KÖŞE YAZILARIMehmet Ulusoy

Batı, Avrasya Ve Çin Kültürü II – Mehmet Ulusoy yazdı…

Çin kültürünün yatağında mayalanarak gelişen ve özgünleşen Çin Sosyalizminin -ve Çin ulusunun- başarısının arkasındaki temel bir etken olarak en çok merak edilen ve tartışılan konu, sanırım Çin felsefesi ya da Çin bilgeliğidir. Bir kültürün ya da uygarlığın en etkin ve yetkin ögesini oluşturan felsefe, aynı zamanda etik/ahlaki, estetik/sanatsal, dinsel, siyasal, hukuksal vb önemli ögeleri de kucaklar; onların en üst düşünsel çerçevesini, çatısını oluşturur. Bu bakımdan, oluşum süreci Batı’dan farklı bir tarihsel seyir izleyen Çin felsefesinin karakteristik niteliğini, düğüm noktalarını çözümlemek ve anlamak, Çin gerçeğini kavramak açısından tayin edicidir.

Güncel bazı sorularla başlayalım. Bir Çinlinin dünyaya bakışındaki, algılayış ve yorumlayış biçimindeki farklılıkların ya da özgünlüklerin kaynağı nedir? Siyaset, strateji, sanat, ahlak ve yaşam biçimine yansıyan bu dikkat çekici farklılıklar, uygarlaşmada geriliği ya da “barbarlığı” mı gösterir, yoksa evrensel uygarlığa çok güçlü bir boyut ve renk katan özgünlükleri mi? “Göğün yolu”, “Göğün yasası”, Gök (evren) ve insan bütünlüğü ne anlama geliyor? Çin felsefesinin Batı felsefesinden temel farkları nelerdir? Tao’nun anlamı nedir? 2500 yıllık geçmişi olan Taoculuk ve Konfüçyüsçülük, Çin düşüncesi ve yaşamında neden hâlâ çok etkili? Üç bin yıllık Çin ulusal kültürü ile Çin sosyalizmi arasındaki dokusal uyumu nasıl yorumlamak gerekir?

Kimi Batılı ve Batıcı düşünürler karşı çıksa da rahatlıkla bir Çin felsefesinden söz edebiliyoruz. Nasıl bir Yunan, bir Alman felsefesinden, bir İslam ve Hint felsefesinden söz edilebiliyorsa, dayandığı büyük düşünce birikimiyle bir Çin felsefesinden de söz edilebilir. Hiç kuşkusuz böyle bir tanım, bugün evrensel bir niteliğe ulaşmış felsefe disiplinini daha geri bir noktaya çeker gibi görünse de, şu bir gerçektir ki, evrensel felsefe daha tamamlanmamıştır; tamamlanma sürecindedir. Evrensel felsefeyi insanlığın en yüksek bilgelik birikiminin bir tablosu olarak düşünürsek, bu tablonun bazı renk ve çizgileri hâlâ yeni yeni ortaya çıkmaktadır. Felsefenin yetkinleşmesi, yukarıda sözünü ettiğimiz, uygarlıkların özgün birikimlerinin daha üst bir bütünde, insanlığın ufkunu daha da genişletecek bir senteze ulaşmasıyla gerçekleşecektir.

Diğer yandan, farklı coğrafyalardaki insanlık pratiklerini yansıtan bu felsefeler, içinde geliştikleri gerek antik çağın, gerekse feodal ortaçağın sınıfsal özelliklerini yansıtmada ortak bir öz taşıyorlardı kuşkusuz. Ama yine de, insan ve doğa/evren, birey ve toplum, üretim ve paylaşım ilişkilerini, bireyin ruhsal oluşum dinamiklerini ve bunlar arasındaki nedensellik bağlarını inceleme ve yorumlamada önemli farklılıklara sahiptiler. Bu farklılıklar doğal olarak kültürel özgünlüklere de temel oluşturmaktadır. Bugün giderek belirginleşmekte olan Çok Kutuplu Dünya olgusu, aynı zamanda bu gerçeğin ete kemiğe bürünmesi anlamına gelmiyor mu?

