Ressam Nihal Güres ile Sanattan Sevgiye
Ressam Nihal Güres ile Sanattan Sevgiye
İnsanın dinine, diline, ırkına bakmayı değil, sadece mutlu ya da mutsuz olup olmadıklarına bakmayı tercih eden, pozitif enerjisiyle ve eserleriyle mutluluğun yolunu göstermeye çalışan, Hocası Sabri Berkel’i eğlendirmek biraz da çalıştığı atölyedeki ciddi havayı değiştirmek için öyküler yazmaya başlayan ve bizlere de bu röportajı verirken pozitif enerjisini yansıtarak keyifli bir sohbet yapma şansı veren Ressam Nihal Güres ile yaptığımız bu röportajı okurken sizler de keyif alacak, Sanatçının enerjisinin sizlere de geçtiğini göreceksiniz.
Oğuz Kemal Özkan / KitaptanSanattan.com
-Biz sizi tanıyoruz ama okurlarımız için kendinizi kısaca tanıtır mısınız?
Çok çok çok mutlu bir ailede büyüdüm. Babam dünya çapında bir Osmanlı Tarihi profesörü, annem ise TV programı yapmamış, keşfedilmemiş bir Martha Stewart… Gerek giyim, gerek ev kadınlığı konularına son derece vakıf bir İstanbul hanımefendisi. Bizim evimize dünyada ne kadar tarih öğrencisi, hocası, profesörü, kimi arasan bizim evdeydi. Babam asla yalnız gelmezdi eve. Muhakkak birkaç kişi toplar, evimize getirirdi. Vefatından sonra anısına pek çok kitap yapıldı ve bu anılarda o değerli misafirler Üsküdar’daki evimizin o eşsiz Boğaz manzarası eşliğinde ne muhteşem sohbetler, ne muhteşem pastalar, börekler yediklerini anlattılar.
Bizim evimizde asla pastaneden bir şey alınmazdı. Bütün börekler, çörekler bizzat Sultan Ayten hanım, yani annem tarafından yapılırdı. Babam anneme, Sultanım, derdi. Çok tatlı dilli bir insandı babam, tam bir romantik. Ve aynı zamanda da nüktedan. Ve aynı zamanda da iyilik timsali. Cebinde her zaman kuşlar, kediler için bir şeyler taşırdı.
İstanbul Edebiyat Fakültesinden Hacettepe’ ye kadar ve yurt dışında da pek çok okullarda ders verdi. Bir gün verdiği bir konferansta beni tanımayan kız öğrencilerinin hayranlık dolu sözlerini işittim ve çok gurur duydum.
Annem de ev işlerinde bir Ordinaryüs Profesör. Yemek yapar, kurabiye yapar, beceremediği bir şey yok. Bir gün tam dama çıkmış, damı tamir ediyor.Gerçekten bak..O sırada bir taksi geliyor..Bir de bakıyor ki, babam taksiden iniyor ve bir araba dolusu, kim bilir hangi üniversitenin hocaları. Annem üstü başı kirlenmiş, saçlar başlar dağılmış. Hemen çaktırmadan aşağı iniyor ve hemen muhteşem bir ev sahibesine dönüşüyor ve misafirlerini en mükemmel bir şekilde ağırlıyor.
Aynı zamanda da Tavla Şampiyonu annem…Üsküdar ‘Sultantepe’ de yenmediği kimse kalmamış. Hırs basmış insanlar. Oyuncu diye ahbapları getiriyorlar ki annemi yenebilsinler. Ama ne mümkün…
İşte böylesine güzel, mutlu bir ailede büyüdüm. Mutluluk Hormonlarımı bu güzellikler içinde depoladım ve değil bu yaşamımda, bir daha dünyaya gelsem bile yetecek kadar fazla..
-Resme ilginiz ilk ne zaman başladı? İlk serginizi ne zaman Açtınız? Kimlerle çalıştınız?
Resme ilgim herhalde annemin yaptığı güzel pastaları seyrederken başlamıştır. O kadar güzel dekore ederdi ki, tamamıyla bir sanat eseri. Aynı zamanda babam da sürekli müze kitaplarını taşırdı. Küçükken asistan maaşı olarak babam herhalde çok az bir aylık alıyordu. Annem de o parayı bir sihirbaz düzeyinde kullanarak bizi besliyordu. Annem hep meyvelerin kabuklarını kendisinin yediğini, içlerini de bize yedirdiğini anlatır. Ama Metropolitan Müzesi kitaplarımız var. Yani masal gibi anılar….
Sonra ben İstanbul Üniversitesi Klasik Filoloji bölümünde okurken bir ara THY’de uçuş görevlisi olarak çalıştım. Evlenince bu işimi bıraktım ve Basın Müzesi’nde rahmetli hocam Minyatür Sanatı Ustası Neşe Aybey ile minyatür çalıştım. O da beni İstasyon Sanat Akademisi’ne yönlendirdi. Orada da şans eseri muhteşem usta Sabri Berkel ile çalıştım. Zaten ilk sergim için beni o yönlendirdi ve ilk sergimde de bulundu. 1993 yılıydı.
Ondan sonra Semiha Berksoy ile tanıştım. Kutluğ Ataman’ın ‘Karanlık Sular’ adlı bir filmi vardı. O filmin gösterimi sırasında benim iki sıra önümde oturuyordu. Arkasına doğru döndü ve bana ”yanıma gel bakayım” dedi. Ne güzel şeymişsin sen ” dedi. O da çok tatlı dilli çok muhteşem bir sanatçıydı. Onunla da çok güzel dost olduk. Sanatta ‘Muhteşem’ nedir sorusunun karşılığını Semiha Berksoy’a bakıp, tanık olarak bizzat öğrendim.
Daha sonra yurt içi ve yurt dışında pek çok atölyelerde, workshoplarda çalıştım. Hala da devam ediyorum. Yaşamımın anlamı bu. Sanat, renkler, renklerin taşıdığı coşkular..
-Yurt içi ve yurt dışında olmak üzere bugüne kadar kaç sergi oldu? Ve tematik sergileriniz var.
Sergilerimin sayısını artık unuttum. Sürekli kişisel veya grup çalışmaları oluyor. 3 Eylülde Midilli Ada’sında INTERNATIONAL WOMEN FEST var, ona katılacağım. 11 Eylülde de Belgrad’da Büyükelçiliğin ve AKYOL ART CENTER’in organizasyonu olan ‘Mabetlerimiz’ sergisine katılacağım.
Ay başında Makedonya’da Ohrid Müzesi’nde sergilenen ART CAMP BALKAN etkinliğine katıldım ve çok güzel yeni deneyimler kazandım.
-Kendinizi dışavurumcu bir Ressam olarak niteliyorsunuz. Bu konuda Türkiye’de ve Dünyada örnek aldığınız ve beğendiğiniz sanatçılar kimlerdir?
Coşkulu ve özgün sanatçıları beğeniyorum. Artık yurt dışındaki sergileri de web sayfalarından gezmek mümkün oluyor. Sanat paylaşabilmek demek bence. Coşkuların ve renklerin ruhlardan birbirine akarak bir yol bulması. Ruhlarımız aracılığı ile büyük bir sanatçı kolonisi oluşturuyoruz ve ruhlarımızı birleştiriyoruz. Bu büyük bir nehre dönüşüyor ve dünyayı BARIŞA sürüklemeyi hedefliyor.
-Sizi diğer dışavurumcu sanatçılardan ayıran özelliğiniz nedir?
Beni ayıran özelliklerim muhtemelen kendimi bir yaprak gibi suyun akışına bırakabilmiş olmak olabilir. Kendimi evrenin çok küçük bir parçası ve bir yıldız tozu olarak görüyor olmam olabilir. Bir çok insan gibi yalnızca bu dünyaya hapsolmuş değilim. Eğer arınma sürecinizi tamamlayıp tüm egolarınızdan kurtulmayı başarabilirseniz daha rahat, daha hafif, daha özgür, daha naif olmayı başarabiliyorsunuz. Ruhu ağırlaştıran şeyleri atıp hafiflemek en iyisi..
– Siz eserlerinizle sorunlara çözüm arayışı içerisinde olan, ‘Evrensel dostluğu ve kardeşliği tekrar tesis etmek için her zaman bir şans vardır’ diyerek ‘Barış için son bir çıkış yolu var mı? sorusuna cevap arayan bir Sanatçısınız. Bu duyarlılığınızı ve sorumluluk anlayışınızı resimlerinize nasıl yansıtmaya çalışıyorsunuz?
BARIŞ hepimizin kalbindeki kelime. Bunu istemeyenler yalnızca silah satıcıları olabilir. Yoksa neden barış istenmesin ki?
Bir yere geldikten sonra övünebileceğiniz tek kavramın İNSAN OLMAK olduğunu fark ediyorsunuz. Herkes için demokrasi, herkes için insan hakları, herkes için adalet. Irklar üzerinden övünmek, ya da dinler üzerinden övünmek, insanlık için övünemeyince havada kalıyor maalesef. Beni insanların dini, cinsiyeti, ırkı hiç ilgilendirmiyor. Tabi başkalarını rahatsız etmediği, zarar vermediği sürece. Yalnızca MUTLU olmaları ilgilendiriyor. Herkes olduğu konum içinde mutluluğu yakalayabiliyorsa işte o zaman her kes de mutlu olur.
-Sizi diğer ressamlardan ayıran resimlerinizdeki minyatürler, nakışlar, geçmiş ile çağdaş sanatın verdiği özgürlüğün yansımaları diyebilir miyiz?
Beni ayıran şey genetik mirasım olabilir. Annem bir Ava Gardner. Teyzelerim birer Grace Kelly. Ben de bir Andy Warhol, Mayln Monroe. Dedem babam iki yaşındayken vefat etmiş. Babaannem Erzurum’a taşınmış. Babam o zaman kese kağıtlarının üzerinde çalışır, yazarmış. Ama aynı zamanda da HOLLYWOD starlarının fotoğraflarını biriktirirmiş. İnsanları birbirinden ayıran şey ruh katmanları. Bazı insanların ruhları daha yalın oluyor. Bazılarının ruhları ise çok kalabalık oluyor. Biz o kalabalık ruhlar ailesindeniz. Kalabalık geçmişimizi genetik olarak biriktiriyoruz ve bir sonraki nesle aktarıyoruz. Kendim gibi belirgin olan ruhlara sahip sanatçıları da hemen bulup karşılaşıyorum ya da bir şeyler bizi karşılaştırıyor, buluşturuyor. Kendimizi evrende ne kadar akışa bırakırsak o kadar çabuk arınma ve hafifleme sürecine geçebiliriz. Anahtar kelime evren içindeki yer ve konumumuzu belirleyebilmek..
-Resim yaparken aslında dünyayı dinlediğinizi söylüyorsunuz. Bunu açar mısınız?
Ben yalnızca dünyayı dinlemiyorum. Kalpleri dinliyorum. Aşkları dinliyorum. Sevgiyi, hoşgörüyü, dostluğu dinliyorum. İnsanların mutluluğu bana bulaşıyor. El ele bir çift görsem içim sevinçle doluyor. Çocuğuna şefkatle yaklaşan bir anne baba görsem içim kaynıyor. Ben bir MUTLULUK EMİCİ’ yim. İnsanların ırkları, dinleri, renkleri beni ilgilendirmiyor. Yalnızca mutlular mı, değiller mi o konu ilgilendiriyor. Tabi kimsenin kimseye zarar vermediği demokrasi ve insan haklarının öncelik kazandığı bir dünyayı istiyorum.
-Çok yönlü bir sanatçısınız. Minyatür sanatı ile ilgileniyorsunuz. Heykel çalışmalarınız da var. Bir de öykü kitabınız var. Sizin için öncelikli olan hangisi?
Ben ANTİK ROMA şairi CATULLUS gibi, kendimi bir yaprak gibi bırakmak istiyorum, rüzgara, suya, zamana…
Evrende minnacık bir zerre olduğumu bilerek şişinmeden yaşamak istiyorum. Çünkü evren böyle böbürlenmeleri, büyüklük komplekslerini sevmiyor. Ancak evrene uyum sağladığınız zaman kendinizi açılacak olan kapıların önünde bulabilirsiniz. O sizin için yolları açıyor. O yollardan yürüyebilmek size kalmış. Bir sergi hazırlığında tabi ki canınızı dişinize takarak çalışıyorsunuz. Ama önce o kapının açılmış olması lazım. Duymanız lazım. Hissetmeniz lazım. Ama yalnızca gözlerle değil. Kalbinizle açılacak olan kapıları hissetmeniz ve buna hazır olmanız lazım. Benim önceliğim bulutlardır, doğadır, rüzgardır. Ben onların önünde küçücük bir yaprağım…
-Resimle ilgilenmeseydiniz ne yapardınız?
Resim yapmasaydım ANTİK ROMA, YUNAN şairlerimle çok çok çok meşgul olabilirdim. Şimdi kalbimde dolaşan ve resimlerime karışan dizeler, mısralar o zaman benim ruhumu tamamıyla ele geçirebilirlerdi. Ben de onlara teslim olmak için hiçbir sakınca görmezdim. Bu sergimde sergilediğim triptik çalışmam BOSPHORUS KINGDOM- BOĞAZİÇİ İMPARATORLUĞU adlı çalışmamda PASSOLINI’nin MEDEA film setine KAPADOKYA’ ya gittim. MARIA CALLAS boynundaki kolyelerle trajik bir şekilde süzülüyordu. Seramik kolyeler yaptım. Çıngıraklar koydum. Eserim Kapadokya’ya gitti. Ruhum dolaştı, geldi. Klasik filoloji eğitimi aldığım için antik çağ şairlerimden onların tragedyalarından kopmam mümkün değil..
-Resim alanında kendini geliştirmek isteyen kişilere ne tür önerilerde bulunursunuz?
Atölyedeyken Sabri Berkel hoca bize her hafta sorardı. Hangi sergiye gittiniz? Hangi sanatçıyı gördünüz? Hangi sanatçıyla sohbet ettiniz? Sergiden ne anladınız?
Ben o zamanlar sıklıkla seramik sanatçısı Füreya’yı görürdüm. Pembe pabuçları ile ve ağzında cigarasıyla Nişantaşı’nda dolaşırdı. NEV GALERIYE, MAÇKA SANAT GALERİSİ’ ne giderdi. Benim için bir efsaneydi onu görmek. Hatta tanışmak. Bana telefon numarasını vermişti, davet etmişti ama kısmet olmadı o muhteşem sanatçıyla buluşmak. Galatasaray’da Yapı Kredi’nin oralarda sanki Aliye Berger’i görür gibi olurum. Narmanlı’ da FAHRÜNİSSA ZEİD’i..
Sanatçıların ruhları onları görmek isteyen benim gibi hevesliler için görünür oluyordur belki de. 3. göz dedikleri bir şey var ya. Sanırım o, kalp iyice büyüyüp sevgiyle tıka basa dolunca açılıyor. Ve bazı şeyler daha fazla görünür oluyor.
KALP büyüyor.AŞK büyüyor. SEVGİ büyüyor.Tüm dünyayı kalbinize dolduracak bir kıvama geliyorsunuz. Kahvenin köpüğünün kabarması gibi. İçiniz kabarmaya başlıyor. O zaman evrensel oluyorsunuz. O zaman hem MUTLULUK EMİCİ hem de MUTLULUK HAPI şekline dönüşüyorsunuz. Gelmiş geçmiş tüm aşklar sizinle yaşıyor ve ölümsüz oluyor. BALIKLAR ÖPÜŞMEYE başlıyor. Bulutlar öpüşmeye başlıyor. Fırçanız aşkın en büyüğünü çiziyor…
-Son olarak Türkiye’de sanat ve sanatçıya verilen değer hakkında ki düşünceleriniz?
Türkiye’ de sanata verilen değerden daha önemlisi AŞKA verilen değerdir bence. Çünkü AŞK ölümsüzdür. Babam vefat edeli on yıl olmasına rağmen hala anneme gelip şarkılar söylüyor. Zeki Müren’den ‘Gözlerinin İçine Başka Hayal Girmesin’. Aşkın değeri tamamıyla anlaşıldıktan sonra sanat daha da değer kazanacaktır. Çünkü aşkla ve ruhla yapılmayan bir sanat eseri sanat eseri olamaz. Ne zaman ki aşkın ve sevginin gücü tüm insanları kaplar, barış gelir , işte o zaman her şey mükemmel olur.
Sevgi, hoşgörü ,empati. Tuvallerimize çizeceğimiz en değerli şey bu. Herkes kalbinin imzasını atmalı ki gözyaşları son bulsun. BALIKLAR ÇOK ÇOK ÇOK ÖPÜŞSÜN..