SÖYLEŞİ

Kıvanç Kılınç: ‘ ‘Gibi’ Absürt Bir Dizi Değil, Aksine Hayatın Ta Kendisi’

Söyleşi: Elif Doruk

Kıvanç Kılınç ile kariyer yolculuğundan, “Ödenmeyecek! Ödemiyoruz!” gibi toplumsal eleştiriyi mizahla harmanlayan bir oyundaki deneyimlerine ve büyük beğeni ile izlenen “Gibi” dizisine uzanan keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

Türk tiyatrosunun ve ekranlarının başarılı oyuncularından Kıvanç Kılınç, hem kişiliği hem de başarılı oyunculuğuyla izleyicilerin gönlünde taht kurmuş bir isim. Çocukluk hayali olmayan oyunculuk mesleği, hayatının akışında kendi yolunu bulmuş. İngilizce eğitimiyle başlayan yolculuğu, bir anda tiyatronun büyülü dünyasında kendisini bulmasını sağlamış. Oyunculuk deneyimlerinden sahneye, mizahın eleştirel gücünden toplumsal gerçeklere kadar birçok konuyu masaya yatırdığımız bu röportajda, Kıvanç Kılınç’ın sahneye ve hayata dair samimi düşüncelerine tanık olacaksınız.

KitaptanSanattan.com / Elif Doruk

Kıvanç Kılınç: 'Gibi' Absürt Bir Dizi Değil, Aksine Hayatın Ta Kendisi'

  • Oyunculuk kariyerinize başlama hikâyenizi kısaca anlatabilir misiniz? Sizi bu alana yönlendiren şey ne oldu?

Oyunculuk, benim bir çocuk hayalim falan değildi. İngiliz Dili okumak istiyordum. Diğer derslerde çok başarılı değildim ama İngilizcem iyiydi, gerçekten çok  iyiydi. Turizm Otelcilik Lisesinde hazırlık okumuştum. Haftada yirmi sekiz saat İngilizce dersimiz vardı. Çok da seviyordum, yatkınlığım da vardı. Hatta okulun sayılı öğrencilerinden biri olmuştum, hayatımda ilk defa. Ve bu durumdan çok hoşlanmıştım.  Dolayısıyla İngilizce üzerinden giderim diye düşünüyordum. Ablam Arzu Gamze, (Cihangir Atölye Sahne’nin kurucusu) DTCF tiyatro mezunuydu. Antalya’da yeni mezun olduklarında birlikte tiyatro yapıyorlardı Muhammet ile. Ben yazları yanlarına gidiyordum. Sonra liseyi orada okumak gibi planlar ortaya çıktı. Okulun zorunlu stajları vardı ve ben o kısmını hiç sevmedim turizmin. Sonrasında onların yanında kalıp düz liseye geçtim ve orada tiyatro ile tanıştım. Buradaki gibi orada da tiyatro atölyesi adı altında eğitim verdikleri bir kurum vardı. Önce orada öğrencileri oldum. Oyunlarda tek tük küçük roller oynadım. İşte o sıralar İngilizce tiyatro sınavına girerim, yetenek sınavını kazanamazsam sonra muhtemelen yine İngiliz Dili okuyabilirim diye düşündüm. Ama sonra tabii tiyatro daha cezbeder hâle geldi. Zaten hâlihazırda tiyatro eğitimi alıyordum. Daha çok, askerlik sebebiyle bir okul okusam daha iyi olur diye düşünüyordum. Tiyatro konusunda temel eğitim kısmını epey bir halletmiştim. Sonra DTCF’yi kazandım; hocalarımın okulu falan diye. Dört yıl oraya gittim. 2005’te mezun oldum ve buralara geldim.

’74’te yazılmış bir oyunun, bugünü anlatıyor gibi algılanması üzücü’

Kıvanç Kılınç: 'Gibi' Absürt Bir Dizi Değil, Aksine Hayatın Ta Kendisi'

  • “Ödenmeyecek! Ödemiyoruz!” gibi toplumsal eleştiri-ironi içeren bir oyunda yer almak, size kendi hayatınız, toplumun dinamikleri ve ülkemiz günümüz konjonktürü hakkında ne düşündürdü? Bu oyunun sizin üzerinizde bıraktığı en büyük iz nedir?

Ben bu oyunu üniversite ya da hemen öncesiydi sanırım gençken okumuştum. Ve oyunun komedi-mizah tarzından yaklaşımından çok etkilenmiştim. Aynı zamanda müthiş bir eleştirisi de vardı. Ama komediyi bu kadar iyi yapıyor oluşu yazar olarak da acayip bir hayranlık uyandırmıştı bende. Tüm yazarları, kitapları okumaya çalıştığım bir dönemde yeni tanıştığım bir yazar ve metindi. O yüzden bende ayrı bir yeri vardı hep. Hatta okulda da arkadaşımla bir sahne çalışmıştık bu oyundan. Ben yine Giovanni’yi çalışmıştım. Bir gün oynamak ne güzel olur bu oyunu falan diye de içimden geçirdiğim rollerden birisiydi. Diğer kısmına gelirsek şu an, 74’lü yıllarda yazılmış bir oyunun bugün ülkemizdeki zor şartları, zorlukları da yansıttığı için sanki burada bir Türk yazar tarafından yeni yazılmış gibi bir algı üzücü elbette. Hatta gerçekten bayağı yıpratıcı, üzücü. Sadece üzmüyor; içinde bizim de bulunduğumuz ve maruz kaldığımız bir durum olduğu için  zaman zaman öfkelendiriyor, çaresiz hissettiriyor. Benim oynadığım Giovanni rolü de, Dario Fo’nun da eleştirdiği statükocu bir solcu gibi. Günümüz Türkiyesi’nde de aslında hani birazcık ortanın yani sağın birazcık solunda ya da sağın solunda olunca solcu olunmuyor ya biraz onları da eleştirebilirim Giovanni’nin rolü üzerinden de diye düşündüm. Bu oyunda da aslında bir İtalyan Komünist Partisi eleştirisi var. Ama tabiİ biz ülkemizde komünizme gelesiye kadar önce şu sol dediğimiz şeyi bir halletmemiz lazım.

  • Bir Dario Fo oyununda oynamak, özellikle böylesine güçlü bir metni canlandırmak, sizi bir oyuncu olarak hangi yönlerden zorladı ya da geliştirdi?

Dario Fo bizdeki rahmetli Ferhan Şensoy gibi kendisi için yazıyor. Aynı zamanda yazar ve oyuncu olduğu için bu rolleri de kendi oynuyor. Giovanni’yi de kendi oynuyormuş. O açıdan biraz zor oluyor oyunu ya da rolü özgün bir şekilde canlandırmak; yani adam kendine yazmış bu oyunu, dolayısıyla onun da kendi geçmişi var, siyasi geçmişi var, oyuncu pratik olarak sahne geçmişi var. Onun bir halk tiyatrosu geleneği var. Bu arada İtalyan Halk Tiyatrosu, bizimkine de çok benziyor ama o anlamda onun için çok konforlu bir alan, kendi ne düşündüğünü biliyor. Bu durumlara göre rol nasıl oynanacak, nasıl eleştirilecek falan o biraz zor oluyor burada. Çünkü mesela bazı yerler var; Dario Fo kendisi Giovanni’yi canlandırırken komedi unsuru olarak ekstra taklitler yapıyor, bu özel taklitleri Dario Fo yaptığı zaman seyirci çıldırıyor, gülmekten kırılıyor. Buna bize, bizim seyircimize uyarladığımızda çok zor oluyor. Ya ben bunu nasıl yapayım, adam bunu kendine yazmış, diye düşündüğüm anlar oldu. Yani bu anlamda zorladı biraz.

‘Biz bu rolleri oynarken değişiyor muyuz ki, izleyiciden değişmesini bekleyelim’

Kıvanç Kılınç: 'Gibi' Absürt Bir Dizi Değil, Aksine Hayatın Ta Kendisi'

  • Oyunun ana temasını düşündüğümüzde, bir birey olarak sizce adalet ve eşitlik arayışı, tiyatro sahnesinden öteye geçip gerçek hayatta nasıl karşılık bulmalı, bulabilir?