***

Çin felsefesini daha iyi anlayabilmek için genel olarak Doğu bilgeliği üzerine bir kaç şey söylemek gerekiyor. Felsefenin karşılığı Doğu’da bilgelik olarak geçer. Bilgelik, geniş bilgi sahibi olmanın ötesinde bir anlama sahiptir; bilge, düşünce ve eylemi kişiliğinde birleştiren mükemmel, yani yetkin insandır. İslam kültüründe karşılığı “arif insan” olarak geçer. Bilgelik, en genel anlamıyla yüksek ve derin bilgiye, sezgiye, sağduyuya ve zengin deneyim birikimine dayanan ve bunu eylemle bütünleştiren bir yetkinlik olarak anlamlandırılsa da, yine de çok farklı yorumlar içeren geniş bir tanım alanına sahiptir. Örneğin Farabi, İbni Sina gibi İslami Türk aydınlanmasının önde gelen düşünürleri onu Arapça bir terim olan “hikmet”le karşılamışlardır. Farabi “hikmet”i “en üstün bilimle en yüce şeyleri akletmek” olarak tanımlar. “Hikmetin yöntemi her şeyi her yönde etraflıca düşünme, amacı ise, insanın ulaşabileceği nihai bilgiyle nihai nedenleri kavramaktır.”(1)

Onlar bunu yaparken, aynı zamanda, Horasan-İslam felsefesinin geliştirilmesi süreci içinde Asyai “hikmet”in ya da bilgeliğin karşıladığı gerçeklik ile antik Yunanlı “phile-sophia”nın karşıladığı gerçeklik arasındaki farkı da ortaya koymuşlardır. Kanımca bu fark, Batılılarca hâlâ aşılamamış olan tasavvuf felsefesindeki mistik alandır; gerçeğe, hakikat ulaşmada yaşanan, özel ruhsal yöntem ve tekniklerle sağlanan içsel yolculuktur. Bu nedenle Sokrates-Eflatun yorumundan kök alan Batı felsefesinin yanında, sezgisellik ve mistik boyutu aynı ölçüde ve derinlikte taşıyan Çin ve Hint felsefelerinin çok daha kendine özgü niteliğe sahip olduğu ise tartışılmaz.

Özetle, bilge ya da arif insan, mevcut bilgilerin, gözlem ve deneyimlerin üstünde ve ötesinde, ancak hayal gücü, esin ve sezgiyle ulaşılabilecek bir bilgiye, yani hakikate ulaşmış, özcesi evrenle bütünleşmiş insandır. Bilge, Batı felsefesinden farklı olarak, sadece en üst bigiyi temsil eden değil, Marks’ın “Filozoflar bu dünyayı açıklamakla yetindiler, oysa aslolan onu değiştirmektir” sözüyle ifade ettiği, hayatı daha iyi bir toplum ve insan yaratma yönünde değiştirme ve yönetme görevini de üslenir. Bizde, Hacı Bektaş Veli, Şeyh Bedrettin, Ahi Evren buna tipik örneklerdir.

Çin felsefesinin özgünlüğünü ve Asya/Avrasya kültüründeki anlamlı yerini belirlemek açısından, Eflatun ve Aristo kökenli Batı felsefesi ile temel farklılıklarına gelirsek… Önce “hikmet” kavramının Batı’da, İslamda ve Çin’de ne anlama geldiğine daha yakından bakalım.

Çin kültüründeki üç gelenekte, Konfüçyüsçülük, Taoculuk ve Zen Budizmde, yukarıda tanımladığımız aynı içerikle hikmet, bilgelik, ulaşılabilen, sahip olunan ve aktarılan bir şeydir. Batı felsefesinde ise bu, oldukça farklıdır; insan üstü, gerçek ötesi Tanrısal bir yetidir. Sokrates ve Eflatun için “felsefe” sözcüğünün tam karşılığı“bilgelik aşkı”dır. Phile-sophia, hikmet, bilgelik sevgisi anlamına gelir, ona ulaşma, sahip olma anlamında değil. Sokrates’e göre yalnızca tanrılar hikmete sahiptir; insanlar ise hikmeti sevenlerdir, hikmete sahip değildirler, sahip olamazlar. Buna karşılık bir Çinli şöyle düşünür: Eğer hikmet sende yoksa, başkalarına onun hakkında ne öğretebilirsin! Sadece bilge (hakim) hikmeti öğretebilir, her ne kadar hiç kimse bütünüyle hikmete sahip olmasa da.

