Cemil BiçerKÖŞE YAZILARI

Mektup Selam Söyle Benden Sılaya -Ucu Yanık Mektuplar – Cemil Biçer yazdı…

Bir zamanlar yaşamımızda çok derin izleri olan iletişim aracı mektuplar şimdi sadece türkülerde bir hüzün öğesi olarak yaşıyor, kah sabah rüzgarlarına yazıp sevdiğimize selam gönderdiğimiz kah yeşil başlı gövel ördekler ile gizli gizli haber uçurduğumuz kah kara trenlerin düdükleri ile yolunu beklediğimiz mektuplar.. Şarkılara türkülere konu olmuş ucundaki yanıkla yüreğimizdeki aşk ve özlemi ifade ettiğimiz mektuplar, başlı başına kültürel ve sosyolojik bir araştırma konusudur aslında.

Yeni nesil gençlerimiz için bir şey ifade ettiğini sanmıyorum mektupların. İletişim araçlarının yaygınlaşması ve özellikle cep telefonlarının hem ses hem görüntü olarak çeşitlenmesi ve yaygınlaşması hatta herkes tarafından kullanılabilir olması bu kadim dert ortağımız mektupları tarihin tozlu raflarına kaldırdı. Artık “e mail”ler aracılığı ile hallediyoruz bu tür iletişim işlerimizi.

Öğrenciliğimizde ilk ve önemle öğrendiğimiz ders güzel bir imla ile el yazısı yazma dersi idi. Çini mürekkebi ucu kesik divitler, hokkalar, kareli sayfalı defterler.. Ne çok alıştırma yapardık. Bazı arkadaşlarımın el yazıları-özellikle kızların- ne kadar güzel olurdu. İnci gibi dizerlerdi harfleri. Hiç bir zaman güzel yazı yazamamış biri olarak hala kıskanırım güzel yazısı olanları. Yazı kişinin karakterinin yansıması sayılırdı. Ben de hala bu algıyı korur.

Güzel bir yazı karakteri ile düzgün cümlelerle ifade edilmiş mektuplar, hala önceliklidir gönül hanemde. Yüzü güzel olanın huyu da güzeldir derler ya bence yazısı güzel olanın karakteri de güzeldir.

Zaten anılarımızda çok değerli bir yeri olan postahanelerde yerini kargo şirketlerine devretti. Postacılar “kurye” ye dönüştü hey hat!

Aslında anlatmak istediğim mektup üzerine bir nostalji yazısı yazmak değildi. Yaşamımda unutamadığım öznesi mektup olan olayları yazıya dökmek istiyorum.

Mektup ile ilk tanışıklığım ilkokul yıllarımda olmuştu. Babamın görev yaptığı bir köyde.. Şimdi o köy merasına Türkiye’nin en büyük golf sahasının yapılması planlanan köydür. Komşumuz olan evde ki yeni gelin olmuş bir ablamızın askerde olan kocasına kaynanasından, kaynatasından habersiz gizlice bana yazdırdığı mektuplar ile olmuştu. Evlendiğinin hemen ertesinde kocası askere gitmiş bu dertli gelinin. Derdini kağıtlara dökmek ile başlıyor mektup yazma kariyerim.

O yıllarda kız çocuklarını okula gönderme yeni yeni başlıyordu. Kadınlarda okur yazar oranı hala %0,5-1 oranları ile gösteriliyordu istatistiklerde. Bakın elli yılda okuma yazma bilmeyen köylerden golf sahasında golf yapan kadınlar haline getirdiler ülkemizi,”muassır medeniyet (!)” dedikleri bu olsa gerek.

Dursiye gelin ayda bir kaynanasından gizlice bize gelip bana yalvararak kocasına mektup yazdırırdı. Anneme yazdırmıyordu. Sanırım yazdırdıklarının bir şekilde kaynanasının arkadaşı olan annemin ifşa edeceği korkusuydu. Her seferinde koca bir bakraç kömüş yoğurdu ile onlarca yumurta getirirdi bunun karşılığında. Yani benim ilk işim “mektup yazıcılığı” sayılabilir. İş sadece mektup yazmakla da bitmiyordu. Gelen mektuplar o zaman köylere kadar getirilmiyordu. Kasabada tanıdığınız bir bakkal veya manifaturacınızın ya da zahirecinizin adresine gelirdi. Köylüler çarşamba günleri Çarşamba’ya pazar alışverişine gidenler aracılığı ile bu dükkanlara gelen mektuplarına kavuşurlardı.

Genelde köy mektuplarının klasik ulaşım adresi “Kızılay caddesi Helvacı Haşim Tezcan eliyle” veya ”Uzun çarşı manifaturacı Hasan Altun eliyle” yazılı adresler olurdu. Her köyün mektuplarının topluca geldiği belirli esnaf adresleri vardı. Dursiye gelinin mektupları da kayın pederinin adresine değil -gizlilik nedeni ile- annemin adına- bizim adresimiz olan “Kızılay caddesi Tuhafiyeci İhsan Biçer eliyle Fevkiye BİÇER adresine” gelirdi .

Dursiye gelin gelinliğinin mutluluğunu yaşayamadan asker yolu bekler olmuştu. Kaynanası ve kaynatası çok ceberrut insanlardı. Kızcağız bir esir hayatı yaşıyordu adeta. Çarşamba günleri öğleden sonra köy okulları yarım gün ders yaparlardı ya da babam tek öğretmen olduğu için idari işler gereği Çarşamba’ya gitmek zorunda olduğundan okul öğleden sonra tatil edilirdi. Jawa marka kırmızı bir motosikleti vardı babamın. Şimdiki gibi asfaltlanmış köy yolları yoktu. Toprak yollarda traktör ve kağnıların izlerinin oluşturduğu tozlu yolları izleyerek şehre giderdi insanlar.

Babam annemi motosikletin arkasına oturtarak Çarşamba’ya götürürdü. Bu medeniyet aracı bir iki traktörün dışında köyün tek ulaşım aracı idi. Tabi atları saymazsak..

Ne özlemle beklerdik annemin çarşıdan dönmesini fileler dolusu yiyecek getirirdi. Hele hafta boyu yemeden gına getirdiğimiz mısır ekmeklerinin yerine getirdikleri “çarşı ekmeği” dediğimiz tamamen organik maya ile mayalanmış içi çamur gibi olan ekmeği büyük bir iştah ile katıksız yerdik. Çocukluk güzel günlerdi. Bir de babamın bizim için abone olduğu Yapı ve Kredi Bankasının çok önemli kültür hizmetlerinden olan DOĞAN KARDEŞ dergilerini sabahlara kadar 14 numara gaz lambasının isli ışığında zevkle okumak unutamadığım anılarımın arasındadır.

Bunun yanında babamın köy enstitüsünden mezun oluşu ile başlayan ve ölene kadar devam eden-sonrasında benim aboneliğine devam ettiğim-altı numara abone sayılı CUMHURİYET gazetesindeki Malkoçoğlu, Profesör Nimbus ve Tiffany Jones adı ile yayınlanan çizgi romanlar sürekli ve zevkle takip ettiğim yazılardı. Daha sonraları annemin abone olduğu HAYAT ve RESİMLİ ROMAN dergilerini zevkle okumaya başladık.

Gazete ve dergiler günlük haftalık değil bazen aylar sonra birikmiş olarak gelirdi köye. Bu durumlarda okunacak o kadar yazı olurdu ki günlerce okuya okuya bitiremezdim. Hala kütüphanemin en değerli eserler bölümünde ciltlenmiş olarak durur bu dergiler.

Dursiye gelin annemlerin Çarşamba’ya gittiklerinin ertesinde erkenden bize gelirdi kaynanasına “Fevgiye yengeye süt götürüyorum” diyerek.

Kaynanası Hatice Nine gelinine sadece bize gelmesi için izin verirdi. Zavallı Dursiye gelin beni sabahın köründe uyandırır, nasırlı elleri ile okşar, yalvaran gözlerle melül mahsun bakıp mektubunu okumam için beklerdi. Nedense ne mektubu anneme yazdırır ne de gelen mektupları ona okuturdu. Ben bu manada onun sırdaşı, dert ortağı idim. Bana olan sevgisi ve şefkati belki de bundandı. Yatağımın başına oturur sessizce ağlayarak mektubu okumamı dinlerdi. Hep şaşardım bu ağlamalarına. Zira mektuplarda ağlanacak hiç bir şey yoktu ki!

Hatta Dursiye yengeye yönelik tek bir “baki selam” cümlesinden başka onu ilgilendiren bir tane bile sözcük yazmazdı kocası Hüseyin abi. Mektup aynı şablondan çıkmış gibi; Babaya, anaya, dayıya, amcaya teyzeye selam gönderme ile başlar, ahırdaki öküzlerin, sarı ineğin doğurduğu buzağının sağlığı ile devam eder, kapıdaki çoban köpeği azılı Karabaşın halini hatırını sormakla sona ererdi ama yine de her seferinde Dursiye gelin sanki özlem kokan buram buram aşk ve muhabbet sözcükleri duymuş gibi şırıl şırıl ağlardı. Bu gözyaşlarının nedenini yıllar sonra yaşayıp öğrendiğim “gurbet” hasretlerinin sonrasında anlayabilecektim.

Çocukluğum bu -hasret gözyaşları ile ıslanmış olmasından olsa gerek- eğitim ve meslek- yaşamım hep gurbette sıla özlemleriyle geçti. Ne zaman sılayı özlesem hep Dursiye gelin gelir aklıma. Göz pınarlarıma onun “taze gelin yüklü” gözyaşları birikir ağlayamam…

Bu mektup okumaların bir kaç gün sonrasında cevap yazmak işi girer devreye yine kaçamak gelişlerle. Dursiye gelin, toprak çömleğe mayalanmış üstünde bir karış kaymak ile kömüş yoğurdunu ve beraberinde o sabah toplanmış taptaze yumurtalarımı getirip yalvaran gözlerle beklerdi uyanmamı. Annem bu gelişleri iyice kanıksadığından sormazdı bile Dursiye geline. O doğruca benim odama gelirdi. Ben uyku mahmurluğu ile kalkar büyük işler adamı pozlarında tuvalete gidip çişimi yapar, tevatürle elimi yüzümü yıkardım. Oradan mutfakta kahvaltı hazırlığında olan annemin yaptığı çöreklerden atıştırıp kulplu maşrabamda kömüş sütümü alıp odama dönerdim.

Dursiye gelin benim bu afra tafralara büyük bir tevekkülle katlanırdı. Bu arada belirtmem gereken çok önemli bir husus var onuda burada söylemeliyim. O yıllarda ABD emperyalistleri “Marshall yardımı” çerçevesinde Birleşmiş Milletler aracılığı ile geri kalmış ülke çocukları için planlanmış süt tozu ve ne olduğu meçhul tatsız tuzsuz bir yağdan oluşan USA damgalı yardımlarından oluşan beslenme saatimiz olurdu. Öğrencilere yönelik bu beslenme organizasyonunu annem yapardı. O yıllarda köy öğretmenlerinin en birinci yardımcıları her konuda olduğu gibi bu konuda da eşleri idi. -devlet bir taşla iki kuş vurma alışkanlığını o yıllarda öğrenmiş olmalı- Ben bu süt tozlarından ve yağı olduğu belirsiz margarinler bir çay kaşığı bile tatmamışımdır. Taze kömüş sütü, halis tereyağı ve tamamen organik köy yumurtası ile beslenme alışkanlığım hala devam ediyor. Şükürler olsun bu nedenle yaşamım boyu AMERİKAN EMPERYALİZMİNİN BAŞ DÜŞMANI olmuşumdur. Kursağımda bir lokma amerikan gıdası yoktur.

Dursiye gelin aynı kalıplaşmış sözcüklerle cevabını yazdırırdı. Onun mektuplarında da ne bir aşk sözcüğü ne bir hasret kokan cümle bulunmazdı. Selam sabahla başlayan mektup tüm sülalenin teker teker selamları ile devam eder, ineğin, öküzün ve karabaşın sağlık durumları ile son bulurdu. Yalnız her seferinde koynundan çıkardığı ve özlem kokuları ile nemlenmiş kibrit ile mektubun sağ alt köşesini yakardı. Sanırım bu yanık köşe kelimelerle ifade edilmemiş sayfalar dolusu özlem ve aşk yüklü cümleler bütünü idi. İşin sırrı bu olmalıydı.

Psikolog olsaydım Anadolu insanının mektuplarının ruhsal analizi için ciltler dolduran araştırma makaleleri yazardım. Bir seferinde hınzırlığım tuttu; Dursiye gelinin söylediklerini kendi cümlelerimle ifade ederek yazdım. Mektup aklımda kaldığı şekli ile şöyle bir hal aldı:

“Sevgili kocacığım Hüseyin, ayrılığımızın bu gün onuncu ayı sensiz geçen hasret dolu, acı ve göz yaşı dolu üç yüz beş gün oldu. Ben ne talihsiz imişim ki gençliğimin bu en güzel günlerini sana hasret geçiriyorum. İzine geleceğin günleri hasretle bekliyorum. Kayınatamın ve kayınanamın hor sözlerini içime atmaktan dert sahibi oldum. Bu vatan borcunun bitmesini dört gözle bekliyorum. Artık ömrüm toprak sıvalı bir çit evde de olsa senin ve çocuklarımız ile birlikte olsun istiyorum. Seninle olduktan sonra bana her yer saraydır. Köyden haber soracak olursan her şey aynı. Değişen bir şey yok. Geçen hafta pala Hasan’ın oğlunun düğünü vardı, Cıbacalı,dan Küvenin Ahmet’in kızını aldılar. Kaynanam beni göndermedi. “kocası askerde olan gelinin düğünde işi yok, dile mi düşürecen bizi?” diye bir de payladı beni. Oysa Hatçe benim ahretliğim idi, düğün keşgeği göndermiş kaynatam için bir lokma bile geçmedi boğazımdan sensiz. Her gece seni düşünüp ağlıyorum ve Allahıma dua ediyorum bu hasretin bitmesi için. Mektubuma son verirken saygı ve hasretle öpüyorum senin gül yanaklarından. Senin için yanıp kül olan talihsiz karın DURSİYE.”

Bu hınzırlığımın sonuçlarını düşünemeyecek kadar, bu sözcüklerin satır aralarında bir faciaya neden olacak “köylülük” aymazlığını bilmeyecek kadar çocukmuşum işte. Mektubu bu minvalde yazıp askere postaladık annem aracılığı ile.

Dursiye gelin kadar bende merakla bekliyordum bu seferki mektubun cevabını. Her kasaba dönüşü annemin yolunu iple çekiyordum daha önce dergi ve gazetelere saldıran ben o işi bırakıp “Dursiye geline mektup var mı anne?” diye soruyordum anneme. Annem bende ki bu olağan dışı merakı gördükçe “tasası sana mı düştü,Dursiye gelinin mektubunun?” diye azarlıyordu beni. Nedense bu sefer ki mektup oldukça gecikmeli olarak geldi. Benimle beraber bu bekleyişi Dursiye gelinde yaşıyordu. İki ayın sonrasında nihayet beklediğimiz mektup geldi. Mektubu hemen annemin elinden kapıp komşu bahçeye koştum. Benim bu heyecanlı telaşımı gören Hatice nine “ne o sarı moskof ne bu telaşın annene bir şey mi oldu ?” diye sordu. “Yok Hatice nine Dursiye yengemden yumurta isteyecektim” yalanı ile savuşturdum bu vartayı. “Dursiye gelin ahırda ineklere saman veriyor git oradan al”

Hatice ninenin sözünün bitmesini beklemeden ahıra koştum. Beni gören Dursiye gelin heyecanla elindeki saman küvenini fırlatıp yanıma koştu. Elimdeki üzerinde kırmızı yazı ile mühürlü ”ER MEKTUBU GÖRÜLMÜŞTÜR” damgalı mektubu yırtarcasına elimden kapıp göğsüne bastırdı. Hemen samanların üstüne oturduk, okumam için bana uzattı.

Dursiye geline iyilik yapmak arzusu ile onun söylediklerini kendimce değiştirerek yazdığım mektup, Hüseyin abinin bölüğündeki bölük çavuşların arasında alay konusu olmuş. Klasik köy mektuplarına benzemeyen aşk, özlem birazcık da şehvet kokan sözcükler bölükte kahkahalara neden olurken Hüseyin abiyi derinden yaralamış, İki aydan fazla cevap yazmayarak Dursiye gelini cezalandırmıştı. Bu mektupta “yine eskiden yazdırdığın kişiye yazdır, şeher garıları gibi fantini fintonlu yazıp burada ite köpeğe maskara etme” diyordu.

Mektuptaki bu öfkeli sitemleri okumadım. Onlarca kez aynı sözcüklerle yazıp okuduğum için namaz duaları gibi ezberime kaydetiğim şekilde bir mektup okudum. Dursiye gelin yaptığım bu çocukça müzipliği hissetmemişti bile.

Ben kurgumda ki mektubu okurken o hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam ediyordu. Mektubun sonunda “önümüzdeki ay sonunda yıllık izne geleceğim, mektubuma son verirken hasretle kucaklıyorum seni” diyordu ama bu bir ilkti. On dört aylık hasrette ilk kez “seni hasretle kucaklıyorum” diyordu. Bu cümleyi üstüne basarak üç kez tekrarladım. Başımı hafifçe kaldırıp Dursiye geline baktım. Ağlamaktan kan çanağına dönmüş mavi gözlerini kırpıştırarak gülümsedi. Yanakları utançtan kızarmıştı,”deli çocuk” diyerek sımsıkı sarıldı bana. Saçlarıma parmaklarını geçirip dizlerine yatırdığı başımı okşamaya başladı. Buğulu sesi ile bir türkü söylemeye başladı:

Asker yolu beklerim

Günü güne eklerim

Sen git yarim talime de

Ben sılayı beklerim.

mendilimde tel oya

Gülmedim doya doya

Asker yolu beklerim de

Günümü saya saya

Pilav pişirdim yavan

Üzerine doğradım soğan

Yatağına uzanmışta

Uyan askerim uyan

Hem ağlıyor hem de iç yakan buğulu sesi ile bu hüzünlü türküyü söylüyordu. “Ne zaman gelecekmiş,bir daha okusana?” diye sordu beşinci soruşuydu bu. Başındaki yazmasını çözdü, dağılan kızıl saçlarını toplayıp yeniden bağlayacaktı yazmasını. O kadar gür ve uzun saçları vardı ki “saçlarını okşayabilir miyim Dursiye abla?” dedim. İnci gibi dizili bembeyaz dişlerini gösterip gülümsedi “okşa tabi aslan parçam, okşa” dedi. ”O kadar uzun zaman oldu ki saçlarım okşanmayalı” diye iç geçirdi. Saçlarını uzun uzun okşadım. İlk kez onu böyle mutlu ve gülerken görüyordum.

Bir kaç hafta sonra okulun tatil olduğu bir çarşamba öğle sonrası annem ve babam ilçeye gitmişlerdi. Ben okulun avlusunda top oynuyordum. Uzaktan toz bulutlarını savurarak bir Jip geliyordu. Bahçe kapısına dayanıp Jipin savurduğu toz bulutlarını seyretmeye başladım. Jip okulun önüne gelip durdu içinde ellerinde tüfekleri olan üç asker indi. Bir tanesinde tüfek yoktu sadece belindeki kemerde kocaman bir tabanca sarkıyordu. Tabancalı olan bana seslendi: “Hey delikanlı öğretmenin oğlu musun sen?” Sesi ne kadarda kalındı, insan korkuyordu. “Evet efendim ben öğretmenin oğluyum” dedim. Bahçe kapısını tüfekli askerlerden biri koşarak açtı. Bahçeye girdiler. Belinde kocaman tabancası olan asker “baban evde mi delikanlı?” diye sordu. Korkmuştum, ilk defa askerleri bu kadar yakından görüyor ve konuşuyordum. “Hayır efendim, annemle Çarşambaya gittiler, ama gelmeleri yakındır” dedim. Sesim titriyordu. Belinde kocaman silahı olan asker elini uzattı bana doğru “Ben Jandarma bölük komutanı yüzbaşı Volkan” dedi. Bu sahne hiç yabancı gelmemişti bana. Doğan kardeş dergisinde “ATEŞTOP” isimli severek okuduğum çizgi roman vardı. Oradaki kahraman komutan Stiw de karşılaştığı insanlara böyle tanıtıyordu kendini. Hemen elimi uzatıp “ben Cemil Biçer” diyerek yüzbaşının elini sıktım. “Baban gelene kadar bizi misafir eder misin bizi delikanlı?” diye sordu yüzbaşı. “Bahçedeki kameriyeyi gösterip “buyurun efendim” dedim. Yüzbaşı ellerinde tüfekleri olan askerlerden birini yanına çağırdı. Bir şeyler konuştular aralarında. Askerlerden biri “emredersiniz komutanım” diyerek diğer askerlerle birlikte köyün içine doğru gittiler. Ben korku ile ama daha çok heyecanla olayları “kaptan stiw’in” macerasını seyredercesine izliyordum.

Yüzbaşı çantasından çıkarttığı kağıtlardan bir şeyler okuyordu. Uzaktan babamın motosikletinin sesini duymuştum. Heyecanla bağırdım “Babam geliyor” diye. Yüzbaşı okuduğu kağıtlardan başını kaldırıp önce bana baktı gülümseyerek. Sonra kağıtları çantasına koyup okulun bahçe kapısına doğru yollandı.

Köyün içine giden askerlerde yanlarında iki köylü ile geliyorlardı. Babam yüzbaşının açtığı kapıdan motosikletini içeri aldı. Evin önünde annemi indirip motorunu garajına bırakıp yüzbaşının yanına geldi. Yüzbaşı bana yaptığı gibi babama da elini uzatıp “Merhaba hocam, nasılsınız?” dedi. Babamla daha önceden tanışıyor olmalıydılar. “Merhaba Volkan yüzbaşım hoş geldiniz.” diyerek kendisine uzanmış eli sıktı. Yanlarında iki köylü ile gelen askerler de geldiler. Yüzbaşı askerlere siz arabanın yanında kalın dedikten sonra gelen köylüleri selamlayıp onlarında elini sıktı. Köylülerden biri camimizin imamı idi diğeri de köyün muhtarı. Hep beraber bahçedeki kameriyenin altına yöneldiler.

Silahlı askerler arabanın içinde oturuyorlar. Yüzbaşı babamın ve muhtarın elini sıkıp merhabalaştığına göre “bir sorun yok” diye geçirdim içimden.

Sessizce yanlarına yakınlaşıp dinlemeye başladım. Yüzbaşı kısık bir sesle bir şeyler anlatıyordu. Yüz ifadesinden çok üzgün olduğu belli oluyordu. Konuşulanları daha iyi duymak için iyice yanaştım kameriyeye ama tam bu sırada babam sert bir sesle “Cemil koş eve annen bize çay demlesin” dedi. Sesinin tonundan ayak altında dolaşmamam gerektiğini anlamıştım. Koşarak eve geldim annem pazardan getirdiklerini tel dolabımıza yerleştiriyordu. “Babam çay demlesin dedi.” dedim. Annem meraklı gözlerle bakarak “hayırdır küçük ağa,kimdi misafirlerin yine ne haltlar karıştırdılar köyde kim bilir.” diye bilgi almaya çalıştı benden. Ama ben çoktan getirdikleri dergilerdeki “ATEŞTOP’un komutanı Stiw’in maceralarına dalmıştım bile. Babamın anneme seslenişi ile kitabımdan başımı kaldırdım.

Babam anneme komşumuz Ali dayıyı ve eşini çağırmasını söyledi. Annem “Hayırdır,y aramaz bir şey yoktur inşallah” deyince babam duyamadığım bir sesle bir şeyler söyledi. Annem “vahhh yarvumm” diye feryad etti.

Hemen ocaktaki yemeğin altını kapatıp koşarak komşulara gitti. Ben okuduğum dergiyi kapattım. Zira defalarca okumama rağmen aklım hep bahçede konuşulanlarda olduğundan hiç bir şey anlamıyordum. Annemin peşinden ben de komşulara doğru yollandım.

Komşumuzla aramızdaki küçük kapıya yaslanıp olacak olanları gözlüyordum. Dursiye gelin her zaman ki gibi ahırda ineklerle oyalanıyordu.

Zaten ne zaman görsem bu zavallı kızcağız ya ineklerle uğraşır ya tavuklarla konuşurdu. Annem yanında Ali dayı ve eşi ile birlikte okulun bahçesinde oturanların yanına geldiler. Yüzbaşı ve diğerleri Ali dayıyı görünce ayağa kalktılar. Yüzbaşı bana yaptığı gibi Ali dayıya da elini uzattı. “Merhaba Ali dayı” dedi ama o davudi gür sesi gitmiş yerine ağlamaklı titrek bir ses gelmişti.

Hep beraber oturdular. Babam “Ali dayı” diye konuşmaya başladı. “Ali dayı” diye tekrarladı. Sanki boğazına bir şey takılmıştı, öksürdü cebinden mendilini çıkarttı, sonra yine cebine koydu. Öteki cebinden sigara paketini çıkarttı Ali dayıya ikram etti. Ali dayı sigarayı aldı. Yüzbaşı elinde döndürüp durduğu çakmağı ile yaktı Ali dayının sigarasını.

Babam “Ali dayı, Allah hepimize hayırlı ölüm nasip etsin, şanslı adamsın sana şehit babası olmak nasip oldu.” dedi bir çırpıda. Ali dayı söylenenleri anlamamış gibi boş gözlerle bakıyordu.

Karısı Hatice nine ve annem onlardan uzakta duruyorlardı söylenenleri duymamışlardı. Ali dayı sigarasından üst üste derin dumanlar çekti. Ciğerine doldurduğu dumanları, sigaradan sararmış bıyıkları üzerinde birer fırın bacası gibi kapkara olmuş burun deliklerinden çıkarttı. İmam bir şeyler söyleyecek oldu, eliyle sus işreti yaptı Ali dayı. Ağır ağır kalktı yerinden “VATAN SAĞOLSUN” dedi. Annemin yanında meraklı bakışlarla duran karısının yanına gitti.

Birbirlerine sımsıkı sarıldılar. Annem hıçkırıklarına hakim olamayıp eve doğru koşuyordu. Kameriye de kalanlar sanki birer heykel gibi hareketsiz duruyorlardı. Ben lojmanın köşesinden korku ile olanları seyrediyordum. “Şişşşttt” sesi ile irkildim. Arkama baktım. Seslenen Dursiye gelindi. “Gelsene çocuk” diye fısıldadı.

Ağır ağır gittim yanına, kollarını boynuma doladı, kızıl saçlarını gizleyen eşarbını çıkardı “Hadi okşa saçlarımı çocuk” dedi. Korku ve üzüntüden terlemiş titreyen ellerimle kızıl saçlarını okşamaya başladım.

Kulağıma eğilip “neler oluyor bahçede çocuk?” diye fısıldadı. Hiç tereddüt etmeden bir çırpıda haykırdım “Hüseyin abi ŞEHİT OLMUŞ, onun habercileri gelmiş.” dedim.

Boynuma dolanmış kollar bir anda kaskatı kesildi “vayyyyy anammmm” diye bir feryat yükseldi.

Karşı dağların ardında güneş batıyordu. Dursiye gelin hıçkırıklara karışan sesi ile içli bir türkü söylüyordu..

Asker yolu beklerim,

günü güne eklerim

sen git yarim askere de

Ben sılayı beklerim..

Cemil Biçer

Başa dön tuşu