‘Tiyatronun böyle bir işlevi olmalı mı?’, biz de bunu kendi aramızda hep konuşuruz. ‘Antik Yunan’dan beri gelen böyle bir mesele var.  Bu oyuna pandemiden önce başlamıştık. Araya pandemi girdi, kadro değişiklikleri oldu. Çok sık oynayamadığımız için ayda üç dört temsil desek temsil sayımız üç yüzler dört yüzlere ulaşmadı ama birkaç yıldır daha sık oynuyoruz. Zaman zaman bu durumu konuştuğumuz olurdu yani pratik anlamda günümüz Türkiye’sinde yaşayan, bu koşullarda, hatta oyundakinden daha beter koşullarda yaşayan insanlar gelip bu oyunu gördüğünde acaba onlarda bir harekete geçme kıvılcımı uyandırabilir miydik? Bu oyundan bunu beklersek aslında muhtemelen hayal kırıklığına uğrayacaktık. Bu gerçekleşmediğinde tiyatro başarısız olmuyor aksi olduğunda başarılı da olmuyor muhtemelen. Tiyatronun nasıl etkilemesi gerekir? İşte duygusal olarak mı, duyguları mı uyandırması gerekir… Hani genel benzetmecİ, göstermeci tiyatro gibi. Burada açıkçası bir empati kurmaktan ziyade zihinsel olarak, entelektüel anlamda seyirciyi etkilemesi. Üzerine de güldürerek bunu benzeterek değil, bir katmanla göstermek dediğimiz şey ile. Örneğin ‘oyunda onbaşı hamile kalıyor ve buna inanıyorlar’ gibi aslında tırnak içerisinde saçmalıklar da var oyunun içerisinde. Oyun o anlamda gerçekçi değil. Dolayısıyla daha entelektüel düzlemde yani belli bir mesafeden seyredilip, seyirciye bir türlü bilinç kazandırması, içeride olan bir şeyi uyandırması falan beklenebilir. ‘Seyirciyi harekete geçirir mi?’ diye düşünürken konuşurken, sonra kendimizi düşünüyoruz; ‘Biz bu oyunu bu rolleri oynuyoruz. Biz ne kadar değişiyoruz gündelik hayatımızda? Ne yapabiliriz yani? Gidip ‘Ben bunu ödemiyorum, kardeşim devlete vergi vermiyorum diyemiyoruz’ mesela. Ama şöyle bir şey var; bu oyun oynandığında, yani 75’li yıllarda çok alakasız -Kuzeydoğuda mı çok emin olamasam da- başka bir şehirde gerçekten işçi sınıfın yaşadığı bir mahallede, oyunu kimsenin seyretmediği bir bölgede olayın çok benzeri yaşanmış. Fakirlik insanların canına tak ettiği için gerçekten süpermarketler yağmalanmış. Bu tabii 50 yıl önce olmuş, yani bugünün İtalya’sında bu oyun şimdi yazılsa aynısı olamayabilirdi çünkü çok değişiyor bizim makro ölçek tipi insanın dünyaya bakışı, tavrı.

‘Abi emin misiniz? Hapse girersiniz.’

  • Cihangir Atölye Sahnesi, kurulduğu günden bu yana İstanbul’un sanat ve kültür hayatında önemli bir yer tutuyor. Böylesine anlamlı bir oyunu bu sahnede oynamak, sizin için nasıl bir ayrıcalık ya da motivasyon kaynağı oldu? Mekânın enerjisi oyuna nasıl yansıdı?

Yani oyuna başlarken şöyle bir şey vardı aslında; eşle dostla konuştuğumuzda ‘Yeni bir oyunumuz var Ödenmeyecek Ödemiyoruz.” diye, ‘Abi emin misiniz? Hapse girersiniz.’ gibi şakayla karışık dönüşler oldu. Haksız da sayılmazlardı! Sonuçta bir dönem okullarda oynanan bir çocuk oyunu yasaklanmıştı, çünkü oyunda savaş kötü bir şeydir diyormuş oyundaki karakterlerden biri. Ama tabii savaş kötü bir şeyse biz ülkemizi nasıl koruyacağız gibi eleştiriler olmuş. Oyunda ise tamamen o bağlamın dışında çok naif bir şekilde söylenmiş o söz. Zaten çocuk oyununda ‘Savaş iyi bir şeydir denemez ki.’ İşte ülkede böyle şeyler oluyor.
‘Ödenmeyecek! Ödemiyoruz!’u oynayacağız’ falan gibi sohbetler ederken provalara başladık. Bizim sahne için de ilginç oldu. Genelde göstermecİ oyunlar yapıyoruz. Atölyenin öğrencilerinin oynadığı, daha stilize dekorlar oluyor. Bu oyunda gerçekçi dekor şarttı. Öyle bir komedi kurduğu için yazar. Bizim bu güzel kutu kutucuk sahnemizde gerçek bir ev dekoru görmek çok güzel oldu. Ve ayrıca perde dekoru da çok iyi ve zekiceydi. Sonuçta en başından beri kendi parçası olduğum bir tiyatro olduğu için ve çok sevdiğim bir oyun, çok sevdiğim bir rol ve sevdiğim bir mekânda çok daha güzel oldu.

