Kuantum Kuramı ve Doğu Felsefesi – Mehmet Ulusoy yazdı…
Maddenin ve yaşamın en küçük birimleri foton ve elektronların “dolanıklık” ve “tünelleme” olarak ifade edilen, bir türlü tam belirlenemeyen şaşırtıcı, gizemli davranışlarından yola çıkarak felsefe, psikoloji, sanat alanlarında ilginç bir çok yorum ve tartışmaya tanık olmaktayız. Bunların kimi, Batı merkezli bilim ve felsefedeki tıkanıklığa ve çıkış yoluna ilişkin ciddi düşünsel arayışlar içermekte, kimi de bilimden ve gerçeklerden çok uzak uçuk, saçma iddialar niteliğindedir. “Dolanıklık” ya da “dolaşıklık” kavramlaştırması, foton veya elektron çiftlerinin asla birbirlerinden bağımsız davranamamaları, birbirlerine dolaşmış, birbirleriyle karmaşık bir yapı içinde olmaları; tek birinin incelenmesinin ancak ikisinin birlikte karmaşık bütünselliği içinde mümkün olabildiğini ifade etmektedir. Bu da bize, en başta, nesnel ve insani doğanın özüne, sırlarına ulaşmada bütünsel bakışın önemini, hatta tayin ediciliğini göstermekte.
“Dolanıklık” ya da “dolaşıklık” konusunda Vikipedya‘daki bilgi şöyledir: “Kuantum fiziğine göre, iki benzer parçacık birbiri ile eşzamanlılığa sahiptir. Bu parçacıklar ayrı yerlerde, hatta birbirlerinden çok uzak mesafelerde olsalar bile birinde olan bir durum diğerini de aynı şekilde etkiler. Daha basit bir anlatımla ikiz kardeşlerin ayrı ülkelerde olduğu varsayıldığında, bir kardeşin sağ elini kaldırması diğer ülkedeki kardeşinde sağ elini kaldırması anlamına gelir.” İkiz kardeşlerdeki bu birbirinden habersiz eşzamanlı davranışlarının benzerinin, ruhen çocuğuyla derinden özdeşleşen annelerde de yaşandığını söyleyebiliriz. Günlük dildeki deyişle “Ruh ikizleri”ne özgü, birbirlerinden tamamen habersiz birine uygulanan etki karşısında diğerinin de aynı tepkileri gösterdiği bu özdeşlik, maddenin en küçük parçalarında görülen, bilimin bugünkü verileriyle nedenselliği tam açıklanamayan, karmaşık, yani dolaşık yapıyı gösteriyor. Matematikteki Karmaşık Sayılara ilişkin, i irrasyonel bir sayı ve -i2 =1 olmak üzere (a+ib)(a-ib)=a2+b2 denklemi bu karmaşıklığın matematiksel ifadesidir.
“Tünelleme” ise, parçacıkların matematikte “tanımsız alan” dediğimiz bölgeden karşı tarafa, bugünkü bilgi ve gözlemlerimizle yani nedensellik bağıyla açıklanamayan geçiş biçimini ifade eder. Bu “geçiş” olayının somut fiziksel bir açıklaması, güneşin bize hayat veren enerjiyi peşpeşe büyük patlamalarla sürekli ürettiği füzyon olayıdır. Aynı zamanda evrendeki elementlerin oluşumunun kritik bir evresini oluşturan füzyon olayına göre, iki Hidrojen atomunun yani iki protonun birleşip bir Helyum atomuna dönüşmesidir. Bilindiği gibi klasik fiziğin, elektormağnetizmin yasalarına göre aynı kutuplu (+ yüklü) iki atomun birleşmesi, olağan koşullarda, onları birleştirecek yani füzyonu gerçekleştirecek muazzam bir enerji (ısı) miktarını gerektirdiği için, mümkün değildir.
Evren, Hidrojen‘den Helyum‘un ve aşama aşama diğer elementlerin oluşmaya başladığı ilk evrelerinde böyle yüksek bir enerjiye sahipti. Güneşin merkezinde bu düzeyde bir enerji hâlâ var. İkisi de pozitif yüklü protonun birleşmesi için birbirlerine çok yaklaşmaları gerekiyor, ancak yaklaştıkça birbirlerini daha şiddetle itmeleri nedeniyle büyük bir hendikap, yani barikat sözkonusu. İşte burada, olayın sonuçlarından yola çıkarak ya da bütünselliğinden baktığımızda anlaşılacağı gibi, klasik fizik bilgileriyle açıklanamayan, ancak kuantum diyalektiğiyle açıklanabilecek bir olay gerçekleşiyor: Sözkonusu yüksek enerjide aynı kutupların birbirini itme engelini protonlar “tünelleme” denilen yolla aşıyor ve birleşiyorlar.