Batı felsefesinin kaynağı, yaşama ilişkin pratik sorunlarla bağlantısız bir hakikatin arayışına odaklanmış “merak” anlamına gelen “theoria” kavramına kadar geri götürülebilir. Buna karşılık Çin felsefesi, böylesi bir kuramsal ilgiden çok yaşama ilişkin sorunlara çözüm arayışı ve kaygısından yola çıkar. Batı felsefesindeki toplumsal ihtiyaçlardan kopuk bu entelektüel merak, köleci Yunan kültürünün bir ürünü ve yansımasıdır; felsefecilerin ufku da köleci egemen sınıfın, aristokratların sınıfsal dünya görüşü ile sınırlıdır. Ne Eflatun ne de Aristo ve diğer flozoflar köleciliğe karşı değildiler, aksine metafizik felsefelerinde köleci sınıfın ideolojisini, dünyaya bakışını temsil ediyorlardı.

Antik Yunan kökenli Batı felsefesindeki en yetkin bilgi olarak “hikmet”e “yalnızca tanrıların sahip olduğu”, insanların buna ulaşamayacağı düşüncesi, gerçekte Mısır kökenli köleci Akdeniz uygarlıklarının dünyaya bakışıdır. Bu bakış, tanrısal bir üstünlüğe, ayrıcalığa sahip efendinin köleyi tamaman dışlayan, onunla arasındaki bütün insani bağları ortadan kaldıran kültürünün bir yansımasıdır. Bütün Ortadoğu dinlerinde Tanrının köle sahibi efendinin kutsallaştırılıp göğe yükseltilerek soyutlanması ve ona özgü doğa üstü niteliklerle donatılması rastlantı değildir. Yani tanrı kavramının kökenini oluşturan köleci efendi en üst bilgiye, hikmete sahip olabilir, ama köle ya da sıradan insanın buna ulaşaması olanaksızdır; aslında yasaklanmıştır. Bu karşılık, ne ilginçtir ki, hepsi de Ortadoğu ve Yahudi mitolojisi kökenli olan peygamberlerden çok daha üstün ve yetkin düşünce ve eylemi temsil ettiği halde Laozi, Konfüçyüs gibi bilgeler, peygamber olarak adlandırılmamış.

Bununla bağlantılı ikinci nokta ise, yüksek bilgiyle, felsefeyle uğraşmak, doğuştan gelen bir ayrıcalığa, üstünlüğe sahip efendilerin, aristokrat sınıfın boş vakit değerlendirme etkinliği olmasıdır. Doğa, dünya, yaşamla ilgili düşünceler, daha çok kendi değişmez sınıfsal konumlarını güçlendirecek entelektüel bir meraktan, bir zihin oyunundan ibarettir. Yunan felsefesinde etkili bir okul olan Sofistlerin geliştirdiği, içerikten ve anlamdan tamamen yoksun, güzel ve etkili konuşma sanatı olarak retorik (hitabet) bu anlayışın tipik bir yansımasıdır.

Ayrıca Aristo Metafizik‘te bilginin oluşumuna yol açan hayat tarzının boş zaman ve dinlenme ile ortaya çıktığına işaret eder. Örnek olarak böylesi bir hayat tarzı içinde geometriyi icat eden Mısırlı rahipleri gösterir. Bu bakış açısı, özellikle aristokrat Yunan bilgelerinin felsefi düşüncelerini, toplumsal kaygıların, efendi-köle ilişkisine dayanan üretim ve paylaşım ilişkilerinin dışında geliştirdiklerini kanıtlar.

