KÖŞE YAZILARI

Kuru Zarf – Murat Öksüz yazdı…

Önümde nereden geldiğini bilmediğim bir kitap. Okunmak için uzun zamandır sırasını bekliyor olmalı.  Böyle bir kitabın varlığından haberim bile yoktu. Bir köşeye kaldırdığım yıllardır dokunmadığım kutuların içinden çıkmıştı. Daha elime alır almaz eski bir baskı olduğunu sayfalarının solmuşluğundan anladım. İkinci elden almış olmalıydım. Sararmış, kırışmış ve buruk. Benden önce kimin okuduğu da önemli değildi. Her okuyucu kendini okur ve arardı kitabın köşebaşlarında. Aslında uzun zamandır peşinde olduğum bir kitaptı. Ben de olduğundan haberim bile yoktu. Param olduğu zaman kitabı bulamamıştım. Kitabı bulduğum zaman param olmamıştı. Aynı hayat gibi. Çalıştığınız zaman hayatı kaçırıyorsunuz. Kendinize zaman kalmıyor. Çalışmadığınız zaman ise aç kalıyorsunuz. Yani sonuçta bir avuç yaşam kalıyor elinizde. Onu da zor günler için cebimizde saklıyoruz. Ve sonunda onu da harcamadan yok olup gidiyoruz.

Böyle bir kitabı okumak istediğimi bile unutmuşken şimdi karşıma çıktı.

Saat 12’ye yaklaşmakta, gecenin bu saati daha çok uyumakla ile kitap okumak arasında kaldığım anlardan oluşuyor. Uzun zamandır bu anı beklediğim için, uyku umrumda değil bugün. Daha kitabı elime alır almaz içinde bir şey olduğunu fark ettim. İlk bulduğum zaman, o anın büyüsü ile kitaba hiç dokunmamıştım.

Kiremit renkli bir zarf vardı. Rengi ile hissiyatı da aynıydı. Çatı arasında konulan, bir daha da dokunulmayan eşyalara özgü bir his uyandırmıştı ben de. Zarf mı kitabın içinde unutulmuştu, kitap mı zarfın içinde belli değildi. Zarfın üstünde en yazısı ile Mehmet ile Zehra yazıyordu. Bir süre açıp açmamakla kararsız kaldım. İçinde ne olursa olsun bana ait değildi. Bunun sahibi de tanımadığı birisinin açmasını istemezdi sanırım. En azından benim olsa istemezdim. Bana yazılan hiçbir mektup olmadığı aklıma geldi. Oysa bir mektubu bile olmayan ama kendini özel hisseden sıradan canlılarız ama bazı anların büyüleri bizim ayağımızı yerden kesiyor. O ana kadar hiç farkına varmadığımız kanatlarımızın olduğunu anlıyoruz.

Eski bir arkadaşımın (aslında arkadaşlıklar, dostluklar, sevdalar ne eskir, ne kaybolur ne de var olur) dediği bir laf o an kafama takılıp durmuştu:
“Senin kanatların var. Farkında değilsin”

O an gökyüzüne kafamı bile çevirememiştim. Sessiz kalmıştı tüm cümlelerim. O anın tutsağı olmuştum. Duvarların arasında kalmıştı tüm zihnim. Çarpıp kendine dağılmıştı. Ne yer yüzüne aittim ne de gökyüzüne. Ama kanatlarımı bir daha gören olmamıştı. Ne yeryüzünde ne de gökyüzünde…

Zarfı bu git gelden sonra açmaya karar verdim. Aslında itiraf etmeliyim; daha ilk elime aldığımda açmak için sabırsızlanmıştım. Zarfın içinden pembe renkli bir mektup, fotoğraf, kart postal ve kuru bir karanfil olduğunu sandığım çiçek çıktı. Çiçeğin sapı kurumuş, yaprakları simsiyahtı. Elime almamla dağılması bir oldu. Kalan parçaları toplayıp bir kutunun içine yerleştirdim. Dokunmamla dağıttığım şeyler aklıma geldi. Sevdiklerim, aşklarım ve ben… Bunları düşünmekten vazgeçmeliyim diye kendime teselli verip fotoğrafı elime aldım.

Cenazelerde yakaya iliştirilen fotoğraflardandı. Zeki Gürsoy 1932-2013 yazıyordu. Fotoğraf renkli ve kaliteli kağıda basılmıştı. Ölen kişinin hali vakti yerinde olsa gerek diye içimden geçirdim. Gerçi ölmüştü. Neyse artık bu dünyada ki ünvanı, parası artık yoktu. Kalın çerçeveli gözlük takmış, düz saçını yana ayırmış. Açık mavi gömleği, koyu kahverengi kravatı, güçlü bir çenesi ve mavi gözleri ile gülümsüyordu. Hayatından memnun olmalıydı.

Hemen bilgisiyar başına geçtim. Adını soyadını ve doğum ölüm tarihini girdim. İşte karşımdaydı. Profesör Zeki Gürsoy. Ankara Üniversitesi Fen Edebiyat bölüm eski başkanı. Felsefe profesörü. Sonra bir anda zarfın başında ki isimleri burada arattırmak geldi. Biliyorum çok saçmaydı bu. Sadece iki isim vardı elimde. Mehmet ve Zehra yazdım. Doğal olarak bir şey elde edememiştim. Daha mektup ve kartpostal vardı. Onlardan bir şeyler öğrenebilirdim.

Bir an önce mektubu okumak istedim. Ama sanki görünmez bir el beni engelliyordu. Masamım kenarına fotoğrafı bıraktım. Pencere önüne geçtim. Elimde mektup sokaktan geçenleri izlemeye başladım. Bu soğuk günle tezat oluşturacak biçimde sadece yaşlılar dışardaydı. Ellerinde ekmek, evlerine doğru ağır aksak ilerliyorlardı. Arada durup etraflarına bakıp, sanki hepsi uzun zamandır gelmeyen mektuplarını bekler gibilerdi. Oysa ceplerindeydi tüm zarflar. Hiç açılmamış yıllardır onları bekliyorlardı.

Tekrar masamın başına geçtim. Mektubu açtım. İlk dikkatimi çeken özenle yazılmış el yazısıydı.

“Mehmet

Yoruldum bu yalanlardan, umutlardan ve kaybolmalardan. Kendime yalanlar söylemeyi bıraktım. İnan bunu itiraf etmek zor geldi. Her şeyi umut kılıfına uydurup bu gelmeyecek yarınların hayallerini kurmuyorum artık. Gelecek diye bir şey yok. Tek var olan şu an. Bir halat gibi çekilmekten yoruldum. Ve bu durumdayım ben. Ne zamandır böyleyim inan ben de bilmiyorum. Aslına bakarsan bu halden başka bir halimi de hatırlamıyorum. Kendimi böldüğüm parçalarım artık bir bütün olamıyor. Hep bir yerim eksik. Belirsizlik sanmıştım asıl dert ettiğim şeyin. Oysa belli olanı görmemezlikmiş sorun olan.

Aramızda ki şeyler benimle ve seninle sınırlı değil. Sınır gökyüzü, sınır yeryüzü, sınır bir uçtan bir uca sarılı yollar. Sınır denizin mavisi, sınır ormanın yeşili. Sınır gecenin karası, bu kentin grisi. Sınır bu isli puslu günler. Sınır bu flu yüzler. Ve bize sınırlarda vurulmak ve sınırsız bir yok oluş kaldı.

Sen olmasaydın eksik olurdum. Ve seni sınırsız seviyorum.

Hoşçakal”

Mektubu tekrar tekrar okudum. Yüreğimin içine kor düştü. Sonra kitabı elime alıp acaba içinde notlar var mı diye hızlıca göz gezdirdim. Sadece kitabın sonunda 15.03.2015 diye bir tarih vardı.

Kartpostala sıra gelmişti. Çocukluk yıllarımda yılbaşlarında gönderilenlere benziyordu. Kocaman yemyeşil bir çam ağacı, etrafında oynayan çocuklar. Kırmızı kapılı, kahverengili iki katlı bir ev ve evin bahçesinde kardan adam. Çocukken kendimi orada hayal ederdim. Kah oynayan çocuk olurdum ya da sıcacık evin içinde dışarıyı izlerken bulurdum kendimi ya da kardan adam ya da çam ağacı olduğumu hayal ederdim. Nerede, ne olursam olayım. O anın içinde olmak beni çok mutlu ederdi. Arkasında yazanlara bakmadan o anın tadını çıkardım. Çocukça saf mutluluk bir daha geri gelmiyor. Gerçi o mutluluk geri gelmeli mi, çocukça mı mutlu olmalıyız tabii ki hayır. Ama yine de insanın kaçıp sığacağı tek yer çocukluğu oluyor.

Arkasını çevirdim Mehmet yazmıştı. Okumaya başladım…

“Sevdiğim

Bu yılbaşı da sensiz geçiyor. Oysa tek olmak istediğim yer yanındı. Şu kartpostaldaki kar tanesiyiz. Birbirinden farklı ama aynı özden yapılmış ve sonunda bizi yakan da bu parıltılı günler sevdası oldu.

Sen olmasaydın ben ne olurdum bilmiyorum. Bana karanfil verdiğin gün aklımdan hiç çıkmıyor. Seninle bir an paylaşmak bile kendimi ve bu dünyayı sevmeme sebep oldu. Bir sonraki yılbaşında karlı bir günde çam ağaçlarının içinde elim elinde olmak umuduyla seni bekleyeceğim. Seni tanımadan önce de seni bekliyordum. Sen yanımdayken de. Sen yokken de.

Seni seviyorum”

Okuduktan sonra içimde o huzursuzluk anları kol gezmeye başladı. Sanırım Zehra’nın mektubu daha sonra yazılmıştı. Üzerlerinde tarih yoktu.

Zehra ve Mehmet’i gerçekten merak etmeye başlamıştım. Aslında bir saat öncesine kadar kitaptan, zarftan ve varlıklarından dahi haberim  yoktu. Şimdi ise kafamın içinde dönüp duruyorlar. Hayatımız da bir bakıma böyle. Yanı başımızda  binlerce öykü doğuyor, büyüyor ve ölüyor. Tesadüfler ile onların farkına varıyoruz. Herkes o kadar kendi hikayesine odaklanmış ki, kimse kimseyi görmüyor, duymuyor, dokunmuyor. Ama herkesin derdi de görünmek, duyulmak, dokunulmak.