Olağan koşullarda asla mümkün olmayan iki porotonun birleştiği füzyon olayına yol açan tünellemenin gerçekleşme olasılığı çok düşük olsa da güneşte o kadar çok proton vardır ki her saniye milyarlarcası birleşmektedir. Dolayısıyla, tünelleme olmadan güneşte füzyon reaksiyonu meydana gelmeyecek ve dünyaya vermiş olduğu enerjiyi üretemeyecektir. Bu, iklimlerin ve oksijenin var olmaması ve dünyada çok ama çok düşük sıcaklıkların egemen olması anlamına gelir. Yani bu eşsiz kuantum süreci olmaksızın yaşam olmayacaktır.
***
Batı düşüncesindeki bugünkü yaygın bilim anlayışı ya da bilimsel paradigma içinden gelinen nokta, belirsizlik ve rastlantının esas olduğu, nesnelliğin belirlenemezliği ve nedensellik ilkesinin geçerliliğini yitirdiği biçimindedir. Postmodernizm bunun en son felsefi-kültürel ifadesidir. Deneyci öznenin nesneyi (elektron, foton vb) etkilemesinden yola çıkarak bunun daha aşırıya vardırılmış biçimi ise, evrenin nesnel yasalarının öznenin düşünce ve tavrına bağlı olarak belirlenebileceği, yani “ben (özne) düşünüyorsam gerçeklik (nesnellik) vardır” diyen kaba bir öznelciliktir. Öznelci idealizmin 19. yüzyıldaki öncülerinden biri Schopenhauer‘dur. Onun izleyicisi de Nietzsche‘dir. Schopenhauer‘in, “Güneş ancak gören için vardır” sözüne karşı bilimsel yanıtı Goethe veriyor: “Hayır güneş olduğu için göz vardır. Gözü ışık yaratmıştır.”
Bugün Batı düşüncesi, nesne ile nesnenin ve özne ile nesnenin bütünsellik içindeki ilişkisini birbirinden kopartan metafizik düşüncenin belirlediği, kaba-mekanik determinizm ile öznelciliğin kıskacı altındadır. Nesnelliği mekanikleştiren dar deneyci (amprist) Pozitivizm bu Batı merkezli metafizik düalizmin bir ucunu oluşturur; diğer ucu da Pozitivizmin çocuğu olan Öznelciliktir. Çatışan karşıtların aynı bütünün parçaları olduğu gerçeğini yadsıyan, karşıtların birbirini tamamen dışladığı bu düalist felsefe, Yunan-Roma köleci kültürlerinin ürünüdür. Batı düşüncesine egemen olan 2500 yıllık Aristo metafizik mantığına göre A, A’dır; B, B’dir, birbirlerinden tamamen bağımsızdırlar. Efendi efendidir, köle köledir; doğru hep doğrudur, yanlış hep yanlıştır; iyi hep iyidir, kötü hep kötüdür!
Oysa bunlar, gerçekte hemen anlaşılacağı gibi, biri olmadan öbürü olmayan, birinin varlığını diğerinin belirlediği ve açıkladığı özdeşliklerdir; ve belli koşullarda karşıtlarına dönüşebilen diyalektik bütünlüklerdir. Başka deyişle her doğru içinde yanlışı, her yanlış içinde doğruyu taşır; ölüm yaşamı, yaşam da ölümü içinde taşır; aynı şey iyi ve kötü, aydınlık ve karanlık vb için de geçerlidir. İşte, elektronun, fotonun aynı anda hem parçacık hem de dalga özelliği taşıması maddenin bu diyalektik ikili doğasını gösterir. Sözkonusu ikili karakter ya da dolaşık ikililer ancak maddeye bütünsel bakarak kavranabilir.
