Mahmure’nin Beyaz Gülleri – Zeynep Ersen yazdı…
Dağın yamacı boyunca, eriyen kar sularıyla oluşmuş gölcüklerin üstünden beyhude çabalarla atlamaya çalışarak eve yaklaşıyordu yaklaşmasına da, Mahmure, naylon çizmelerinin içindeki çorapsız ayaklarının bileklerine dek çamurlu su içinde yüzüyordu. Sevinçten içi içine sığmazken hıçkırıklarla gözyaşı döküyordu. Yaklaşık bir saat önce, okulda, son dersin bitiminden az evvel dayak yemişti. Kulağı bütün sınıfın ortasında ayakuçlarına yükselmesini gerektirecek derecede çekildikten sonra, iki yanağı Ayşe Öğretmenin beş parmağının çingene pembesi iziyle kontürlendi. Tüm bu köteğin sebebi, din dersinde başı sıraya yaslanmış vaziyette uyuya kalınca, dudaklarından yere uzanan bir salya köprüsü oluşmasından ibaretti. Her din dersi müddetince islamın ve imanın şartlarının sınıfın kırk dokuz öğrencisine birer birer tekrarlatılması küçük Mahmure’yi hipnoza sokmuş olacak ki, bu defa sıra ‘’Talebe kırk bir! … Talebe kırk bir’’ olan kendisine geldiğinde iş işten geçmişti. Az sonra kendisinden altı yaş büyük dayıoğlu Özgür’ü görecekken nefesi kesiliyordu. Hayır, bir saati aşkın süredir koşar adımlarla Kızık Yaylası boyunca okuldan eve doğru yürümekte olduğundan değil. Özgür, ailesiyle İstanbul’da yaşar, ayda bir defa, Cuma akşamından Pazar akşamına kadar teyzesini, eniştesini ve teyzekızı Mahmure’yi Bolu’nun Sığırkuyruğu –yeni ismiyle Sebenardı- köyündeki evlerinde ziyarete gelirdi. Gelirken de yanında Mahmurelere bir ay yetecek erzak, Mahmure’ye özel olarak da bir tane (Özgür’ün babasının kendi zevkini tatmin etmek için satın aldığı kutu çikolatanın içinden bir tane) beyaz ve altın yaldızlı ambalajla sarılmış, içi tane fındıklı küçük bir top çikolata getirirdi. On üç yaşını Ağustos ayında doldurmuş, endamı yerinde, bakışlarından ruh asaleti okunan kız her defasında bu çikolatayı alır ve dayıoğlunun yanağına bir öpücük kondurup teşekkür ettikten sonra bir süre odasına giderek ortalarda görünmezdi.
Şimdi Aşağı Mahalle’den geçti. Yukarı Mahalle’ye vardı. Yüz adım sonra evinde olacak. Kestane ağacının altında durdu. Bir eliyle ağaçtan destek alarak sol ayağını çizmesinden çıkarıp çizmeli sağ ayağının üzerine koydu. Sol çizmenin içindeki suyu boşalttı. Aynı şeyi sağ çizme için yaptı. Yüzünü karla sildi. Ellerini karla sildi. Artık ağlamıyordu. Gür kuzguni saçlarını tokasından azat etti. Kendisini Kestane Sokak’ın bekçi köpeği ilan etmiş olan Kral, Mahmure’yi daha kız köşeyi dönüp görüş alanına girmeden kokusundan tanımış ve süratle yanına koşmuştu. Fakat Mahmure’nin okyanus, okyanus belermiş gözleri Kral’ı görmedi.
Köşeyi dönünce adımlarını ve nefesini yavaşlatarak dinginmişçesine kurumlandı. Biraz başı dönüyordu. Aslında heyecandan bayılabilirdi. Evin kapısına varınca annesine seslendi. Songül Hanım kapıyı açtı. Eve adımını atar atmaz ayakkabılarını çıkartıp terliklerini giymekte olan Mahmure:
– Niye hiç ses yok. Herkes nerede?
– Kim olacaktı kızım?
– Bugün ayın ikinci Cuma günü.
– Ha! Özgür Ağabeyini diyorsun. Yok kızım onun işleri varmış. Gelecek hafta gelecekmiş. Pirinç de bittiydi ama…
Mahmure hiçbir şey söylemeden odasına gitti. Ellerinin arasına aldığı başını isyan dalgalarıyla birkaç kez sağa sola salladı. Dayıoğluna telefon açabilir miydi? Ama… Acaba kurban bayramında amcasının verdiği paranın bir bölümünü odasının bir yerlerine saklayıp da unutmuş olabilir miydi? Köşe bucak aradı ama bulamadı. İlk defa, bir televizyon dizisinde şahit olduğu okul çocuğu gibi cep harçlığı olmadığına hayıflandı. Babasının verdiği parayla okulun ‘bakkalından’ –ne okullar vardı ama!-gofret almıştı oğlan. Eh, bu para sokaktaki telefonları kullanmasına da yeterdi herhalde. Belki de telefon açmak gofret almaktan daha pahalıydı. Her gün telefon açacak değildi. Biray biriktirse ne çıkardı. Üst üste koyulmuş iki kalın yatak yastığının altından poşetini aldı. İlkokul öncesi, Yar Deresi’nden bulduğu, yedi senedir can yoldaşı olan büyük boy, lacivert –artık lacivert demeye şahit ister, biz yine de en azından buz mavisi diyelim- çöp poşetinin ağzını büzüştürüp-büzüştürdüğü kendi ağzıyla birleştirdi. Poşetine soluğunu doldurdu. Sonra poşetinin vekendi ağzını kapatıp derin bir nefes aldı. Poşeti tümüyle dolup şişene değin bu hareketi uzun dakikalarca tekrarladı. Mahmure, ismini koyamadığı bir haz duyup sakinleştiğine kanaat ettiğinde, Yar Deresi’nin binlerce kıvrımını kılcal kılcal kuşanmış poşet de oh çekip sönüverdi. Birdenbire başını pencere tarafına çevirdi. Pencerenin pervazında, maket şişelerinin içinde yaşayan yelkenli gemilerin kaderini paylaşan beyaz gülleri vardı. Aynı şeyi bir daha, bir daha düşünmeden edemiyordu: Dayıoğlunda sevdasını böylesine kibar bir imayla gösterecek merhamet ve masumiyetin oluşu ne büyük talihti Mahmure için! Kırmızı jelatinle kapatılmış, geniş ağızlı sek süt şişesinin içinde duran çikolata kokulu, beyaz ve altın yaldızlı güllerine, çubuk makarna saplı güllerine bakarken gülümsedi. Geçen ay işlediği gül, dokuzuncu gül, hepsinden güzeldi. Evet, ‘kuşkusu yoktu ve kuşkusu olmadığından da kuşkusu yoktu’: Özgür yıllardır her bir top çikolatayla beyaz bir gül ihsas ediyordu. O ise, adı batasıca ya, adı üstünde, Mahmure, ancak yıllar sonra, bundan dokuz ay önce kavramıştı olan biteni! Buğulanmış pencerenin yanına gitti. Büyük harflerle ÖZGÜR yazdı. Harflerin ardında kocaman, tabii ya, lapa lapa kar yağıyordu.
Zeynep Ersen
zeynep.ersen@yahoo.com