Zihnimi başka bir yere götürmek için kitabı okumaya başladım.

“İşte orada bir nokta. Belli belirsiz duruyor öylece. Baktıkça noktaya korku sarmaya başladı tüm bedenimi. Adımlarım geri geri gidiyor. Ben geri gittikçe o üstüme doğru gelmeye başlıyor. Daha önce hiç böyle bir şey görmemiştim. Tüm korkularım o noktaya sıkışmış peşimden geliyor sanki.”

Kafamı bir türlü toparlayamadım. Birkaç sayfa çevirdim.

“İşte orada. Gri bir gökyüzü altında. Belli belirsiz gölgesiyle, silikleşerek uzaklaşıyor. Ondan daha çok sevdiği hiçbir şey yoktu bu hayatta. Ve üstelik kal derse kalacaktı. İşte orada yağmura ve rüzgara karışıp gidiyor.
Tüm ayrılıklarımı bir kuyuya hapsetmiştim. Zamandan, mekandan ve kendimden uzak bir yer bulmuştum.”

Bir türlü devamını okuyamıyordum. Bir süre okumaya başlayınca cümleler birbirine girmeye, her şey flulaşmaya başlıyordu sanki.

Kitabın ortasından bir yer açtım:

“Gelecek diye bir şey yok. Yaşayamayacağımız tek şey gelecek. Ya şimdi var olacaktım. Ya bu gelecek için çıktığım yolda yok olacaktım.”

Zehra’nın söylediği şey değil miydi? Hangisi Zehra’dan hangisi kitaptan karıştırır oldum.

Zihnimin oyunlarından o kadar yorulmuştum ki, daha fazla dayanamayıp olduğum yerde bıraktım kendimi. Uyumadan önce düşündüğüm şey ise o zarfın içinden çıkanlar dışında bir şey değildi.

Halisünasyonlar, korkular ve rüyalar ile dolu iki saatin ardından dört gibi uyanmıştım. Bu hikayede beni huzursuz eden bir şeyler vardı. İnsanı en çok belirsizlik rahatsız eder. Beni rahatsız eden şey o da değildi. Sabah ilk işim Zeki Gürsoy’un çalıştığı okula gidip O’nu yakından tanıyan birilerini bulup durumu anlatmak istiyordum. Biliyorum deli gözüyle bakacaklar ama öyküsü olmayan insanların yaptığı şeyi yapıp hikaye peşinden koşacaktım.

Bu bulunduğum yerden çıkmak beni hep rahatsız etmiştir. Bu dünyaya rağmen burada şu küçücük oda da kendi dünyamı yaratmıştım. Gizlice kaçmalıydım. Gizlice bu yapay dünyaya kimseye görünmeden girip, kimsecikler görmeden kaybolmalıydım.

Soğuk bir Ankara kışında sıkıca giyinip yollara düştüm. Uzun zamandır çıkmadığım için yürümek bile garip gelmişti. Yürümenin güzelliğin unutmuşum. Onca yola rağmen yürüyerek gitmek en iyisiydi. Değişen bir şey olmamıştı. Herkesin bir diken gibi beynime battığı zamanlar aklıma geldi. En çok yüreğime batan da ben olmuştum.

Okulun bahçesine vardığımda sanki herkes bana bakıyordu. Zihnimin bu oyunları, huzursuzluğumu hep artırmıştır. Oysa herkesin kendi halinde olduğu bir okul bahçesiydi. Ellerinde sigara ve çay ile öğrencilerden başka bir şey yoktu. Zeki Hocayı yakından tanıyan birileri var mı diye danışmadaki görevliye sorduğumda garip garip bana bakmıştı. Koca gözleri, yuvarlak suratı ve küçük burnuyla zaten garip garip bakmak için doğmuştu. Ağzının içinde bir şeyler gevelemişti. Hiçbir şey anlaşılmıyordu. Tam o sırada arkamdan bir el bana dokundu. Döndüğüm zaman ise yüzünü seçemediğim biriydi. Arkada ki ışık gözümü alıyordu. Sonra sarılıp bana:

‘Mehmet uzun zaman oldu. Bana neden öyle bakıyorsun. Ben Zehra.’ dedi.

Bir hikayenin peşinden gidip, kendi hikayemde kaybolmuşum. Kutuların içinde bulup okumaya çalıştığım kitabı da ben yazmıştım.

O andan sonra tek hatırladığım yürüyor olmamdı. Uzun zaman olmuştu yürümeyeli. Oysa ne çok severdim yürümeyi. Ne çok severdim…

Murat Öksüz

Düşünceler Parçalı Bulutlu, Duygular Gölgede – Saadet Toksöz yazdı…

Bir Yorum

  1. Iyi yazılmış.. Tebrikler ..Roman , yada en azından novella çıkabilecek bir kurgu ve anlatıya sahip içerik olarak..

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu