Paris’te Bir Başyapıt: Louvre Müzesi – Şenay Lüle yazdı…
Dünya Sanat Tarihi’nin baş tacı ve gururu… Deriliğine ve genişliğine kocaman bir dünya… Geçmişten geleceğe bir köprü… En değerli sanat okulu ve paha biçilmez mücevher kutusu! Benzetmelerim Louvre‘un yanında elbette hafif kalır ama cam piramidi arkamda bırakıp, müze-sarayın içinde adım adım geçmişine doğru ilerlerken; mermer zemin, saray odaları, eserlerle kaplı duvarlar, en küçüğünden en büyüğüne kadar heykeller, tanrılar ve cinler bana bir öykü anlattılar. Küçük bir Ortaçağ Kalesinin değişini ve dönüşümünü içeriyordu bu öykü!
Alçak perdeden ve derinden gelen ses, kulaklarımdan içeri girip, beynimin kıvrımlarına yerleşirken, kağıt ve kalemimle küçük notlar alırken, müzenin hediyelik eşya salonundan kendim için bir “Louvre” kitapçığı edinmiştim.
Müzenin en alt katında ise karşıma bir kalenin duvarları çıktı. Öykünün içindeki o küçük kale, zaman içinde etrafı büyük yapılarla çevrilince ortadan kalkarken, sihirli bir değneğin dokunuşuyla görkemli bir kaleye dönüşüvermişti. İçinde binlerce eseri barındıran Louvre Müzesi‘ne dönüşmesi ise yıllar almıştı.
Ben ki; sergilenen eserlerin tümünü bir defada mümkün olmayacağından, listeme dahil ettiğim belirli eserleri peşine takılıp, görüp inceler diğerlerini eğer tekrar gelebilirsem başka bir seyahat planına dahil ederim. Louvre’a her gelişimde sanki ilk kez görüyormuş gibi heyecanlanıp, binlerce eser arasında görmek istediklerimin peşine takılırken daima yeni bir dünyanın kapılarını açtığımı, o kapıların beni adım adım çektiğini hissederim.
Şimdi ise; bilgisayarımın başında bunları yazarken, “iyi ki çekti” diyorum. Yoksa Brugueller, Velasguesler, Rubensler, Caravacciolar, Rembrandlar, Mısır ve Yunan eserleri ,Anadolu ve Uzakdoğu eserleri, İslâm eserleri sadece sanat tarihi kitaplarının arasında kalacaktı imgelemimde…
Biz yine Louvre’a dönelim ve kaldığımız yerden devam edelim… Öyle ki Louvre bir bakıma da ilkokul öğrencileri demekti. Hangi şehirlerden ve okullardan geldiklerini bilmediğim ilkokul ve anaokulu öğrencileri, sanat öğrencileri ve restoratörler, Milo Venüsü’nü hayranlıkla seyredenler, sanat tarihçileri, heykeltraşlar, turistler, eserlerden kopya çalışan ressamlar ve uzayıp giden bilet kuyruklarında bekleyenler Louvre’un devamlı misafirleriydi.
Paris’e birkaç kez giden bir gezgin ve ressam olsam da “Louvre’u yazmak benim ne haddime” demekten kendimi alamazken, kalemi elime her alışımda bırakıp vazgeçtim. Ta ki 20.2.2023 tarihine kadar! Amacım; içimdeki sesin önderliğinde dört yıl öncesine geri giderken ve uzun kuyrukları göze alıp, “Denon” kanadından giriş yaparken, Mona Lisa, Kana’da Düğün, Venüz ve Mars, Paysche ve Copit, Cezayirli Kadınlar gibi oldukça ünlü tabloların bana sunacakları görsel şölen ve heyecandan payıma düşen mutluluğu yeniden alabilmekti.
Yine yeniden “Mona Lisa”, Ingres’nin “Türk Hamamı”, Holandalı Vermeer’in “Dantel Ören Kadın”ı, milim milim incelediğim eserler arasındaydı. Gururla seyrettiğim Antakya’dan getirilen “Üç Güzeller” ve “Mevsimler” mozayiği, Semadirek Heykeli, müzenin baştacı “Milo Venüsü”, Nike Heykeli, Büyük Sfenks, Cupid’in öpücüğü ile canlanan Psyche, müzenin “en”leri arasında kabul edilirken, yine İngres’nin “Yıkanan Kadın” ile “Türk Hamamı”, Delacroix’nın “Halka Önderlik Eden Özgürlük” müzede görmeniz gerekenler listenizin olmazsa olmazıydı.
Binanın da gerçek bir eser olduğuna kanaat getirdiğim Louvre’da “Kültepe İdoller”nin peşine takılınca, epey zaman kaybettim. Oysa kaybettiğim zaman kazandığım zamandı. Ve onlar çok uzakta değil yanıbaşımdaydılar… Ne Sanat Tarihikitaplarının arasında ne de donmuş bir fotoğraf karesindeydiler. Tam karşımda gerçek renkleri ve formları ve dokularıyla, ustasının da dünyasını anlatırken belli belirsiz gülümsüyorlardı.
“Kültepe İdolleri” demiştim. O küçücük şeyleri bir vitrinin içinde bulabildim. Cama karşılık iyi aydınlatma sayesinde, aramızdaki engel kalkıyor, iri gözleriyle bana bakan “idol”ler, “Ben Anadolu’yum” diyorlardı. M.Ö. 3000’de sıkça rastlanan bu küçük boyutlu stilize heykeller, “İdol I ” olarak adlandırılmakta, Tanrı ve Tanrıçaları sembolize etmekteydiler. En ilginçleri “Kültepe” tipleri denen “Alabastar” idolleriydi. En önemli özellikleri, yuvarlak tek bir gövdenin üzerinde, çoğunlukla çift bazen de iç başlı olabilmeleriydi. İlk kez 1900’lü yılların başında yurtdışına kaçırılan ve “Kapadokya Tipi” olarak yayınlanmasıyla idollerin gerçek vatanı belli olmuştu. Türkiye! Çoğunlukla ana Tanrıçalığı vurgularken ve kadın idol örgülü saçlarından belli olurken ,erkek idolün saçsız oluşu cinsiyet ayrımı ortaya koyuyordu. Yüzlerde ise, iç içe iki daireden oluşan yay kaş ile şaşkınlık ifadesi veren gözler vardı. Ağız ve burun yoktu. Louvre Müzesi’nde yedi seçkin örneği bulunan “Kültepe İdolleri’nin, yurdumuzdaki benzerleri Anadolu Medeniyetleri ve Kayseri Müzesi’ndeydiler.
Louvre’un öyküsü ise bambaşka izler taşıyordu. Küçük bir Ortaçağ Kalesi, bir çok kuleler eklenerek, adına “Lourve” denmiş, yüzyıllar içerisinde kalenin etrafı büyük binalarla çevrilirken, kale ortadan kalkmış, büyük yapılar kompleksi de saraya dönüşmüştü. Bu değişikler her imparatorluk zamanında devam etmişti.
Zaman içinde yapılan değişikliklerin en önemlisi V. Charles dönemine denk gelmiş, Bu günkü Louvre’un temelleri ise 13. yüzyılda atılmıştı. Saray Kraliyet ailesinin ikametgâhı olurken, II. Henry Döneminde ise, yapının bir kanadı inşa edilmişti. XIV. Louis Dönemi’ne kadar, inşa edilen hollerin tamamı birleştirilmişti. Ve böylece kare avlulu bir mekan elde edilmişti. XIV. Louis Dönemi’nde inşa edilenler bütünüyle gözden kaybolurken, bu defa Tuileres’den kuzeye doğru yapılar uzamaya başlamıştı. Zaman içerisinde yapılan onarımlar ve genişlemelerle birlikte, yapıların iç dekorasyonları ve tavanları ağırlık kazanmış, tümü resimlenerek kabartmalarla süslenmişti.
XIV. Louis ise, sanatçıların koruyucusu durumunda olduğundan, bu dönemde Louvre resmen “Cumhuriyet Merkez Müzesi” olmuş, “Büyük Galeri”, Louvre’un ilk büyük sergi salonu olarak kabul edilmişti. Yeni galerilerin ilavesiyle, 1803 yılında adı “Napolyon Müzesi” olarak değiştirildi. Napolyon, savaşlardan getirdiği ganimetleri, sergilemeye başlarken, Avrupa’da gelişen eski eser toplama ve büyük müzeler yaratma düşüncesi, bir yarışa dönüşmüş, bu yarışta Fransızlar başı çekmişti.
Mimari gelişimi devam eden Louvre 1870’lerde büyük bir yangınla tahrip oldu. 1882 yılına gelindiğinde ise, onarımı sona erip, güney, kuzey ve batı pavyonları açılmıştı. Devam eden gelişmeler ve eklemelerle, büyüyen ve zenginleşen Louvre Müzesi, kanatlarıyla, yer altında kalan eski kalenin duvarlarıyla, onbinlerce eserin koruyucusu konumundaki işleviyle ve en son 1989 yılında inşa edilen Cam Piramitlerden oluşan Postmodern yaratıcılığın elinde bu günkü konumunu almıştır.
Şenay Lüle
Ressam-Yazar