaç kat kaldı diye baktım. Dışardan bu köhne apartman en fazla dört katlı görünüyordu. Oysa şimdi kafamı kaldırdığımda bu dönen merdivenler sanki sonsuza kadar devam ediyordu. Burada her şey bulanık. Zihnim, bedenim, gördüklerim. Çok düşünmeden bir üst kata çıkmam lazımdı. Eninde sonunda bitecekti bu merdivenler. Eninde sonunda bitecekti her şey.
Birkaç katı hızlıca çıktım. Beni artık hiçbir kapı durdurmuyordu. Son kata varmıştım. Sonunda tek bir kapısı olan, tek bir oda karşılıyordu beni. Bu dört duvar arasında bir oraya bir buraya volta atmaya başladım. Adımlarımda ki o huzursuzluk, tüm bedenimi kapsamaya başladı. Artık ne gidecek bir yer kalmıştı, ne de kalınacak… İşte orada. Öylece duruyor. İçerde de apartmanın köşesindeki O, oracıktaydı. Ne bedeninden, ne bakışından, ne de duruşundan tanımıştım. Zamandı onu fark etmemi sağlayan. Silik yüzü bir dumanın içinden çıkar gibi belirmeye başladı.
Hayır olamaz!
Bu ben olamam!
İnsan fark etse de, fark etmese de soğuk, korkak bir günde hep bir köşe başında vurulur. Ya orada kalır ölüsü ya da bırakıp gider ölüsünü.
Bir binaya dönüşmüştüm o köşe de. Sesi, ruhu, bedeni olmayan, taş kesmiş bir bina. Ölümü bulmam geç oldu. Zaman ise ölümüm.
Bozkırın ortasında kuru bir ot gibi uzandım. Gökyüzüne bakıyorum. Zihnim artık berrak. Ne huzursuzluk var burada, ne kaygı.
Gökyüzüne bakıyorum. Ne var oldu, ne de yok…
Murat Öksüz
Tebrikler güzel yazı..Ancak bence artık birinci bölümü yazıp, Tezer Özlü gibi yazılarınızı bir kitapta toplayabilirsiniz..