Memleket mi Yıldızlar mı… – Ulaş Karakaya yazdı…
Radyoda TİP‘in seçim konuşmasına ”Marabalar” diye başladığı güzel ve kısa zamanların birinde…
Nöbetçi polis memuru, oldukça iştahlı bir şekilde ve kendini kanıtlamak istercesine amirine dosyayı okuyordu. Suçlunun özelliklerini sıraladı sıraladı ve en son şu iki cümleyle bitirdi:
”En son Mersin limanından Amerika’ya kaçmak isterken yakalandı. Adı Kovboy Ali ve kesinlikle yalan söylemez.”
Kes sesi duyuldu.
Alkış sesleri yükseldi. Sahne tam istedikleri gibi çok güzel olmuştu.
Yılmaz ile Erol Günaydın set arasında koyu bir sohbete koyuldular. Yılmaz Adana‘yı anlatıyordu. Kara çocukların ellerini, boyacı çocukların yüzlerinde ki zoraki gülümsemeyi. Arka sokaklarındaki keşleri. Evine ekmek götürmek için at arabasında yatan hayali definecileri. Nasıl olduysa çiçeklerden açıldı konu. İşte sözü o sırada Akçaabatlı Erol Günaydın aldı:
”Bizim Karadeniz dağlarında çeşit çeşit çiçekler vardır Yılmaz. Hele birisi var, ben onu kopardığım zaman o çiçek bükülüyor ve ben onun büklümlerini sayarak saati okuyorum.”
Yılmaz’ın kavruk yüzüne bir tebessüm oturdu. Erol Günaydın anlattıkça açılıyordu. Film çekimini falan unutmuşlardı.
”Başka bir çiçek var. Onu kopardığın zaman ise tir tir titriyor. İşte biz çocukken o çiçeğe şöyle derdik:
Titre Mahmut Titre
Allah seni yitire
Cehenneme götüre.”
Yılmaz durdu ve Erol’un gözlerine gülümseyerek baktı.
”İşte o titre Mahmut benim” dedi. Ama kolay kolay titremezdi…
Ahmet Arif şöyle yazmıştı. ”Hasretim nazlıdır Ankara” ve eklemişti:
”Nefesleri yetmez avuçlarına
-İlkokul çağında hepsi-
Kenar çocukları
Kar altındadır…”
Ankara’nın o soğuk ve sahipsiz gecekondu mahallerinin birinde akşamın ayak sesleri yeni duyuluyordu. Tombalacılar yavaş yavaş dökülüyordu yollara. Pazarcılar tezgahlarını henüz yeni yeni toplamışlardı.
Üzerindeki montu gören arkadaşı imrenerek ve azıcık kıskanarak ayakkabı boyacısı olan çocuğa sordu.
”Nerden aldın bunu. Çok güzelmiş; pahalıdır; yoksa… ”
Anlamıştı ya ne demek istediğini.
”Tövbe vallahi” dedi; ”çalmadım. Abiler getirdiler, sana vermediler mi ?”
Başını olumsuz manada iki yana salladı. Yerde bulunan Amerikan konservesine esaslı bir tekme attı. Konservenin olduğu yere baktı, babası elinde bir poşetle ve gülümseyerek geliyordu.
Oğlunun is kokan saçlarını sevdi ve başından öptü. Ve poşetten o pahalı montun aynısını çıkardı. Oğlunun sırtına büyük bir mutluluk ile giydirdi. Daha önce böylesine güzel bir giysisi olmamıştı. Annesine göstermek için aceleciydi, koşmaya başladı. Babası yetişemiyordu…
Dev Gençliler lüks mağazalara gruplar halinde giriyor ve iğneden ipliğe ne varsa alıp çıkarken kasaya dönüp para soran patrona ”Demirel Ödesin” diyorlardı.
Ahmed Arif’in o buruk şiiri içlerine işlemişti sanki…
Burada kamulaştırılan mallar gecekondularda yaşayan yoksul halka dağıtılıyordu.
O gün bir değişiklik yapıp Ankara‘nın renkli sokaklarına çıkan iki ufaklık montlarının cırcırını aynı anda çekti. Kızılay‘ın insanlarında sanki bugün bir gariplik vardı. Suratlarında endişe ve bir belirsizlik hakimdi. Beyaz eşya satan bir mağazanın önünden geçerken durdular. Parmaklarıyla televizyonu işaret etti, boyacı olanı ‘bak’ diyerek çekiştirdi. Çünkü orada televizyon vardı. Bir çizgi filmin sonuna denk gelmişlerdi. Jenerik aktı ve haberler başladı. Haber spikeri resmi suratıyla selamladı onları.
Sonra o haberi girdi. ”Anarşistler aranıyor.” ”Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı” diye isimleri saymaya başladı. Çocuk heyecanla yanındaki arkadaşına bir şeyler söylemek istedi. Dili tutuldu adeta. Sonra döküldü kelimeler.
”İşte bu abilerdi bana bu montu veren…”
Mağazanın sahibi çocukların cama merakla yaslanmasından rahatsız oldu ve dışarı çıkma ihtiyacı hissetti.
”Defolun lan pis herifler”. Karşılık verecek gibi oldular. Adam bir kaç tekme sallayacak gibi olunca çocuklar koşmaya başladı. Nefes nefese kaldılar.
”O abiler olsaydı bu mağazacıya gününü gösterirdi” diye güç aldılar. Arkalarını Ulus heykeline vererek yokuş aşağı yürüdüler.
Sıkıyönetim ilan edilmişti. İstanbul‘da oldukları düşünülen isimler için şehrin tüm girişleri ve çıkışları tutulmuştu. Evler tek tek ve didik aranıyordu. İşte o sırada bulundukları yere Buick Riviera marka bir araba yanaştı. Araca bindiler ve hemen kendilerini gizlediler.
Araç arama noktasına yaklaştığında direksiyondaki Titre Mahmut hiç titremedi ve hiç olmadığı kadar sakindi.
”Yaşa Çirkin Kral” nidalarıyla arama noktasından geçip gitti. Aracın gazına yüklendi. ”Rahat olun arkadaşlar.”
Yılmaz eve vardıklarında kaçakları çatı katına yerleştirdi. Sohbetin en koyu anında çok geçmeden kapı çalındı. Gelenler kolluk gücüydü. Başlarındaki komutan ile göz göze geldiler.
Hiç istifini bozmadı Kovboy Ali eliyle yukarıyı, çatıkatını işaret etti; titremeden. ” Yukardalar” dedi. Kovboy Ali’yi bir kez bile olsun izlememiş olan komutanın şen kahkahası duyuldu. ”İyi akşamlar” diyerek haşin ve oldukça gaddar gülümsemesiyle veda etti. Yanındaki on zabite dönerek ”Gidelim buradan.” Gittiler. Yılmaz Güney o gün hayatının en büyük oyunculuğunu sergiledi.
Can Yücel o günü şöyle ölümsüzleştirdi.
”Yılmaz gerçekten o anda yukardadır
Yoldaşlarıyla Devrim Tarihimizin çatıkatında.”
Aylar sonrasında Maltepe Cezaevi…
Dışarıdan o özel koğuşa sürekli kezzap geliyordu. Cezaevi görevlileri ‘çok titiz çocuklar’ diye düşünüyorlardı. Oysa onlar kezzabı başka bir nedenle talep ediyorlardı. Duvarları eritmek için. Maltepe Cezaevinden ‘bizim haberimiz olmadan kuş uçamaz’ diyen resmi ağızların bilmediği bir şey vardı.
‘Demirel ödesin’ diyen çocuklar kuşları çok seviyorlardı…
Maltepe’de o gün kolluk kuvvetleri için zor bir gündü. Sıkıyönetim Ordu komutanı Faik Türün bir hışımla içeri girdi. İsimleri saymaya başladı.
”Cihan Alptekin pırr. Mahir Çayan Pırr. Ömer Ayna Pırr. Ziya Yılmaz pırr ve Ulaş Bardakçı pırr.”
Kanalizasyondan kaçmışlardı. Bu onlar için artık son firardı.
Telsizden şu anons duyuldu.
”Anarşistlerden Ulaş Bardakçı’nın saklandığı yer tespit edildi.Üvez sokak 8/1 ”
1 Numaralı daireden gür bir şekilde şu ses yükseldi.
”Bize ölüm yok”
Ertuğrul ağlayarak içeri girdi. Mahir ve Oğuzhan’ı uyandırdı. Ağzından sadece şu cümle döküldü:
”Ulaş’ı Öldürmüşler.”
Üçü birden gözyaşına boğuldu.
Aynı anlarda haberi alan Yılmaz oğlunun başına oturdu ve oğlunun başını okşayarak şu türküyü söyledi.
”Ben öpmeye kıyamazdım, bellemişler kızıl kana.”
Eşi Fatoş Güney, Yılmaz’ın ilk kez ağladığını ve titrediğini görmüştü. Bu kez rol yapmıyordu…
Livaneli sahneye çıktı sazını aldı ve Nazım‘ın efsanevi şiirinden bestelediği şarkıyı bu kez değiştirerek söyledi.
”Yeditepeli şehrimde bıraktım Ulaş gülümü.”
Hakim sordu.
-Anarşistleri evinde saklamışsın doğru mu ?
Kovboy Ali tereddüt etmedi.
-Evet doğrudur. Devrimciler yine gelsinler yine saklarım.
Zabıt katibi kız bu konuşmanın peşinden daktilonun tuşlarına 7 sene diye dokundu.
Çatıkatının diğer sakinleri Karadeniz dağlarına çıktılar.
Ve son kez çatıkatındaydılar…
Afacan ufaklık sandığından nuri leflef yazan boyayı çıkardı. Tam boyaya başlayacaktı. Takım elbiseli adamın elindeki gazeteye takıldı gözleri.
Gazetedeki ölü ve solgun resimlere baktı. Tutamayacak gibi oldu kendini. Gözlerinin kenarları simsiyah oldu. Müşterisi ‘ne oldu evlat?’ diye sormaya kalmadı. Sandığını kaptığı gibi koşmaya başladı…
hafifçe eğildi toprağa doğru/ Uyuyan bir çocuğun soluk alışını/ Dinler gibi kendini vererek/ Yaklaş yüzünü örse de acılar/ Boynundan ter boşalan herkese/ Gözyaşları da çiçek açar/
Cemal Süreya
Erol Günaydın en başında ne demişti bizim Karadeniz dağlarında çok güzel çiçekler vardır. Çeşit çeşit…
Ulaş Karakaya