  • Bir karaktere hazırlanırken izlediğiniz belirli bir süreç var mı? Nasıl bir yöntemle karakterinize hayat veriyorsunuz?

Aslında bunun cevabı, yok. Şey gibi metot oyunculuğu vardır ya; ‘Ben bu metottan şaşmıyorum.’ gibi, bunları çok gerçekçi de bulmuyorum ben. Elbette var metot oyunculuğu diye bir şey ama her metot, çalışmalarda deneyimleyip kendi hayatındaki oyunculuk serüveninin bir kısmına adapte edilebilir. Yani tamamen mümkün değil bu. Çizer de, ressam da yani “Abi ben kafadan empresyonistim” diye başlayıp sonuna kadar öyle gitmiyor. Başka çıkardığı ürünler olabiliyor ama yöntemi başkadır, başka bir yerden oraya ulaşıyordur falan diye düşünüyorum. Benim böyle bir yöntemim yok. Daha sezgisel yürüdüğünü düşünüyorum bu işin. Yani bilim değildir. Çünkü bilim olsa izler gideriz. Gerekliyse o karakterin ruhuna bürünmeye çalışılabilir. Ama mesela bu oyun daha zihinsel düzlemde bir oyun. Mesela bu oyunu oynayacak oyuncunun yüzde yüz bir seviyesinde sosyalizm, kapitalizm bilmesi gerekiyor. Ya da konuyu yani sosyalizmi bilmiyorsa bile gelen seyirci bir şekilde ‘Aaa aynısı burada da var, her şey iki katına çıktı” gibi şeyler diyorlar. Çok yoksul durumdayız ve çaresiziz, en azından sezgisel ya da iç yaşantısıyla o noktaya ulaşabiliyor. Oyunun güzelliği de bu zaten. Sonuçta Dario Fo da büyük salonlarda aristokratlara oynansın diye yazmamış bunu. Halk tiyatrosu geleneğinden birisi. Yani açıkçası benim de kişisel olarak öyle bir yöntemim yok.

  • Sahneye çıktığınızda veya kameralar karşısında çalışırken sizi en çok motive eden şey nedir?

Bunun az önce de söylediğim gibi; sanat, toplumu ya da seyirciyi etkileyen daha büyük mikrodan makroya yani tümevarım konusunda yardımcı olacak bir unsur gibi düşünülebilir ama ben oyunculuğun daha nispeten şahsi bir şey olduğunu düşünüyorum. Bencilce demek istemiyorum da ama o anda o oyuncunun serüveni. Muhtemelen kendi ile ilgili bir şey yani. Çok klişe gibi olacak ama hayatta çok iyi insanız ama sahnede kötü rolü oynuyoruz. Bu çok acayip oluyor gibi bir şey değil de yani hakikaten kendinizde göremediğiniz bir şeyi gösteren bir şey de olabilir. Bu, birisinin sizi seyretmesinden haz almak da olabilir. Çünkü mesela ben çok içe kapalıyım, bakılmaktan hoşlanmıyorum, göz teması kurmaktan hoşlanmıyorum gibi durumlar. Herkes için öznel olduğunu düşünüyorum. Ama ben bu mesleği yapmazsam yaşayamam gibi bir bağım da yok yani. Çok uzun yıllar yapmadığım bir dönem de var mesela.

  • Meslek hayatınızda dönüm noktası olarak gördüğünüz bir rol veya proje var mı?

Ekranı düşündüğümüzde kaçınılmaz olarak “Gibi” var. Tiyatroda da burasının açılması olabilir. Daha önce bahsettiğim gibi ben 2005’te mezun olup geldim, bir tiyatroda çalıştım ve sonra bırakıyorum dedim kendi kendime. Bir süre yapmayacağım tiyatro dedim. Doğaçlama komediler, seslendirmeler yaptım, bir yandan da bir şeyler karalıyordum. Vaktimi bu şekilde geçiriyordum. Cihangir Atölye Sahne açılacağında, ‘İşte tiyatro kuruyoruz.’ dediğimizde bir oyun yazdım ben ve o oyunla da açılışı yaptık. İşte o oyun benim tekrar dönüşüm oldu tiyatroya. Sonra da bu oyun oldu zaten.

”Gibi dizisi, kostüm ödülü almalı”

  • Gibi dizisindeki tarzınız oldukça doğal ve samimi bulunuyor. Bu tarza ilham veren şeyler var mı?

İlham veren değil de olumsuz anlamda ya da neyi hedeflemediğimizi çok iyi biliyoruz. Hani göstermeci gibi bakın; şu an çok komik bir şey yapıyorum burası çok komik diyen oyuncunun öyle bir tavrı olur ya -ama bunu tabii yanlıştır diye de demiyorum, o bir komedi biçimi- biraz bizim oyun gibi de yani sahnede seyirciye göstererek onlarla paylaşarak yapıyoruz ama mesela bizim dizi için absürt diye bahsediliyor ben buna da çok katılmıyorum. Yani evet birçok insan için absürt olabilir ama ben çok sahici buluyorum. Söylemeye çalıştığım şey şu; “bilmem kimin babaannesi” yenmiş gibi çılgınca bir cümle geçtiğinde “nasıl olmuş” falan diye biz bunun altını çizip bunu  komedi gibi görün demiyoruz. “Hadi ya ne kadar yemiş, kadın canlı mıymış, ne olmuş” gibi yani hayatta böyle yaşanması gerekir ya, o yüzden çok gerçekçi bir durum gibi geliyor bana. Durumu abartmıyoruz. İşte reji, kamera üslubunda kostüm, her şey çok doğal, neredeyse biz bir kamera koymuşuz çekiyoruz gibi. Mesela ben de Gibi dizisinin kostümünün ödül alması gerektiğini düşünürüm hep, keşke olsa. Çok basit gibi görünüyor, üstüme bir şey alıp çıkmışım gibi sanatsal bir vizyon bir tasarım var arkasında.

  • Günlük yaşamınızda sizi besleyen, geliştiren hobileriniz veya ilgi alanlarınız neler? Özellikle kitap, film veya kişiler var mı?

Ben uzun zamandır çok fazla kitap okuyorum. Vaktimi harcayacak daha değerli başka bir şey yokmuş gibi geliyor. Biraz muhafazakâr bir düşünce gibi gelebilir. Şunu bunu yapacağına otur kitap okumaya geliyor ama çok seviyorum, bilhassa kurgu okumaktan çok hoşlanıyorum. Kendim de yazmaya çalışıyorum, oyun yazıyorum mesela. Mesela bana çok ilham veren öykü yazarları var Raymond Carver gibi. Bir de mutfakta vakit geçirmeyi çok seviyorum. Vejetaryenim ve kendi beslenme programıma uygun bir şeyler yapmaya çalışıyorum. Mesela şekeri çıkartayım diyorum hayatımdan, onun alternatiflerini arıyorum. Bununla ilgili videolar falan. Öyle yani; mutfak ve kitap olarak geçiyor şu aralar.

“Hayat gibi”

Kıvanç Kılınç: 'Gibi' Absürt Bir Dizi Değil, Aksine Hayatın Ta Kendisi'

  • Gibi dizisini izlemeyen birisine tek bir cümleyle nasıl anlatırdınız?

Aslında “Hayat gibi” diyebilirim. Zaten adının da ‘Gibi’ olması her şeyi anlatıyor.

  • Gibi dizisinde genellikle sıra dışı ve absürt durumlarla karşılaşıyorsunuz. Gerçek hayatta bu kadar ilginç olaylar başınıza gelse ne yapardınız?

Zaten az önce de dediğim gibi aslında gerçek hayatta da bunlar fazlasıyla var zaten. Çok manyakça şeyler oluyor hayatta. Bir haber bülteninde ya da twitter’da gündelik bugün bu oldu şu oldu haberlerine baktığınızda da farklı şeyler yok. Bu kadar insanlık suçu bizi dehşete düşüren şeylerin olması da şart değil. Bilmem ne kılığına girdi, metrobüste şunu yaptı gibi örneklerde olduğu gibi çok fazla saçmalık var. Zaten hayat ona döndü artık. Bence dizinin başarısı birazcık orada gizli. Mesela geçen sezon bölümlerin birinde bir çift ayrılacak, Yılmaz karakteri de ayrılmamalı bunlar diyor ve bunları barıştırmaya çalışıyor. Kızı çağırıyoruz akşam eve Yılmaz abuk subuk konuşuyor, niye ayrılıyorsunuz falan diye, kızdan sonra çocuğu çağırıyoruz, onunla konuşurken de o sırada maç seyrediyoruz, abi niye çağırdınız beni diyor, şu korner geçsin söyleyeceğim diyor. İşte bu mesela absürt dizi diye esprili görünüyor ama zaten hayat bunlarla dolu. Herkes birbirinin hayatına karışıyor, herkesin kendi küçük öncelikleri var, ya şu film bitsin ya da sigaram bitsin geliyorum falan diyor. Kalabalık ortamlarda hiç tanımadığım insanlardan konuşma arasında Gibi dizisi gibi işte abi gibi şeyler duyuyorum. Yani aslında onun referansı Gibi dizisi değil, onun referansı hayat. Zaten hayatın direkt kendisi bu ama adam diziyi örnek veriyor. Sanki saçmalık dizide makulmüş ve gösterilmiş gibi.

‘Zamanın ruhu kendi insani davranışlarını oluşturuyor’

  • Günümüz dünyasında sanata ve sanatçıya duyulan ilgi giderek yüzeysel hale mi geliyor sizce? Yani sadece bir eğlence olarak mı görülüyor, yoksa gerçek anlamda bir değerin peşinde mi koşuluyor? Ve ayrıca sahnenin tozunu yutmuş, derinlikli birikime sahip sanatçılar, bugün popülerlik rüzgârına kapılanların gölgesinde mi kalıyor?

Sorunun son kısmına katılıyorum aslında. Popüler, fenomen olan birisi kıymetsiz ve yıllarını tiyatroya vermiş birisinin önüne geçiyor gibi çünkü zamanın ruhu diye de bir şey var. Yani eskiden buydu eğlence; sanat. Tırnak içerisinde ‘eğlence’ olarak gösterilen şey, tiyatroya gidilir, sinemaya gidilirdi ailece. Ben de 42 yaşındayım ve benim çocukluğumda da ne internet vardı ne cep telefonu vardı. Eğlence denildiğinde akla böyle şeyler geliyordu. Şimdi herkes kendi cebinden çıkarıp ulaşabiliyor o eğlenceye. Başka bir yerden bakınca da şimdi bunun sanatsal bir değeri var mı, edebi bir değeri var mı gibi falan genelde küçümsenir zaten. İlk televizyon dizileri çıkmaya başlandığında buna tiyatro oyuncuları çok öfkeleniyordu; manken oynatıyorlar falan diye. Ama zaten televizyon bu! Tabii ki manken oynatacaklar. O sıralar ben de tiyatro öğrencisiydim ve bu bakış açısı bana saçma geliyordu. Siyaset Meydanı gibi bir açık oturum programında konuşulmuştu bu konu. Çok iyi hatırlıyorum. ‘Tiyatro başka bir şey, sinema başka bir şey’ diyordum ben de. Yani televizyon başka bir şey! O sıralarda televizyonda bir filmin başrol oyuncusu maymundu. Çünkü televizyon böyle bir dünya. Görüntü olarak bir şeyleri karşılaması gerekiyor. Örnek vermek gerekirse diş macunu reklamında oynatılan birinin pırıltılı dişleri olması gerekir. Bu dünya böyle bir dünya. Herkes biliyor aslında bunun sahte ve doğru olmadığını. Zaten sosyal medyada dayatılan çeşitli yaşam standardı koşulları, güzellik normları falan bunlar hep idealize edilmiş saçma sapan şeyler. Ama hepimiz milyarlarca insan yani bunun peşinden gidiyoruz. Yani zamanın ruhu kendi insani davranışlarını oluşturuyor dolayısıyla. Mesleki birikime, yıllara yayılmış bir tecrübeye sahip olmaya gerek yok. Gerçekten sadece siz bu niyetle de yapmayabilirsiniz ama işte birisi tesadüfen sizin bir şeyinizi çeker ve viral olur, gündeme oturursunuz. Bir sürü insanın da bu şekilde hayatı harcanıyor. Birisinin başına bir şey gelmiş oluyor. O farkında bile değilken, niyeti o değilken komik bulunmuş ve sonra kendisi de o kimliği üzerine alıp giydirmek için dur ben bu yoldan yürüyeyim diyor ve korkunç bir şeye dönüşüp yok olup gidiyor. Yani zamanın durumu bu. Beş dakikada en tepede kalıyorsunuz ama 45 yıl yoksunuz belki.

KitaptanSanattan.com / Elif Doruk

Kıvanç Kılınç: 'Gibi' Absürt Bir Dizi Değil, Aksine Hayatın Ta Kendisi'

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu