KÖŞE YAZILARINevzat Yılmaz

Milliyetçi Ülkücü Hareket (3) – Nevzat Yılmaz yazdı…

Uzun bir yazı oldu, ayırdındayım. Çok eleştiri aldım. Faşizm gönderine bayrağımı çekenler mi, MHP’ye yazılmamı söyleyenler mi, siz seçin…

Arı kovanına çomak sokacağımı biliyordum. Önyargılarını aşamayan toplumun önünü nasıl göreceğini de düşünmeden edemedim. MHP’li bir zamanların genci, Soğuk Savaş’ın bütün sıcaklığı üzerinde bir kitap yazmış, biz de bu kitabı inceler gibi yazmışız. Ne zararı var?

İncelemeye geri dönersek; Türkiye’deki Devrimci Hareket, Avrupa’dan değişik bir düzlemde mi yol alıyordu? Şöyle yazıyor Kadir Tosun:

Avrupa’daki gençlik hareketleri üniversite öğrencilerinin haklı talepleriyle sınırlıydı. Rejime yönelik değildi. Ama Türkiye’dekiler ideolojikti. Komünistler gençlik arasına sızmışlardı. Üniversiteleri üst olarak kullanıp devleti ele geçirmeye çalışıyorlardı. Bunu herkesten önce fark eden ve gerekli tedbirleri alan tek lider Alpaslan Türkeş’tir. Komando kampları denilen Gençlik Eğitim Kampları Marksist grupların üniversiteleri ele geçirmesi, okulları, yurtları, sokakları işgal etmesi, her yerde terör estirmesi ve milliyetçi öğrencilere eğitim hakkı tanımaması üzerine açılmıştır. Bu kampların amacı; Türk gençliğini milli ve manevi değerlerle donatmak, aralarında fikir ve eylem birliği sağlamak ve komünistlerin sokak hâkimiyetini kırmaktı. Bu kamplar sadece yaz aylarında açılırdı. Bu kamplarda 21 günlük dönemler halinde 3 ay süreyle sportif ve kültürel faaliyetler yapılırdı.” (Sayfa: 110)

Sola göre Komando Kampları, Tosun’a göre Gençlik Eğitim Kampları nasıl bir işlev görmüştü, Tosun’a göre:

Gençlik Eğitim Kampları komünistlerin sokak hakimiyetini kırmıştır. Bu ülkenin sahipsiz olmadığını dost düşman herkese göstermiştir. Esasen Filistin kamplarında gerilla eğitiminden geçen komünist militanlarla başka türlü başa çıkmak mümkün değildi. Ayrıca bu kamplar sayesinde Türk gençliği kahve köşelerinden kurtarılmış, kötü alışkanlıklardan korunmuştur. Bu kamplar ülkücü hareketin gelişmesinde büyük bir rol oynamış, amacına ulaşmıştır. 12 Mart 1971 muhtırasından sonra da bir daha açılmamak üzere kapanmıştır.

Bu, kamplar; her ne kadar komando kampları olarak anılsa da bu kamplarda silah kullanılmazdı. Silahlı eğitimi yapılmazdı. Gerilla eğitimi verilmezdi. Savaş tatbikatı yapılmazdı. Üniforma giyilmezdi. Rütbe takıImazdı. Buralar milli, İslami dersler verilen, yakın dövüş sporları öğretilen bir nevi izci kamplarıydı. Ama buralarda yavru kurtlar değil, bozkurtlar yetiştirilirdi. Vatanına, milletine, dinine, devletine bağlı, kanunlara saygılı, milliyetçi, ülkücü gençler yetiştirilirdi. Buralar adı üstünde gençlik eğitim kamplarıydı.” (Sayfa: 112)

Ülkücü saflarda tanıdık adlara rastlıyoruz. 115. sayfada Musa Serdar Çelebi, 116. sayfada İlhan Kesici, Avni Çarsancaklı…

Tosun, “Milliyetçilik” tanımı üzerinde dururken, Osmanlı’da “Milliyetçilik” düşüncesinin gelişmemesini yorumluyor:

Anadolu’ya geldikten sonra da Arap ve Fars kültürlerine daha fazla ağırlık verilmiştir. Arapça din dili, Farsça edebiyat dili haline gelmiştir. Bilhassa Osmanlı döneminde İmparatorluğun çok uluslu yapısı da dikkate alınarak milli şuur dışa vurulmamış, milli kimlik ortaya konulmamıştır. Hatta bazı milletler Kavmi Necip diye övülmüş, bazıları da Sadıkı Teba zannedilmiştir. Türkler ise Ertrakı bi idrak yani idraksiz Türk diye dışlanmış, aşağılanmıştır. Ancak Ulahlar, Sırplar, Hırvatlar, Bulgarlar, Rumlar, Makedonlor, Boşnaklar, Arnavutlar, Araplar bir bir imparatorluktan ayrılmaya başlayınca Türklük akıla gelmiş, Türklüğe sahip çıkılmıştır. Milliyetçilik şuuru ancak imparatorluk yıkılmak üzereyken uyanmıştır. (Sayfa: 121)

Milliyetçi-Ülkücü hareketin adı bir dönem çek-senet mafyası anılır olmuştu. Tosun’un buna itirazı var:

“…bir insan aynı zamanda hem milliyetçi hem de çek senet mafyası olamaz. Esrar, eroin, uyuşturucu ticareti yapamaz. Parti parti dolaşamaz. İktidar partilerinin ülkücü kanadını oluşturamaz. Sahtekârlık, riyakârlık yapamaz. Bugünlerde milliyetçilik yükselen değer olduğu için herkes “Ben de milliyetçiyim.” diyor. Aklı sıra pastadan pay kapacak. Vurgun vuracak. Servetine servet katacak. En azından eski konumunu koruyacak. Milliyetçilik işte böyle fırsatçıların eline geçerse ayağa düşer. Yüz kızartıcı suçlarla birlikte anılır.” (Sayfa: 125)

İnsanlar arasında; ırklar, soylar ya da coğrafi olarak bir fark var mıdır?

İnancımıza göre; insan oğlu Adem ile Havva’dan gelir. Kökü birdir. Kaynağı tektir. Belki de insanlar önce 0, A, B, AB kan gruplarına sonra zenci, beyaz, sarı, kızıl ten gruplarına ayrılmıştır. Zamanla saç ve göz renkleri değişmiştir. Boyları, kafatasları, kemik yapıları farklılaşmıştır. Böylece farklı diller, ırklar, milletler oluşmuştur. Ama bize göre; ırkçılık yapmak ilmen yanlış, dinen günahtır. Aşağı veya üstün ırklar yoktur. Aynı millet içinde kastlar, sınıflar yoktur. Asiller, avamlar yoktur.” (Sayfa: 128)

Cumhuriyet, süregelen feodal düzen ile ilgili şunları yazıyor Kadir Tosun:

Benim tek bir kimliğim var. Ben bir Türk’üm. Ben Anayasa’nın değiştirilemez ilkelerini, Cumhuriyet’in temel niteliklerini ve beynelmilel hukuk kurallarını savunuyorum. Demokratik, laik, parlamenter sistemi savunuyorum. Demokrasiyi, hür teşebbüsü, özgürlükleri savunuyorum. Milli devleti, üniter yapıyı, milliyetçi görüş açısını savunuyorum. Dinciler, kürtçüler, komünistler “barış, özgürlük, kardeşlik” dedikçe bu güzelim kelimelere kendi sapık ideolojilerini yüklemeye çalıştıkça, kendimi Çin işkencesinde gibi hissediyorum. Sanki etlerim mengeneyle sıkılıyor, dişlerim kerpetenle sökülüyor. Her yerime iğneler batırılıyor. Şişler sokuluyor. Riyakârlığın, sahtekârlığın bu kadarına dayanamıyorum.

Ne yazık ki milletimizi hâlâ ağalar, şeyhler, aşiretler, tarikatlar yönetiyor. Kimin nerede, nasıl yaşayacağına, nasıl giyineceğine, kiminle evleneceğine, kime oy vereceğine onlar karar veriyorlar. Milletimizi soyuyor, sömürüyor, istismar ediyorlar. Bu yapıya daha fazla seyirci kalamayız. Acil tedbirler almalıyız. Feodal yapıyı mutlaka kırmalıyız. Öncelikle dernekler, vakıflar, sendikalar, sivil toplum örgütleri kurmalıyız. Örgütlü toplum olmalıyız. Halkımızı bilinçlendirmeliyiz. Grup içinde farkımızı ortaya koymalıyız. Yüzyıllardır sürüp gelen itaat kültürüne baş kaldırmalıyız. Özgür bireyler olmalıyız. Kendi kültürümüzle bütünleşmeliyiz. Çünkü milli kültür aşiretleri, tarikatları, alt kimlikleri törpüler. Milletleşme sürecini hızlandırır. Sadece örgütlü toplumlar kimseye kul, köle olmadan kendi haklarını arayabilirler.” (Sayfa: 129)

Ülkücüler kimdir? Hangi toplumsal katmandan, genellikle hangi sınıftan gelirler? Ne yer, ne içerler, kimleri dinler, kimlerin kitaplarını okurlar?

Ülkücüler hep dar gelirli fakir aile çocuklarıydı. El altından Aziz Nesin okurlardı. Gizlice Mahsuni Şerif dinlerlerdi. Onları okumak, dinlemek yasak değildi. Ama arkadaşlarından utanırlardı. Ali Batman “Fakir Ali” şiirini okurken boyunlarını bükerlerdi. Hepsi belli olurdu. Bizde fakirlikten, yoksulluktan, polis copundan, jandarma dipçiğinden pek bahsedilmezdi. Sürekli vatan, millet, din, devlet konuşulurdu. Büyük Atatürk yeterince vurgulanmazdı.” Sayfa: 137-138)

Sağ-sol çekişmelerde sık sık diğer gruba yöneltilen “faşist-komünist” nitemlerini, kendi bakış açısıyla şöyle değerlendiriyor Kadir Tosun:

Bugüne kadar hiç bir ülkücü “Ben faşistim.” demedi. Faşizmi övmedi. Irkçılığı methetmedi. Bu yüzden ceza almadı. Mahkum olmadı. Derneği, dergisi, gazetesi kapatılmadı. Ama solcular göğüslerini gere gere “Biz komünistiz.” dediler. Marks’ın, Lenin’in kitaplarını okudular. Posterlerini taşıdılar. Fikirlerini savundular. Komünizmi övdüler. Bu yüzden ceza aldılar. Mahkum oldular. Hapis yattılar. Tekrar belirtelim ki; biz faşist değiliz, Mussolini’yi sevmeyiz. Nasyonal sosyalist değiliz. Hitler’den nefret ederiz. Biz ne İtalyan, ne de Alman hayranıyız. Biz sağcı, solcu, dinci, ırkçı değiliz. Biz milliyetçiyiz, ülkücüyüz. Türkçü’yüz. Atatürkçü’yüz.

Komünizme, kapitalizme, faşizme ve her türlü emperyalizme karşıyız. Bütün yabancı ideolojilere karşıyız. Kürtçülüğe, mezhepçiliğe, siyasal İslamcılığa karşıyız. Haksızlığa, yolsuzluğa, hırsızlığa, rüşvete, iltimasa karşıyız. Vurguna, soyguna, talana karşıyız.” (Sayfa:139)

Peki 12 Eylül 1980 öncesinde yaşanan olayların gerçek boyutu neydi? Tosun şöyle yorumluyor:

12 Eylül 1980 öncesinde yaşanan olaylar soğuk savaşın silahlı boyutuydu. Ülkücüler de bu savaşın bir parçasıydılar. İçlerinde çürük elmalar olabilir. Bilmeden kullanılmış, istismar edilmiş olanlar olabilir. Ama bütün yanlışlara, bütün hatalara rağmen verilen mücadele doğruydu. Haklıydı. Asla bir macera değildi. Serüven değildi. Milli bir duruştu. Bir kurtuluş hareketiydi. Ülkücüler bu kavganın dışında kalamazlardı. Bu kavgadan kaçamazlardı. Çünkü Rusya tarihi emellerinden vazgeçmemişti. Şimdi de komünistleri kullanıyordu.

Ülkücüler tehlikeyi seviyorlardı. Heyecandan hoşlanıyorlardı. Kendilerine güveniyorlardı. Ama rakiplerine saldırmıyorlardı. Okulları, yurtları basmıyorlardı. Silah kullanmıyorlardı. Sadece taşlı sopalı kavgalara katılıyorlardı. Kavgada yumruklar konuşuyordu. Bunların hepsini kazanıyorlardı. Halk onları destekliyordu. O dönemde mertlik, yiğitlik günlük hayatın bir parçası haline gelmişti. Olağanüstü olaylar olağan hale gelmişti. Sıradan ülkücüler sıra dışı kahramanlıklar, akıl almaz fedakarlıklar yapıyorlardı. Derken silahlar patladı. Buna rağmen gözlerini kırpmadan ölüme koştular. Binlerce şehit verdiler. Mücadele giderek bir ölüm oyununa döndü. Şehitler kervanı büyüdü. Fakat asla korkaklık, yılgınlık göstermediler. Kendilerini savundular. Dayandılar. Direndiler. Destan yazdılar.” (Sayfa:140)

TOPLUMSAL OLAYLAR

Kadir Tosun’un Toplumsal Olayları irdelediği bölümde, gençlik hareketinin bütün iken neden ayrıştığına ilişkin değinileri önemli…

1960’lı yıllara kadar gençlik bir bütündü. Gençlik hareketleri milliyetçi hareketlerdi. Razgrat hadisesi, Vagon- Lee olayı, Hatay, Kerkük, Kıbrıs mitingleri bu cümledendir. Ancak 1961 Anayasası Türkiye’de solun önünü açtı. Solcuları rahatlattı. Yeni Anayasanın sağladığı geniş hürriyetlerden faydalanan solcular gençlik arasında hızla teşkilatlandılar. Sol içerikli söylemler gençler tarafından ilgiyle karşılandı. Bütün solcu gazeteler, dergiler, kitaplar kapışıldı. Formlar, paneller, seminerler, konferanslar takip edildi. Yürüyüşler, mitingler, gösteriler desteklendi. Oysa bunların hiç birisinin millilik vasfı yoktu. Ayrıca hiç birisi masum öğrenci hareketleri değildi. Tamamı Marksist-Leninist gruplar tarafından düzenlenen propaganda faaliyetleriydi. Tamamı rejim kavgasıydı. 1967 yılı Ocak ayında İstanbul Teknik Üniversitesinde (İTÜ) okuyan Fikir Kulüpleri Federasyonuna (FKF) bağlı solcu gençler Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) binasını basarak camlarını kırdılar. Masa ve sandalyelerini tahrip ettiler. İçeride bulunan Talebe Cemiyeti Başkanı Oğuz İpek ve arkadaşlarını dövdüler. Böylece meşhur gençlik olayları da başlamış oldu. O zamanlar MTTB milliyetçi bir kuruluştu. Amblemleri de bozkurttu. 1967 yılı milliyetçilerin Kıbrıs, solcuların da doğu mitingleriyle geçti. Bu mitinglerde milliyetçilerle komünistler arasında yer yer çatışmalar çıktı. Her iki taraftan da dövülenler, yaralananlar, karakola düşenler oldu.

 

İlk şehit; Sol:Vedat Demircioğlu  sağ: Ruhi Kılıçkıran

 Ülkücüler ilk şehit olarak 4 Ocak 1968 günü öldürülen Ruhi Kılıçkıran’ı kabul ederken, sol kesim ise 17 Temmuz 1968’de Altıncı Filo’yu Protesto Olayları sırasında polisin İTÜ Gümüşsuyu öğrenci yurduna yaptığı baskınla üst kat penceresinden atılarak komaya giren, 24 Temmuz’da yaşamını yitiren Vedat Demircioğlu’nu ilk şehit olarak kabul ettiler. Tosun’un yaklaşımı ise şöyle:

“4 Ocak 1968 günü İlahiyat Fakültesi öğrencisi ve CKMP Gençlik Kolları üyesi Ruhi Kılıçkıran Site Öğrenci Yurdu’nda Marksistler tarafından tabanca ile vurularak öldürüldü. Böylece ilk silahlı eylem de yine solcular tarafından başlatılmış oldu. Bir Ramazan günü orucunu açtıktan sonra şehit edilen Ruhi Kılıçkıran isimli öğrenci Ankara’da düzenlenen büyük bir cenaze töreninden sonra memleketi olan Osmaniye’de dualarla, tekbirlerle, göz yaşları arasında toprağa verildi. Ruhi Kılıçkıran ülkücü hareketin ilk şehididir. Ruhu şad, mekanı cennet olsun.” (Sayfa: 170-171)

İşte bundan sonra, ilk kıvılcımdan çakıldıktan sonra araya 12 Mart Darbesi girecek ancak kanlı bir süreç de başlayacaktır. Tosun içinde olduğu bu süreci devletin izlemesine ve kılını kıpırdatmamasına değiniyor:

“Devlet yetkilileri bütün bunları gördükleri halde hiçbir tedbir almadılar. Yıllarca sürecek olan olayların başlamasına seyirci kaldılar. Miting günü geldi çattı. 16 Şubat 1969 günü solcu gruplar Beyazıt Meydnı’nda toplandılar. Ellerinde taşlar, sopalar, kesici ve delici aletlerle Taksim’e doğru yürüyüşe geçtiler. Yol boyunca pankart açtılar. Slogan attılar. Marş söylediler. Taksim’e kadar geldiler. Milliyetçi gruplar da onları bekliyordu. İşte ondan sonra olanlar oldu. Yıllarca sürecek kanlı çatışmalar başladı. Bu olaylarda iki kişi öldü. 200 kişi de yaralandı.”  (Sayfa: 173)

Kadir Tosun, 12 Mart Muhtırası’nın Türkiye’yi uçurumun kenarından çekip aldığına inanıyor. (Sayfa 188)

Tosun, kitabın 189, 192 ve 193. sayfalarında Muhsin Yazıcıoğlu’yla tanışıklık ve arkadaşlıklarına ilişkin notları aktarıyor. Onun İslami söylemine katılmadığını belirtiyor. Buna karşın arkadaşlıklarının belli bir saygı düzeyini koruyarak sürdüğünü dile getiriyor.

 

ODTÜ Baskını

 Olay günü erkenden kalkıldı. Bütün hazırlıklar tamamlandı. Boy abdesti alındı. Şükür namazı kılındı. Kucaklaşıp helalleşildi. Sonra harekete geçildi. Yoldan çevrilen taksilerle ODTÜ’ne gidildi. İlk önce ODTÜ giriş kapısı tutuldu. Kapıdaki bekçiler enterne edildi. Kapıya 6-7 kişilik bir tim yerleştirildi. Bu tim olay süresince üst araması ve kimlik kontrolü yapmakla görevlendirildi. Daha sonra telefon santrali işgal edildi. Santrale de 3- 4 kişi yerleştirildi. ‘”Alo orası neresi?” diye soranlara “Burası Ülkü Ocakları Genel Merkezi.” cevabı verildi.” (Sayfa: 194)

Uzun uzadıya bölümler aktardığımız bu kitap,  Kadir Tosun’un içinde olduğu Ülkücü Hareketi, kendi ağzından anlatmasıyla önemli. Dilinin çok sert olduğunu söylemeliyim. Acaba o sertlik yansımasaydı, dönemin havası  içinde; belge-bilgi bağlamında bizi daha derinlemesine tutabilir miydi? Sanmıyorum.

Devrimci Hareketler, anı niteliği ve savaşım boyutuyla dönemin olaylarına büyüteç tuttukları için, eylem dökümlerinde daha cimriler.

1970’ler yitirilen yıllar olarak, sokak savaşıyla geçer. Günde 5-10 kişinin öldürüldüğü günleri kendi penceresinden vermekte başarılı bu kitap. Aynı zamanda araştırıcılara da büyük kolaylık. Ülkücü Hareketin röntgeni çekilmiş, seceresi çıkarılmış…

Beni eleştirenler, MHP’ye yazıl diyenler üzülmesinler, kitabın 314. sayfasında Ülkücü Şehitler arasında  Nevzat Yılmaz adını görerek sevinebilirler.

Önyargı deyince, bu kitabı okurken otobüste yanıma bir genç oturdu. Kitabın adını görünce hemen kalkıverdi.

Rahatsız ettimse ben kalkayım, dedim.

-Ben faşistlerin yanına oturmam, dedi.

Sen hiç kitap okur musun, dedim.

-Tabii…dedi…

Ne dedim.

Eşçinselleri Hakları vb. uzun adı olan bir kitabı gösterdi.

-Şimdi ben sana .bne diyor muyum? dedim… Gülüştük. Sonra da özür diledi.

Bu örnek bile konunun ne denli zor bir konu olduğunu gösteriyor. Yaşam içinde insanların tercihleri, seçimleri kimseyi ilgilendirmez. Karşıt cephedekilerin neler düşündüğünü bilmek gerekmez mi? Ülkücüler, devrimcilerin neler düşündüğünü merak ederler mi? Ya da tam tersi…

Bilmiyorum.

Eleştirileriniz varsa bekliyorum.

Nevzat Yılmaz
nevyilmaz@yahoo.com

Kadir Tosun’un ‘Milliyetçi Ülkücü Hareket’ isimli kitabına kitapdevrimi.com’dan ulaşabilirsiniz: http://kitapdevrimi.com/urun/milliyetci-ulkucu-hareket-kadir-tosun/

Başa dön tuşu