Öte yandan doğanın hiçbir olgusu yüzde yüz kesinlikle açıklanamaz. Bilimin bütün çabaları bizi gerçeğe ancak biraz daha yaklaştırabilir. Evrenin bir ürünü, parçası olan insan, evrenin sırlarını, yasalarını mutlak olarak keşfedemez? Bu konuda büyük matematikçi Kurt Gödel, tam da Kuantum ve Görelilik fiziğinin oluşum yıllarında (1930’larda), geliştirdiği matematiksel sistemler kuramında çok önemli bir saptamada bulunuyor. Özü şudur: Hiçbir sistem, ister bilimsel, ister dinsel, ister toplumsal ve kültürel vb, kendi içinden yüzde yüz açıklanamaz.
Gödel‘in öngörüsü, “Girit Paradoksu” olarak bilinen, kendisi de Giritli olan Antik Yunanlı Epimenides‘in, mantıki sonucu hem doğru hem yanlış çıkan “bütün Giritliler yalancıdır” bilmecemsi özdeyişiyle simgeleşmiştir. Bütün Giritliler yalancıysa Epimenides de yalancıdır. Epimenides yalancıysa bütün Giritliler yalancı değildir. Ama hangisi doğru? Yanıt, hem doğru hem yanlıştır. Daha somutlaştırırsak, hiç bir insan, hiç bir ulus, hiçbir sınıf kendi gerçeğini yüzde yüz açıklayamaz. Buralarda mantık, kesin sonuç almaya doğru ilerlerken, hem dalga hem parçacık, hem o hem bu, hem doğru hem yanlış olan diyalektik ikilemlerle yüzyüze gelir. Bu, evrenin, insan zihninin, zıtların çatışması ve birliğine dayanan hareketinin bir başka açıklamasıdır.
İnsan ve evren/doğa ilişkilerine geldiğimizde, gizemini koruyan, çözülemeyen bir çok soru ile karşılaşırız. Burada da kuşkusuz elektron ve fotonun Kuantum hareket yasaları işlemektedir. Victor Hugo, insanı, doğanın en karmaşık, en olağanüstü ve anlaşılmaz varlığı olarak tanımlar. Peki, düş ve hayal gücüyle, sezgilerle yaklaşabildiğimiz, kıyılarında dolaştığımız bu sırları nasıl yorumlamak ve incelemek gerekir? İşte bu noktada, bireyi toplumun, parçayı bütünün, ağacı ormanın önüne koyan kapitalist Batı düşüncesi ve kültürünün sınırlarına dayanıyoruz. Kuşkusuz ona en etkili ve en derin bilimsel eleştiriler yönelten ve onu aşan Marksizmi dışta tutuyoruz.
Batı’da gelişen çağdaş bilim, gerçekliği parçalara ayırıp inceleyerek doğanın sırlarını çözmede ve insanın pasif, edilgen bir varlık değil etken bir özneye yükselmesinde insanlık tarihinde çok büyük bir sıçrama gerçekleştirdi. Ancak bu yapılırken, sınırsız kâr amaçlı, doğal ve tarihsel zenginlikleri tahrip edici, yağmacı niteliğiyle kapitalizm, dünyanın ve organik yaşamın geleceğini tehlikeye atan bir noktaya geldi. Ve bilimi de bu amaçla kullandı, kullanıyor. Yani, bilimsel-teknolojik ve toplumsal pratikte bütünsellik, insanın doğayla bütünsel ilişkisi tehlikeli bir biçimde kopartıldı.
Çürüme ve çöküş aşamasına gelmiş kapitalizm, bugün, bilimi ve teknolojiyi, doğayı ve insanlığı yıkıma uğratacak, hatta gezegenimizdeki organik yaşamı neredeyse sona erdirecek kertede insanlık dışı amaçlar için kullanmıyor mu? Nükleer teknolojiyi, biyoteknolojiyi kitle katliamları için kullanmıyor mu? Otomobilinden cep telefonuna, parfüm, deterjan vb, insan sağlığı, gelişimi ve onurlu yaşamı için kesinlikle gereksiz, obezleştirici bir çok ürünü, lüks tüketim için üretip kitlelere zorla tükettirmiyor mı?
Oysa Doğu düşüncesi ya da felsefesinde bütüne öncelik veren ve bütünden parçaya giden, karşıtların birbirini dışladığı, yok ettiği değil, tamamladığı bir mantık ve kültür egemendir. Bu diyalektik mantık Batı’da Hegel felsefesiyle devralınmış ve ilkel doğacı niteliğinden kurtarılıp bir üst düzeyde sistemleştirilmiştir. Marks ve Engels ise, bu felsefeyi tarihsel ve maddeci bir temelde çağdaş ve bilimsel bir içeriğe kavuşturmuştur. Ayrıca Marksizmin, Bilimsel Sosyalizmin kapitalizme ve sınıflı toplumlara yönelik en etkili felsefi eleştirisinin özünü insanın kendine ve doğaya yabancılaştırılması, yani insan ve doğa bütünlüğünün yok edilmesi oluşturur.
***
İnsan-doğa bütünlüğünün son derece karmaşık, bilinmezlerle yüklü bir yansıması olan insan ruhunu, onun çelişki ve sürprizlerini incelemek, aynı zamanda evrenin sırlarını çözümlemeye bir giriştir. Örneğin, insan ve doğa, insan ve insan ilişkilerinde, bilinçli ve bilinç dışı sınırsız seçenenekler, duygu, düşünce ve kültür alanına değişik biçimlerde yansımıştır. Bu bağlamda insan ruhunun katmanlarını, derinliklerini keşfetmek, bir bakıma evrenin sırlarını keşfetmeye doğru uzun bir yolculuktur diyebiliriz. Yusuf Has Hacip‘in, Kutadgu Bilig‘teki,“Kişinin gönlü dipsiz bir deniz gibidir; bilgi onun dibinde yatan inciye benzer” sözleri, insan ruhunun derinliğini ve bilinmezliğini çok güzel özetliyor.
Daha çarpıcı ve derin bir insan-evren ilişkisi açıklamasını Nesimi‘de buluruz: “Bende sığar iki cihan, ben bu cihana sığmazam.” Sadece Batıni-Hurufi Nesimi‘nin bu olağanüstü öngörüsel sözü bile, bilimin ve sanatın günümüzde ulaştığı aşamanın bu son derece özlü anlatımına, Doğu felsefesinin yüzyıllar öncesinden ulaştığını gösteriyor. Dahası, Batı felsefesi ve estetiğinin kurucu dehaları Hegel ve Goethe‘de insan, bilinçli bir varlık olarak doğayı değiştirme ve yeniden kurma ideali ve çabasıyla, bütün evreni içinde taşıdığı gibi onu aşar. Evrenin insan mucizesi işte budur. Sanat, doğayı sadece taklit edip yansıtmaz. Ona yeni bir şey, yeni bir boyut, yeni bir anlam ekler; bir anlamda doğanın eksiklerini, kusurlarını tamamlamayı amaçlar. İnsanın özgürleşmesi ve yetkinleşmesi yönünde, doğayı ve kendini daha ileri ve yüksek bir yaşam kurma amacıyla değiştirerek…
Nesimi‘nin, tasavvufa ya da Doğu mistisizmine özgü, biçimde Tanrıya ama içerikte Tanrıda ifadesini bulan evrensel gerçekliğin keşfine ve onunla bütünleşmeye dönük yolculuğunu anlatan doğa-tanrıcı düşüncesi, Marksizm ve Kuantumla ulaşılan gerçekliği çağlar öncesinden sezdiğini gösterir. Ancak sezgisel düşünceyle varılan evrenin bütünsel özüne ilişkin bu belirleme, çağdaş felsefi düzlemde Marksizmin Diyalektik ve Tarihsel Felsefesinde, sonra da bilimsel deneyimle ancak “dolaşıklık” ve “tünelleme” olarak açıklanabilmektedir.
Batı’nın tıkanma noktasından, Nesimi’nin paylaştığı Anadolu tasavvufundaki en yetkin felsefi düzey olan Muhiddini Arabi‘nin “Vahdeti Vücut”çu (Varlıkları Birliği) Panteist, doğa-tanrıcı felsefesine geliyoruz. Spinoza felsefesiyle aydınlanmacı Batı tarafından geniş ölçüde paylaşılan bu Doğa-Tanrıcı felsefi bakışı, bazı kendilerine özgü yorum farklarıyla Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Ahi Evren, Pir Sultan Abdal, Kaygusuz Abdal, Şeyh Edebali, Hacı Bayram Veli, Şeyh Bedreddin, Akşemseddin, Molla Fenari, Molla Gürani, Niyazi Mısri de paylaşmaktadır. Bu düşünceye göre insan, tanrı-evrenin bir tezahürü, vücut buluşu, bir benzeri ve örneğidir.
Anadolu bilgeliğinin simgesel temsilcisi olarak Yunus Emre’yi alırsak, onun, insan ve tanrı/evren birliğine, bütünlüğüne, başka deyişle bütün varlıkların (çokların) tanrıda bir olduğuna dayanan Doğa-Tanrıcı Anadolu hümanizmini, en yetkin, en sade ifade eden şair ve düşünürümüz olduğu kesindir. Yunus bu düşünceyi, çeşitli şiirlerinden seçtiğimiz şu dizelerde bütün kapsamı ve derinliğince dile getirmektedir:
Ulvi vü süfli [bayağı] cümleten oldur bana görünen
Dünya ahiret ol Hak, yir gök doludur mutlak
Cümle yerde Hak hazır, göz gerekdür göresi
Her nereye baktımsa hep görünendür cümle hak
Benem sahib-i kıran [muzaffer hükümdar], devran benümdür.
Ben de baktım, ben de gördüm benimle biz olanı
Vücuda gelmeyince kimse Hakk’ı bilmedi.
Bu vücutta gösterdi dost bize didarını [yüzünü].
Gökte peygamber ile miracı kılan benem.
Kırk kişi bir gömleğe kanaat kılan benem.
Hallac-ı Mansur ile dara asılan benem
Musa Peygamber ile bin bir kelime kıldım,
İsa Peygamber ile göklere çıkan benem.
Şair Yunus; yüce ve bayağı ne varsa hepsinde ben Tanrıyı görürüm; hepsi tanrıdır, onun ete kemiğe bürünmüş halleridir; hangi canlıya baktımsa hepsi de Hak (Tanrı) olarak görünür bana, görmek için göz gerektir, demektedir. Yani evrendeki yüce, sıradan, canlı cansız bütün varlıklar Tanrının tezahürüdür, Tanrının birer sureti, vucuda gelişidir. Özcesi, Tanrı evrendir, doğadır, evrendeki bütün varlıklarda içerilir; Evren-Tanrı bütün varlıkların toplamıdır. Çok birdir, bir çoktur. Burada vurgulanan “Ben” evrensel insandır. Yunus, kendini hem Hallacı Mansur hem de onun celladıyla özdeşleştiren hümanist-panteist tavrını şu dizelerde dile getirir:
Ol Hallac-ı Mansur ile söylendim Ene’l-Hakki
Benem yine onun boynuna dar urganın takan kim
***
Bilimin de, sanatın da çürüyen Batı uygarlığında gelişmesinin, doğanın özünü doğru kavramanın, insanlığın bugününü, geleceğini doğru anlayıp yönetmenin olanağı yoktur. Çünkü, bireyi toplumdan, parçayı bütünden kopartarak gerçeğe ulaşmak çıkışsızdır, imkansızdır. Başka deyişle, emperyalist burjuvazinin aşırı kâr hırsına dayanan, insanı ve doğayı yağmalayıp yıkıma uğratan özel çıkarları, insanlığın genel, bütünsel çıkarlarıyla temelden çatışmaktadır. Kangrene dönüşmüş bu çatışmanın ve çözümsüzlüğün felsefe ve bilime yansımasıdır “belirsizlik”, “öznelcilik” ve onların türevi teoriler.
Serbest piyasacı, liberal Batı kapitalizmi alabildiğine bireycileşip toplumsal ve bütünsel bakıştan uzaklaşırken, bilimdeki büyük buluşlar esasen bütün sonuçlarıyla onunla çatışmaktadır. Yani bilim, insanlığın bütünsel çıkarları ile örtüşmektedir. Başka deyişle, 20. yüzyılın başlarında gerçekleşen buluşlar, bilimde, sanatta, düşüncede liberal burjuva özgürlüklerinin gerçek anlamda yaşandığı 19. yüzyıl düşünce birikiminin ürünleriydi. Batı’da, emperyalizm çağında Kuantum ve Görelilik kuramları ve türevleri dışında yeni hiç bir buluşun gerçekleşmemiş olması buna kanıttır. Bütün bilimsel-teknolojik buluş ve uygulamalar gerçekte sözkonusu iki büyük bilimsel depremin artçı dalgalarıdır.
Bilimdeki tıkanmayı, bilim ve felsefe arasındaki büyük kopukluğu aşmada Doğu felsefesindeki monist/tekçi ve bütünselci yaklaşıma gelip dayanıyoruz. Batı’nın kökenindeki köleci Akdeniz uygarlıklarından gelen insanın doğayı, aydınlığın karanlığı, gündüzün geceyi, efendinin köleyi, erkeğin kadını dışlayıp düşmanlaştırdığı gibi, karşıtların birbirini dışladığı metafizik düşünceye ve kültüre Doğu’da pek rastlanmaz. Asya uygarlıklarında her şey karşıtlarıyla birlikte, karşıtlar birbirini tamamladığı bir bakışla ele alınır. Yani aydınlıkla karanlık, gece ile gündüz, insanla doğa, erkekle kadın, doğru ile yanlış arasındaki çatışmayı birbirini tamamlayıcı bir bütünlük içinde ele alan bir yaklaşım sözkonusudur.
Monist doğacı diyalektiğin en yetkin biçimi Taocu felsefe, bu anlamda İyonyalı Heraklitos diyalektiğine göre daha derin ve engin bir içeriğe sahiptir. Türk ve Çin felsefi düşüncesinin MÖ 2. bin yıllara dayanan ortak köklerini oluşturan Yin-Yang diyalektiği, Türklerde Yaruk-Kararuk (aydınlık-karanlık) olarak bilinmekte. Taocu felsefenin kurucusu Laozi, Yin ve Yang karşıtlığına dayanan doğacı diyalektiği şöyle özetliyor: “Bin bir türlü varlıklar Yin’i taşır, Yang’ı kucaklar ve hayat enerjisiyle harmanlanıp ahenk yaratırlar.” Bu iki temel ilke ya da kuvvet; gece-gündüz, kadın-erkek, yer-gök, açlık-tokluk, yoksulluk-zenginlik gibi birbiriyle hem çatışan hem de birbirinin açıklayıcısı, zorunlu tamamlayıcısı olan kuvvetlerdir. Laozi bu karşıtlıkları şöyle ifade ediyor: “Varlık ve yokluk birbirini doğurur / Zor ve kolay birbirini tamamlar / Uzun ve kısa birbirini şekillendirir / Yukarı ve aşağı birbirini doldurur / Sesler ve tonlar birbiriyle uyuşur / Önce ve sonra birbirini izler.” (*)
Özetle, Kuantum fiziği ile maddenin atom altı düzeyinde, zorunlulukların (nedensellikler) belirlediği bütünlükler içinde rastlantısallıklar yaşandığını, bunun da en canlı ve belirgin gerçekleştiği alanın insan ruhunun dinamikleri olduğunu vurguladık. İnsan ruhunun labirentleri nice “dolaşıklık” ve “tünelleme” sürprizlerine ev sahipliği yapıyor. Herhalde bunun en çarpıcı ruhbilimsel açıklamasını, insan karakterinin en şeytani ve meleksi özelliklerinin aynı insanda varlığını ve bir bütünlük oluşturduğunu betimleyerek yapmışır. Bu bağlamda, Dostoyevski‘den çok şey öğrenen çağdaş psikoloji ile Kuantum ve Görelilik kuramlarının aynı dönemde birbirine koşut olarak gelişmesinin bir rastlantı olmadığını söyleyebiliriz. İnsanın bilincaltı dünyası ile atomaltı dünyayı araştırmak birbirine çok bağlantılı soruları ve yaklaşım yöntemlerini gündeme getirmiştir. Dolayısıyla evrenin ve insan ruhunun sırlarını, işleyiş yasalarını çözmek, birbirine bağlı, birbirini tetikleyen ve açıklayan süreçler olduğu kesindir.
Ancak, gelinen noktada gerek bilimin, gerekse psikoloji ve sanatın yeni bir sıçrama yaparak gelişebilmesinin yolu, Doğu felsefesi ve kültürünün derinlemesine özümlenmesinden geçmektedir. Bu da, Kuantum Kuramının özünü oluşturan bütün-parça diyalektik ilişkisine, yani parçada bütünün içerilmesi ilkesine dayanan Asya kültürünün yaratıcı ve özgün dinamikleri ile yeni bir evrensel senteze ulaşmakla mümkündür.
Mehmet Ulusoy
Haziran 2021