***

Toplumsal yaşama, devleti yönetme ve siyasete ilişkin sorunlara çözüm bulma kaygısından yola çıkan Çin felsefesi ise, insanı, toplumu ve devleti-siyaseti bir bütünlük içinde ele almakta. Dahası, insan evrenle bir bütünlük içindedir, insanın her davranışı Göğün (Evrenin) hareketi ile uyum içindedir. Çin düşüncesi, Göğün ve Yerin Yin-Yank diyalektiğine bağlı, toplumun daha iyi bir yaşam beklentisine ve geleceğine yön verecek bir bilgeliğe (hikmete) yönelmiştir.

Burada Eflatun ve Aristo’nun temsil ettikleri toplumsal gerçekliklere göre çok daha geniş, kurumlaşmış ve karmaşık devletleşme ve yönetim sorunlarının Çin felsefesinin oluşumunda merkezi bir rol oynadığını söyleyebiliriz. Dolayısıyla Eflatun ve Aristo’nun geliştirdiği devlet ve politika kuramları karşısında, Konfüçyüsçü ve Taocu felsefenin, özünde en az onlar kadar gelişkin, bazı bakımlardan daha derin ve zengin olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Ayrıca Çin bilgelerinin yaşamlarına baktığımızda, çoğunun bilgelikleri, maddi-manevi ve siyasal sıkıntılarla, hapisler, sürgünler ve savaşlarla dolu deneyimlerden süzülüp damıtıldığını görürüz. Yani çoğu, hayatı en alttan en üste bütün yönleriyle yaşayarak ve uygulayarak düşüncelerini ve felsefi soyutlamalarını geliştirmişlerdir. Felsefe ya da bilgelik ile daha iyi bir yaşam ve toplumsal sorunlara pratik çözümler bulma kaygısı arasındaki sıkı bağ, Çin kültürü ile ortak köklere sahip Türklerde çok daha belirgindir. Başka bir yazımızda Türklerin bir felsefesi var mı ya da Türk bilgeliği nedir sorusunu yanıtlamaya çalışacağız.

Çin felsefesi üzerine en kapamlı incelemeyi yapan Funk Yu-lan’a göre, “Felsefenin Çin medeniyetinde işgal ettiği yer, diğer medeniyetlerde dinin işgal ettiği yerle karşılaştırılabilir. Çin’de felsefe her eğitimli şahsın ilgilendiği bir şeydir. Eski zamanlarda eğer bir adam ne olursa olsun eğitilecekse, onun alacağı ilk eğitim, felsefe hakkında olurdu.” Bu felsefenin esaslarını içeren Konfüçyüsçü Seçmeler, Mencius’un Kitabı, Büyük Bilgi ve Orta Yol Öğretisi, onlara okunması öğretilecek ilk kitaplardır.(2)

***

Bu kitapların hepsine kaynaklık eden bir başka temel eser vardır: Zhouyi, yani Dönüşümler Kitabı. “Zhouyi” sözcüğünün anlamı, herşeyin sonsuz değişim ve dönüşüm içinde olduğu gibi, aynı zamanda hiç değişmeyen ya da çok az değişendir de. Bu hiç değişmeyen Tao’dur ve onun Yan-Ying diyalektik ilkesidir. Türklerin (Sakaların) ve Çinlerin ortak devleti olan ve her iki kavmin da kültürel köklerinin gömülü olduğu Chou (Zhou) uygarlığı (MÖ. 1122-256) ve kültürünün ürünü olan Dönüşümler Kitabı, Çin felsefi düşüncesinin kaynağını oluşturur. “Zhouyi bizlere Çin felsefesinin etik ve estetik konularının yanı sıra siyaset felsefesi, metafizik ve bilgibilim (epitemoloji) konuları üzerine de sistematik bir anlayış sunar. (…) Benzersiz Çin felsefi bilincini oluşturan kaynak Zhouyi’dir.”(3)

Çin felsefesi, insan yaşamına ilişkin olarak bilgeliğin kullanımına ve doğanın/dünyanın algılanmasına yönelik çok farklı görüşler içerir; Gök (Tien) ile insan varlığı arasındaki ilişkiyi bütün düşünsel etkinliklerin merkezine alır ve tartışır. Bütün bu ilişkileri daha iyi ve mutlu bir yaşam amacıyla ve doğru bir şekilde yönetmenin adı Tao’dur. Uyulacak, içselleştirilecek yol ve yöntemdir Tao. Gök, Yer ve insan ilişkilerinin ruhudur, yasalarıdır, ilkeleridir.

Ama aynı zamanda Tao tanımlanamaz, hiçbir şeyle karşılaştırılamaz. Bir karşılaştırma yaparsak Tao, Ortadoğu dinlerindeki Tanrı, Hegel felsefesindeki Tin kavramına karşılık gelir. Ama ne Tao Tanrıdır ne de Taoculuk dindir; çünkü onda diyalektik değişim ve dönüşüm yasaları dışında değişmez ve mutlak yoktur. Ona bir ad bir kavram yüklenecekse eğer, o evrenin (maddenin) sonsuz dönüşüm ve değişiminin adıdır. Tıpkı Batı Anadolulu doğacı materyalist Heraklitos’un, her şeyin her an değişim içinde olduğunu anlatmak için, “bir suda iki kez yıkanmaz” dediği gibi, ya da şu anda bir masanın, bir sandalyenin hem o, hem de o olmadığı gibi bir tanımlanamazlıktır bu.

Zhouyi (dönüşümler, değişimler) felsefesine göre Tao, Gök ile yer arasında hareket etmektedir. Göğün Taosu insanın toplumsal ilişkilerinde somut bir şekilde dışa vurulur ve bu insanla ilişkili olan sıradan şeylerin Taosuna da nüfuz eder. Zhouyi‘nin, yani doğadaki dönüşümlerin Taosu, izleyeceği yol, Yin-Yang diyalektik hareketinin, yani karşıtların mücadelesi ve birbirini tamamlayıcı gelişminin Taosudur. Doğadaki her şey; gece ve gündüz, yaz ve kış, yaşam ve ölüm, iyi ve kötü, gök ve yer, zenginlik ve yoksulluk, özgürlük ve kölelik, erkek ve dişi… vb, hem Yin, hem de Yang’a sahiptir. Yin ve Yang karşılıklı olarak birbirlerini içerir ve birbirlerine dönüşürler.

Dönüşümler Kitabındaki düşünce Batı Anadolulu Heraklitos’ların temsil ettiği doğacı materyalist felsefe ve onun devamı antik Roma’da egemen olan Stoacı felsefeyle benzerlikler göstermektedir. Aralarındaki temel fark ise, kanımca, Yunan ve Roma deniz uygarlıklarının köleci-ticaret kültürüne dayanan birey merkezli olması; diğerinin ise, toprağa bağlı üretime ve köylü sınıfına dayanan paylaşmacı ve kamucu ağırlıklı kara uygarlığının, doğayla çok daha içiçe olması, özne ve nesne, toplum ve birey bütünlüğünü esas almasıdır.

Zhouyi, insanların kendilerini doğanın hareket yasalarıyla özdeşleştirmelerini önerir. Kişinin söz ve eylemleri doğanın akan sonsuz ritmiyle uyum içinde olmalıdır. Ermiş insan, eylemleri doğanın ritmini yakalayan, evrenin büyük Tao’sunu anlayan ve kendini kozmolojik duyarlılıkla geliştiren insandır. Yani birey gerek dışsal (toplumsal) gerekse içsel (ruhsal) düşünce ve davranışlarında bilinen (nesnel, toplumsal) ve bilinmeyen ama sezgisel olarak bilinebilen doğa güçlerinin etkisi altındadır. O nedenle Çin felsefesi, Sokrates sonrasi Batı felsefesi gibi tarihin düz çizgisel değil, ama sarmal, helezonik bir gelişme göaterdiği düşüncesine dayanır.

Bu, aynı zamanda Çin felsefesinin, Batı felsefesindeki Aristo mantığından kök alan, ticaret kültürünün ihtiyacı olan “iki kere iki dört eder” gibi matematiksel (sayısal kavramlara indirgenmiş) metafizik “düz ve açık anlamlılık”tan önemli bir farklılığı gösterir. Çin düşünce ve yazınındaki sözcük ve cümlelerdeki yer yer kapalı, belirsiz, katmanlı (çok anlamlı), imalı ve dolaylı ama derinlikli anlatım dili, hem döngüsel, hem ilerleyen sarmal nitelikli Göksel ve toplumsal gelişimin bilinen ve bilinmeyen (somut ve sezgisel) bütünselliğinin ifade biçimidir. Bir sonraki yazımızda bu veciz nitelikli, kesintili, dolaylı ve imalı anlatım dilinin özellikle sanat ve edebiyattaki yansımalarına değineceğiz.

Gelişimin sarmal kavranışının en çarpıcı ifadesini, Çin’in gücünü ve birliğini, Gök üzerinden kendini sürekli dönüştüren, yenileyen devamlılığını simgeleyen ejderha ve onu tamamlayan Anka kuşu motiflerinde buluruz. Her iki simge aslında Türklerin de mitolojik simgeleridir. Bilindiği gibi Türklerde kuyruğunu ısıran ve bir daire oluşturan ejderha, evreni ve onun döngüselliğini, yani her bitişin aynı zamanda yeni bir başlangıç, her ölümün yeniden doğmak olduğunu anlatır. Anka da, küllerinden yeniden doğma anlamında, ölümün aynı zamanda yeniden doğum olduğunun sonsuz yaşam diyalektiğini simgeler. En az 3000 yıllık, çöküşler, dağılma, parçalanma ve büyük iç savaşlar, kırımlar ve katliamlarla dolu kesintisiz Çin tarihine, kültürüne ve ondan çıkarılan büyük derslere baktığımızda bu simgesel varlıklara yüklenen felsefi anlamları kavramak hiç de zor değildir.

Batı’da Marksist materyalist diyalektiğin evrensel ve en gelişkin düzeyde ifade ettiği doğanın ve toplumların sarmal/helezonik gelişim yasası, daha ilkel ve kaba bir düzeyde de olsa Doğa-insan odaklı Çin felsefesinin, Çinli bilgelerin ulaştığı çok önemli bir düşünsel düzeydir. Diyebiliriz ki, Mao‘nun, Marksist diyalektikle Taocu diyalektiği sentezleyerek siyasal ve teorik-ideolojik yazınına derinlemesine yansıttığı bu bilgelik, Çin toplumunun Sosyalizmi hem düşünce ve duygularıyla, hem de yaşam pratiğiyle benimsemesinde belirleyici bir rol oynamıştır.

Çin felsefe geleneğine göre felsefenin işlevi, pozitif bilgiyi artırmak değil, zihnin yüceltilmesidir. Çinli bilgenin amaçladığı, insanın, evrenin ruhuyla ritmiyle bütünleşmesi anlamına gelen bu çaba, mevcut, yaşanan gerçek dünyanın ötesinde ve ahlaki değerlerin daha üstünde olan değerlere bir uzanmayı ve yetkinleşmeyi içerir. İslam Tasavvufunda bunun karşılığı, Tanrıya ulaşma, onunla bütünleşme amaçlı derin bir içsel yolculuk ve ruhsal dönüşüm yaşayan “kamil insan” ya da bir adım ilerisi “ermiş insan”dır; en son aşama ise peygamberliktir.

Özetle, Çinli bilge, bu dünyanın işleriyle ilgilenmeyen felsefi fantezilerle vakit geçiren birisi değildir. Onun kişiliği ya da yaptıklarının toplamı, “içsel olarak bilgelik, dışsal olarak da krallık” olarak betimlenir. İçsel bilgeliğinde o, manevi gelişmesini tamamlar; dışsal krallığıyla ise toplumsal işlevini yerine getirir.(4)

Mehmet Ulusoy

Bauhaus’tan Köy Enstitülerine Sanat ve Üretim Kültürü - Mehmet Ulusoy 4

Dipnotlar

(1) Bkz. İslam Ansiklopedisi.
(2) Funk Yu-lan, Çin Felsefesi Tarihi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2009, s. 3.
(3) Wen Haımıng, Çin Felsefesi: Çin’de Metafizik, Epistemoloji, Siyaset Felsefesi ve Karşılaştırmalı Felsefe, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2010, s.15-19.
(4) Funk Yu-lan, s.7 ve 11.

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu