KÖŞE YAZILARIMehmet Ulusoy

Postmodernizme Eklemlenmiş Osmanlıcı Ve İhvancı Kültür – Mehmet Ulusoy yazdı…

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, geçtiğimiz günlerde Saray’da gerçekleşen “Kültür Sanat Ödülleri Töreni”ndeki konuşmasında sanatla ilgili şu çok iddialı ifadeleri kullandı: “Sanat teorilerinin çöktüğü, sanat ortamının değişime uğradığı bir çağda yaşıyoruz. Ülkemiz dünyaya yalnızca yeni eserler sunmakla kalmayacak, geleceğin sanat mevhumlarının payandalarını da temellendirecektir…”

Konuşmanın özünü oluşturan, “sanat teorilerinin çöktüğü” ve onu tamamlayan “sanat ortamının değişime uğradığı” bir çağda yaşadığımız fikrinin, günümüz sanat ve edebiyat sorunları üzerine yapılan tartışmalara az çok tanık olanlar için, ne anlama geldiği sanırım çok iyi bilinmektedir. Bununla birlikte, çoğumuz açısından yine de bu ifadedeki kapalı duran anlamın, içeriğin açımlanmaya, herkesçe anlaşılır hale getirilmeye ihtiyacı var. Kuşkusuz yukarıdaki söylenenle, Erdoğan’ın daha önceki bir konuşmasında vurguladığı “kültürel iktidarı kuramadık” yakınmalı itirafı birbirini tamamlamaktadır.

Kuşkusuz arkadaki bütünlüklü derin ideolojik ilişkiyi ve masajı, yandaş yazar ve entelektüel kesim aslında çok iyi algıladı ve anladı. Nedir bu ideolojik geri planın içeriği ve anlamı? Siyasal İslamın, İhvancılığın “kültürel iktidarı” kuramamasıyla, çağın kültür ve sanat gerçeğine ilişkin yukarıdaki saptamalar arasında nasıl bir ilişki ve bütünlük var?

Yanıtları bulmak için, iki yüz yıllık modern çağın kültür ve sanat ilkelerini “çökerten” felsefe, teori ve akımların ne/neler olduğuna bakmak gerekiyor. Ayrıca “çöktüğü” belirtilen sanat teorilerinin devrimci mi yoksa gerici bir içerik mi taşıdığına verilecek yanıt da son derece önemli. Lafı dolandırmadan söylersek: Sözkonusu çöküşe ve “sanat ortamında değişim”e yol açan felsefe ve teorilerin kapsayıcı adının postmodernizm olduğunu artık cümle alem biliyor. Bugün bu sanat anlayışının, neoliberalizmin ve küreselci projelerin iflas etmesiyle birlikte gözden düşmüş ve giderek etkisini, cazibesini yitirmeye başlamış olması kimseyi yanıltmamalı. Batı merkezli dünyanın ufkunda gerçek anlamda yeni ve ileri bir sanat akımı, anlayışı görülmediği, hatta bu çöküntü ve çürüme kültüründen şimdilik çıkma olasılığının da bulunmadığı için “yeni” diye sunulan bütün sanat akımları sahte içeriklidir. Ve bütün bu sözde “yeni”, “moda akımlar postmodernizmin damgasını taşımaktadır; onun türevleri ve çeşitli versiyonlarıdır.

Dolayısıyla soruların yanıtı, küreselci emperyalist kültür ve sanatın, postmodernizmin bilimi, aklı, ulusal devlet ve kültürleri hedef alan, cemaatçı, tarikatçı ve etnik bölücü yapıları yücelten felsefesinde aranmalıdır. Küreselciliğin henüz sahteliklerinin ve ikiyüzlü masallarının ortaya çıkmadığı 1980 ve 90’lar Türkiye’sindeki büyük ayrışma ve saflaşma sürecinde, Siyasal İslamcıların, kendinden çok emin olmanın rahatlığıyla, “modernite sona erdi, postmodern çağdayız”, -yani İslamcılığın, tarikatçılığın altın çağındayız- diyerek büyük bir zafer kazanmış edasıyla yazıp çiziyorlardı. Düşünsel gerici içeriğini canı gönülden benimseyerek, Postmodernizme can kurtaran simidi gibi sarılmaları bir rastlantı değildi, aydınlanma / modernite karşıtı ideolojileri gereği mantıklı (!) ve doğal bir şeydi.

***

Tekrar vurgulayalım, burada anahtar kavram, “Sanat teorilerinin çökmesi”dir. Bu yargının açılımı ise şu anlama geliyor: Aydınlanma / modernite, akılcılık, bilim ve ulusal demokratik devrimlerle temelleri atılan, Kant, Schiller, Hegel, Schlegeller, Brecht, Adorno, Benjamin, Lukacs ve diğer estetik ve sanat kuramcılarınca felsefi-teorik ifadesini bulan çağdaş estetik ve sanat anlayışı ve onun temel ilkeleri çökmüştür!.. Ama şu tartışmasız gerçeği de hemen vurgulamak gerekiyor: Aydınlanma ilke ve ideallerine dayanan modern estetik, sanat felsefesi, içeriden ve dışarıdan yürütülen bütün saldırılara karşın, modernite/modernizm ya da çağdaş uygarlık dediğimiz günümüzün sanat-edebiyat ilke ve değerlerini belirlemeye devam ediyor. Üstelik, büyük yanılgılar ve boş hayaller içindeki siyasal İslamcı zihniyetin çok iddialı söylemlerinin aksine, onu eleştirenler, “mahkum” edenler de dahil, bugün de çağın bütün sanat akımları için ana başvuru kaynağı olmayı sürdürüyor.

Peki, çürüyerek ve mafyalaşarak “Yeni bir Ortaçağ”a evrilen emperyalist gericiliğin kültür-sanat kolu postmodernizm ile siyasal İslamın eklemlenmesi hangi temellerde ve biçimlerde gerçekleşti, gerçekleşiyor? Aynı zamanda emperyalist sistemle ve onun kültürüyle bütünleşme anlamına gelen bu eklemlenmeyi hangi ikiyüzlü, sahte “millici” uyanıklık teorileştirdi? Tüketici asalaklığın, yağmanın, talanın, hazırcılığın ve gününü gün etmenin felsefesi olan postmodernizm nasıl oluyor da “millici ve yerlici” bir kültür ve sanatın teorisi olarak sunulabiliyor? Bilerek ya da bilmeyerek!… Bu saatten sonra bunun hiç önemi yok artık.

21. yüzyıl düşünsel-kültürel gericiliğinin esasını oluşturan bu eklemlenmenin temel ögelerini kısaca şöyle sıralayabiliriz:

1. Postmodernizm de siyasal İslam da aydınlanma, bilim ve akılcılık ilkesinin karşıtıdır.

2. Aydınlanma ilke ve ideallerince belirlenmiş, toplumların ve insanın gelişmesine, özgürleşip yetkinleşmesine odaklanmış “büyük anlatılar” ya da “evrensel ilke ve değerler” olarak ifade edilen modernite, çağdaşlaşma değerlerine karşıdırlar.

3. Ulusal devlete, ulusal kültür ve sanata, onun zorunlu kıldığı laikliğe, üniterliğe, otorite ve hiyerarşik örgütlenmeye dayanan kurumlaşmaya karşıdırlar.

4. Ulusal devletin üniterliğine karşı çoğulculuğu, çok kültürlülüğü, yani etnik, cemaatçı ve tarikatçı yapılanmaları, demokrasinin temel unsuru olarak savunurlar. Üstelik, biri emperyalizmin çöküş ve çürüme, diğeri ise ortaçağın çöküş ve çürüme kültürünü temsil eden her iki anlayış da, demokrasi, çoğulculuk, çok kültürcülük konularında samimi değil, ikiyüzlüdürler. Postmodernizm, nihai olarak emperyalizmin, saldırgan, zorba ve ırkçı felsefesini benimser; İslamcılık ise, değişmez dogmalara, toplumsal olarak efendi-kul ilişkisine dayanan ideolojik yapısı gereği, fanatik ve bağnaz, kendi mezhebinden olmayanları dışlayan teokratik ve otokratik bir zihniyete sahiptir; hümanizme karşıttır. Bu nedenle, çağdaş sanatın ruhunu oluşturan evrensel insan, siyasal İslamın ufkunun ve çapının çok ötesindedir.

5. Her ikisi de toplumların ilerleme ilkesine, bilimin, sanatın ve onların taşıyıcısı aydın-öznenin açıklayıcı, aydınlatıcı, öncülük edici işlevini yadsırlar. Dolayısıyla sanatın / sanatçının, dünyayı değiştirme, yeni bir toplum ve yeni bir insan yaratma ideallerine bağlı yaratıcı, öncülük işlevini yadsırlar. Postmodernizm emperyalist tekellerin çıkarı gereği yaratıcı bireysel özneyi yadsırken, siyasal İslamcılık da yadsır ve onun yerine tartışılmaz otorite şeyhi, ağayı, reisi, padişahı koyar.

6. İnsan gerçeğini, onun dramını ve trajedisini, tarihin ve toplumların gelişme ve özgürleşme sürecinde bir birey ve özne olarak değil, tarihin ve toplumun dışında metafiziksel öznel varlıklar, ya da dinsel, mezhepsel inanç ve bağlılıklar çerçevesinde sıradanlaşmış, müritleşmiş kullar olarak ele alırlar. Bu konuda, aralarında, yalnızlaşmış, bencil liberal bireycilik ile cemaata, tarikata kul veya mürit bağlılığının getirdiği farklılıklar ve çatışma olsa da, her ikisi de bireyin toplumsal karakterine, bu bağlamda çağdaş sanata ve estetiğe, onu insanı özgürleştirici, yetkinleştirici ve arındırıcı niteliğine karşıdırlar. Yeni Ortaçağ olarak adlandırılan kültür bu birlikteliğin ortak adıdır bu.

Emperyalist sistemin yapısal ve iflah olmaz krizlerine yeni ve kapsamlı bir çözün stratejisi ya da projesi olan küresel nitelikteki karşıdevrimin en önemli iki ayağından birini gelişmiş kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfının kazanımlarını budamak oluşturuyorsa, ikinci ayağını da, büyük pazar ve ucuz işgücü potansiyelini oluşturan çevre ülkelerinin iç pazarlarına ve tüketici kitlelerinin taleplerine el koymak oluşturuyordu. Bu da ancak, özellikle İslam ülkelerinde kendi iç pazarını koruyan bağımsızlıkçı, çağdaş, laik ve toplumcu ulusal devletlerin egemenliğini kırmak için, şeriatçı, cihatçı, mezhepçi, tarikatçı ve etnik bölücü güçlerle işbirliği yaparak geçekleştirilebilirdi. Üstelik bu sadece siyasal taktik ve söylemlerle mümkün olmazdı, yaşam biçiminde, kültür ve sanat alanında da kapsamlı bir projeyi gerektiriyordu.

Sahneye konan bu program bilimsel sosyalistler açısında hiç de yeni şeyler değildi; onlar bunu, yani kültür emperyalizmini en az yüz yıldır biliyorlardı. Bu konuda yazıp çizdiler, damakları kuruyana kadar topluma anlatmaya çalıştılar. Emperyalist sömürgeciliğin ve yeni sömürgeciliğin denklemi, çağdaş, ulusal ve aydınlanmacı güçlere karşı, tıpkı Kurtuluş Savaşımızda olduğu gibi, -diğer bütün ulusal devrimlerde de aynen geçerli- toplumun en gerici, en tutucu ve yobaz ortaçağ güçleriyle siyasal ve kültürel işbirliği idi. Günümüzde bu denklem, dünya çapındaki stratejik değişimlerden kaynaklanan etkenlere bağlı olarak bazı yenilikler içerse de, özünde bütün şiddeti ve derinliğiyle işlevsel varlığını sürdürmekte.

***

Ulusal devlet ve uluslaşma, ulusal kültür ve aydınlanma karşıtı, yani gayrimilli nitelikteki bu derin ideolojik-kültürel eklemlenme, nasıl ve hangi siyasal, toplumsal süreçlerde gerçekleşti? Başka bir bağlamda sorarsak, kırk yıldır aydınlanma, akıl, bilim, çağdaş etik ve estetik karşıtı düşünceleri, bunun yüzlerce teorisini yaparak döne döne ileri sürenler kimlerdir ya da hangi düşünsel akımlardır? Geçtiğimiz kırk yıllık tarihin içinden geriye doğru bu izi sürdüğümüzde vardığımız yer; siyasal İslamcıları, tarikatları özgürleştiren ve devletin tepelerinde onlara saygınlık bahşeden, onları Cumhurbaşkanı Özal’ın danışmanları konumuna yükselten Amerikancı 12 Eylül karşıdevrimiydi.

Solun, devrimcilerin, Atatürkçülerin bastırıldığı 80’ler ulusal ve toplumsal gericiliğin altın çağı olduğu gibi, bugünkü siyasal-kültürel gericiliği belirleyen bütün dinamiklerin de Atatürkçü cumhuriyet kültüründen “özgürleştirildiği”, özel olarak beslendiği, korunduğu yıllardır. 1980’lerde gerçekleşen neoliberal-muhafazakar (ortaçağ) ittifakının Türkiye’ye dayattığı açılımın kodlarını okuduğumuzda AKP’nin dayandığı emperyalizm güdümlü kültür ve sanat felsefesine ulaşırız. Yani, 12 Eylül’ün darbeci, “vesayetçi”, yasakçı niteliğine karşı çıkmak, bu Amerikancı darbeyle başlayan büyük, kapsamlı karşıdevrim programına karşı çıkmayla aynı anlama gelmiyor. Aksine sözde 12 Eylül karşıtı söylemler, daha çok, ulusal ekonomiyi, ulusal kimliği ve ulusal kültürü yıkmaya programlanmış ve en gönüllü uygulayıcısı AKP olan büyük Cumhuriyet yıkıcılığının suçlarının gizlenmesi amacını taşıyor.

Hem 12 Eylül’ü sözde eleştirip hem de onun getirdiği asıl büyük ekonomik toplumsal, kültürel programı sonuna kadar uygulamak ve üstelik bununla akla gelmedik vurgun ve rantlar sağlamak nasıl derin bir ahlaki, kültürel kirlenmedir? Bununla ilgili bir halk özdeyişiyle şu söylenebilir: “Hem papazın kucağında oturuyor hem de sakalını yoluyor.” İşte postmodernizm ve onunla bağlantılı etik ve estetik anlayışın süzülmüş anlamı tam da budur.

12 Eylül ve sonrasındaki karşıdevrim yıllarını hatırlayalım. Denklem şuydu: Emperyalizm ve yerli gericilik (ılımlı İslam) bir tarafta, ulusalcı/yurtsever ve devrimci güçler bir tarafta. Bu denklemin ideolojik ve kültürel açılımını biraz daha ayrıntılandıralım: 1980’lerin Amerikancı neoliberal siyasal-kültürel “dönüşüm”ünün temsilcisi Özal, aynı zamanda “ılımlı İslam” projesinin de uygulayıcısıydı. Daha doğrusu, 12 Eylül’le Türkiye’ye dayatılan programın belkemiğini, “ılımlı İslam” çatısı altında neoliberal ve siyasal İslam (tarikatlar, cemaatlar) işbirliği oluşturuyordu. Özal bu Amerikancı işbirliğinin en parlak, en yetkin temsilcisi ve simgesiydi.

Küreselciler, ulusal devlet, laiklik, bilim karşıtı programlarını bütün haşmetiyle, bütün küstahlığı ve pervasızlığıyla içerideki taşeronlarına uygulatırken, ulusalcılık, çağdaşlaşma, aydınlanma karşıtı siyasal İslamcılar, İhvancılar zevkten dört köşe oluyorlardı. Ali Bulaçlar, Mustafa Armağanlar, postmodernizme, aydınlanmacılığı ve akılcılığı mahkum etiği, ortaçağ kurum ve yapılarını yücelttiği, onları yeniden canlandırmayı “özgürleşme” (!) olarak savunduğu için, övgüler düzüyorlardı.

1990’larda, Atatürkçülük, devrimcilik, sosyalizm, kamuculuk, eşitlik, paylaşma ideallerine karşı esen küreselci rüzgar, liberal ve İslamcı iki eğilimi de aynı paydada birleştiriyordu. Ulusal köklere ve ulusal kimliğe yabancılaşmış, aydın-özne olmaktan uzaklaşmış liberal birey ve onun uyuşturucuyla, intiharla noktalanan bunalımlı kültürü ile ulusal kimliğe, çağdaş, bilimsel düşünen kişilikli, onurlu özgür birey olmaya karşı akıldışılığı, müritliği, kulluğu seçen Vahabi-Selefi-İhvancı kültür arasında özünde çok fazla bir fark yoktur.

***

Görüldüğü gibi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmasında ifadesini bulan “milli ve yerli”ci Yeni Osmanlıcı mafya ve tarikat iktidarının kültür-sanat teorisyenleri, sözde en şiddetli karşı çıktıkları akımla ve kişilerle gerçekte aynı tavır ve aynı söylemi ve davranışı paylaşıyorlar; kısacası aynı mevzide yer alıyorlar. Erdoğan ve yandaşları da, ortak düşmanları olan, Cumhuriyetin geçmiş iki yüz yıllık aydınlanmacı, çağdaş, devrimci, toplumsal gerçekçi “sanat teorisinin çöktüğünü” iddia ediyorlar. Postmodern edebiyatın önde gelen yazar ve teorisyenleri, Orhan Pamuk, Elif Şafak, Ahmet Altan, Hasan Ali Toptaş, Hasan Bülent Kahraman da… Niyetlerde bazı farklılıklar olsa da aynı hedefe, aynı çağdaş, devrimci kültür ve sanata ateş ediyorlar.

Emperyalizm çağının temel yasaları, farklı dönemlerin ve farklı toplumların taşıdığı bütün özgüllüklere karşın, kusursuz işliyor. Emperyalist gericiliğin öz nitelikleri olan neoliberalizm ve postmodernizm, gelip, ezilen ve gelişmekte olan ülkemizde, modern/çağdaş ve ilerici güçlere karşı, gerici ortaçağ güçleriyle işbirliği yaparak onlarla, özgürleşmeyi, ulusal bağımsızlığı boğucu, gerici bir kültür cephesi oluşturuyor. Türkiye’nin çağdaş, devrimci ve gerçek millici/ulusalcı ve yerlici güçleri ise, Batı’nın, emperyalist gerici politikalarına karşı olan aydınlanmacı, devrimci kültür-sanat dinamiklerinden besleniyor. Şu, modern çağın temel yasasıdır: Ulusal/milli kültür ve sanat, bağımsızlıkçı, aydınlanmacı/akılcı ve insanlığın -onun bir parçası olan ulusun- şu anda, yaşanan sorunlarının, acı ve mutluluklarının içinden yüksek estetik imgeler üreterek başarılı olabilir.

AKP’nin kültür-sanat kuramcıları, iki önemli laf cambazlığının, iki çağdaş şarlatanlık numarasının arkasına saklanarak ideolojik-kültürel iktidarlarını kurmaya çalışıyorlar: Hem, tamamen biçimsel, yüzeysel gösterilerle sınırlı çağdaş bir görünüm sergilemek, hem de İhvancı stratejik duruştan taviz vermeyerek “hakiki”(!) dindarlık algısı yaratmak. Oysa kısa vadede insanları kandırabilseler de uzun vadede bu riyakarlık, ikiyüzlü taktik, kendileri için de bir tuzaktır ve sonuç hüsran olacaktır. Nitekim, çağdaş cumhuriyeçi kültür genlerine işlemiş Türk milleti, 18 yıllık bir deneyimden sonra onlara “kültürel”, yani “ideolojik iktidar” olanağını vermeyeceğini göstermiştir.

Tarihin ve toplumların gelişme yasalarına karşı durdukları, bu yasalara akıllarınca çalım atabileceklerini sandıkları için, bir türlü kuramadıkları “kültürel iktidarı” bundan sonra da asla kuramayacaklardır. Çünkü, halkına ve ulusuna yabancılaşmış entelektüeller, bilimciler, siyasal yöneticiler, en gerçekçisinden en hurafesine ve fanatiğine, hep, gerçeğin yerine kendi öznel kurgularını koyma hastalığının kurbanıdırlar.

AKP, tarihin ve çağın gerçeklerinin tamamen dışında kalan ideoloji ve siyasetleriyle ulus/millet karşıtı öznel kurguların, kuruntuların, ham hayallerin en tipik temsilcisidir. Bu hayallerin Türk halkının toplumsal-kültürel dokusuyla uyuşması olanaksızdır. Halk ise, tarihsel olarak bazen çok ciddi yanılgılara düşse de, doğru veya yanlış yönde tercihi yapmanın, değiştirmenin, canı ve kanı pahasına asıl yükünü taşıyandır, bedelini ödeyendir. Bu nedenle gerçekçi, akla, çağın olgularına dayanan çözümün kaynağı her zaman halk, üretici kitleler olacaktır.

Mehmet Ulusoy

Bauhaus’tan Köy Enstitülerine Sanat ve Üretim Kültürü - Mehmet Ulusoy 4

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu