SÖYLEŞİ

Ergün Demir: ‘Sanatın mutlu etmek gibi bir amacı yok’

2006’da Binbir Gece dizisiyle duyduk ismini. Akabinde oyunlarda, dizilerde gösterdi kendini. 2015’te çağrıldığı dans yarışması sebebiyle 2 ay diye gittiği Arjantin’de 3 yıl kaldı.
Orada İspanyolca konuşarak iki komedi oyununda rol aldı. Türkiye’ye döndüğünde başrol ilk oynadığı oyun Binbir Gece Masalları…
Ergün Demir ile; başrolünü, oyunu, tiyatroyu, sanatı, Türkiye’yi ve Arjantin’i konuştuk.

Söyleşi: Melike BİRGÖLGE

  • Türkiye ve milyonlar, adınızı 2006’da ‘Binbir Gece’ dizisi ile duydu. 3 yıl önce, orda da ilgiyle izlenmesi sebebiyle, Arjantin’e davet edildiniz. ‘Binbir Gece’ dizisi sayesinde Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya uzanan ününüz arttı. Bu ilgi, hangi düşüncelere götürüyor?

Aslında çok ilginç bir durum bu rastlantı biliyor musun Melike? Çocukluğumdan beri çok kitap okurum. Zira bedenen adım atmadan seyahat etmenin en ucuz ve en heyecan verici yöntemi benim açımdan. O yıllarda beni belki de en çok etkileyen eserlerden biri Binbir Gece Masalları oldu. Binbir Gece Masalları’nı Avrupa’da ilk çeviren, Fransızca’ya uyarlayan Antonie Galland’ın çevirisiyle okumuştum. Oyunumuzun yazarı Eray Yasin Işık da zaten uyarlamadan esinlenerek yazmış. Diziye başlarken Şehriyar, Şehrazat, Şahzaman, Dünyazat bu karakterleri hayal ederek, örnek alarak başlamıştım. Dizinin Ortadoğu’dan Avrupa’ya, Latin Amerika’ya uzanıp ilgi görmesi ve ünümüzü arttırması beni şöyle mutlu etti. Hiç beğenmediğim bir yazarın eserinde, sevmediğim bir atmosferde oynamaktansa çok sevdiğim bir eserin içinde olmak, anılmak, tanınmak beni çok mutlu etti. Ergenlik çağımda okuduğum Binbir Gece Masalları, hayatımda tahmin edemeyeceğim kadar çok pencereler açtı ve daha önemlisi okuyarak gezmiş olduğum o yörelerin hepsini görmemiş olsam da, o yaşta tahayyül etmemiş olduğum yöreleri gezmiş oldum. Çocukluğumdan beri oyunculuğa merakım; dikkat çekmek, şaşırtmak, mükafatı olarak da sevgi ve ilgi görmek içindi. Bu anlamda kendime vadetmiş olduğum ideallere kısmen kavuşmuş olduğum için mutluyum.

‘KAHVEDEKİ TORTU GİBİ ESERİN TORTUSU ÖNEMLİ!’

  • Yetişip gelirken Binbir Gece Masalları’nı okuduğunuzda aklınızda kalan en önemli olgu neydi?

Yıllar geçse de bir eserin özünde kırışmayan öğeler vardır, bayatlamayan ve günümüzde tüm tazeliğini koruyan mesajlar… Başka bir deyimle; o eserin ne kadar modern olduğunu farkedersiniz. Binbir Gece Masalları son derece modern bir eser. Asırlar önce, 500 yıl önce yazılmış olsa da günümüzde hâlâ tazeliğini muhafaza ediyor. Bize hâlâ söylediği kalıcı mesajları var. Bir kahve içersiniz, kahvede bir lezzet vardır, bir de tortusu vardır. Çok önemli bir eseri okuduğumda; tortusuna, ne kalıyor, ona bakarım. Binbir Gece Masalları’nın tortusunda; beni hâlâ 49 yaşında, kendimi sorgulamama yardımcı olan, hayata objektif bir pencereden bakmayı öğreten emareler görüyorum.

  • Ve tesadüfün bu kadarı… Arjantin dönüşü ilk rol aldığınız oyun Binbir Gece… Çiğdem Hanım’la (Tunç) görüşmeye gittiğinizde size teklif edilen oyunun, başrolün, Binbir Gece Masalları olduğunu öğrendiğinizde ilk aklınızdan geçenler?

Yani bu da çok ilginçti gerçekten. Bizler oyuncu olarak seçilen insanlarız. Bu seçim içerisinde de ‘Al bu rolü, bu başrol senin’ denilmesi gururunuzu okşuyor tabii. Bu anlamda gerçekten de beni görebilen ‘İşte aradığım oyuncu bu’ deyip de, bu bahisi, bu meydan okumaya karar veren Çiğdem Hanım’a bu röportajdan istifade ederek teşekkür ediyorum. Yarın birisi özgeçmişinizi istediği zaman ‘Binbir Gece Masalları oyununda başrol oynadım’ diyebilmek bir oyuncu için çok önemli.

‘DEĞİL HASTA OLMAYI, ÖLMENİZİ BİLE YASAKLIYORUM!’

  • Kendi sanat kariyeriniz için bu oyunu nasıl değerlendiriyorsunuz peki?

Bu oyundan önce Arjantin’de komedide oynadığım son iki oyunun akabinde Türkiye’ye döndükten sonra ilk oyunda da bir başrol olarak devam etmek size sorumluluk veriyor. Tiyatronun şöyle bir özelliği vardır; bir ağaç düşünün, ağacın gövdesi var, sonra dalları var, dalında yapraklar var, dalın bazı yapraklarını budama yaparsanız ağaç ayakta kalır, sıkıntı olmaz. Ama siz başrol olarak o gün formda değilseniz, enerjiniz düşerse, bu, oyun arkadaşlarınıza yansır, oyun keyifle oynanmaz. Dolayısıyla başrolün getirdiği bir sorumluluk duygusu var, kabul ettiğinizde büyük bir şeref duyuyorsunuz. Çünkü sonuçta başrol demek adı üstünde oyunun başı. Paris’te okurken hocamız Jean Darnel bize şunu söylerdi; “Değil hasta olmayı, ölmenizi bile yasaklıyorum.”

‘TİYATRO FOTOĞRAF GİBİDİR!’

  • Tiyatro yorum işidir. Oyuncuyu yazarın ağız ulağı olmaktan da kurtarır, yerin kulağı olmaktan da, kendini bulamamaktan da! Bunlardan başka tiyatroyu soylu kılan ögelerin neler olduğunu sorsam

Tiyatro öncelikle şiirsel bir dile sahip bir edebi eserdir. Amacı tarihsel, sosyolojik, ekonomik, kültürel düzeni, konjonktürü, ortamı, bizi anlatır. Yani aslında bir fotoğraf gibi, bize bir şey anlatmaya çalışıyor. Ama dünya sabit değildir, dünya evrimleşen bir öğedir. Dolayısıyla sabit bir eser nasıl hareketlendirilir, ona nasıl bir dinamik katarsınız, asıl soru budur. Dolayısıyla burada amaç; ‘Bir zamanlar bir dağın tepesinde böyle bir medeniyet varmış, insanları bunu yapıyorlarmış’ı anlatmaktan çok, içindeki mesajı alıp günümüze onu tercüme edebilmektir. Ve içinde bir sitem varsa, içinde bir ukde varsa içinde, bir itiraz varsa, tüm modern, tüm çağdaş felsefe içeriğini günümüzün diline uyarlamak, günümüzün diliyle 1000 sene önce 2000 sene önce 3000 sene önceki bir diyalektiği ortaya koyabilmek sanatıdır, benim gözümde tiyatro.

‘KARŞILIK BEKLEMEKSİZİN SEVGİ VARSA, HAYATA MASALSI BOYUT KATABİLİRİZ!’

  • ‘Aşk varsa eğer masal devam eder’ diyor masal oyununuz. Masaldan gerçeğe dönersek, hayatta aşkı neler devam ettiriyor ve yaşanır kılıyor?

Aşk her şeyin temeli. Karşılık beklemeksizin sevgi varsa eğer, hayata masalsı bir boyut katabiliriz. Sigmund Freud ne diyor? Bir çocuk ölümcül olduğunu idrak ettiği andan itibaren yetişkinlik evresine adımını atar. Madem bu hikayemizin bir sonu olacağını biliyoruz, iki seçeneğimiz var. Ya bu hayatı cehenneme dönüştüreceğiz ya da ona şiirsel bir renk vererek her bir anımızı resmedip, pişmanlık duymadan ve ukde kalmadan, her bir sonun yeni bir başlangıç olacağına inanarak anka kuşu gibi her nerde misafir olarak tekrar ayıltılacaksak, masala devam edeceğimiz huzuru ve inancı ile kalan ömrümüzü şölene dönüştürmeliyiz.

‘TAŞRA TAŞRA GEZEN MOLİERE’DEN FARKIMIZ YOK!’

  • Türkiye’nin her köşesine, Van, Bandırma, Merzifon, Adana, Isparta, Keşan, Ayvalık gibi birçok şehrine gittiniz oyunla. Sanata meraklı insanlara, en uzaktakilere bile, onlara gitmenizin yanı sıra görsel şöleninizin ve iç dünyanızın da beslendiği yerlerdir turneler, dersem…

Aynen öyle… Sanat, tiyatro hareket halinde olmanızı sağlar. XIV. Louis’in aristokrat ve haliyle burjuva olan bir mobilyacısı vardı, adı Jean Poquelin’di. Poquelin’in oğlunun da babası gibi altın harflerle yazılmış bir kaderi vardı. Ancak o bir sarayın güç, varlık, şöhret dolu bir düzeninin esiri olmaktansa çadırı ve arabasıyla, kendisi gibi hayalperest birkaç dostuyla kasaba kasaba, taşra taşra dolaştı. Yol boyunca eserler yazdı. Yaşadığı dünyayı hem bir tanık hem bir isyankar olarak anlattı. Kimi zaman 10 kişiye, kimi zaman 20 kişiye, kimi zaman 50-100 kişiye oynadı. İflas etti, hapishaneye girdi ama hiç pes etmedi. Daha önemlisi babasından hiç destek istemedi. Destek istemeyi bırakın bir kenara, o dönemde oyuncu olmak o kadar günah bir işti ki, adını bile ailesini korumak için değiştirdi. Onun adı Moliere’di. Günümüzün teknolojisi biraz ilerledi ve bizleri ineklerden, inekleri de bizden kurtardı. Ancak biz de Çiğdem Tunç Tiyatrosu olarak çok farklı bir mantaliteye sahip değiliz. Ülkemizi kasaba kasaba dolaşarak Karadeniz’den Ege’ye, Akdeniz’den Güneydoğu’ya… Her yere hatta Uzakdoğu’nun en ücra noktalarına giderek tiyatroyu yaymak misyonumuzun bir parçası. İşin bu kısmı sayesinde iç dünyamızın gelişmesini, genişlemesini, renklerinin çoğalmasını sağlamanın imtiyazını yaşıyoruz.

‘OYUNCU; SEYİRCİYE NE KATTIĞINI, NE KADAR KEYİF VERDİĞİNİ KENDİNE SORMALI!’

  • Hangi anlarda ya da durumlarda ‘İyi ki tiyatro yapıyorum. İyi ki oyuncuyum’ diyorsunuz?

Ne zaman tiyatro yaptığınızdan dolayı mutluluk duyarsınız biliyor musunuz? O seyircinin alkışını, sessizliğini veyahut da gergin bekleyişi içerisinde sizi elleriyle tuttuğunu hissettiğinizde, size; konuş, anlat, ya sonra, ya sonra? Bakışlarında ‘Ya sonra’ merakı… Bir hikaye başladı mı, ‘Ya sonra’ dedirtiyorsa sana seyirci, sen o seyirci ile irtibatı kurmuşsan, onunla tek vücut haline gelmişsen ve akabinde terli terli, selam sırasında parapsikolojik bir yöntemle ‘Sağ ol, var ol, teşekkür ederim, bana bu gece çok iyi bir hikaye anlattın, beni kandırdın, beni benden alıkoydun’ dediğini hissediyorsan alkışlarında, işte o zaman senden daha mutlu insan bulamazsın dünyada. Bazen röportajlarda okuyorum; ‘Oynarken çok keyif aldım, çok zevk aldım.’ diye… Tamam güzel de, ne kadar keyif verdin? Ne kadar zevk verdin? Bence kendisine bunu sorması lazım. Çünkü sen maden işçisi değilsin, sen tehdit ya da baskıyla gitmedin o sahneye. Oyunumuzda bunu başardığımızı düşünüyorum, yani zevk vermeyi. Kendin için değil, başkalarının hayatına ne kadar bir şey katarsan mutluluğun bir o kadar katlanır.

‘ÖDÜLLER; PASTANIN ÇİLEĞİ, ÇİKOLATASI!’

  • İki ödül de aldınız ‘Yılın Oyunu’ olarak. Malzemeleri alınan, hazırlanan, pişirilen, sunulan şık bir yemek veya pasta tadındadır tiyatro. Peki ya ödüller…

Ödülleri küçümsemek için söylemiyorum bunu, kaygısız kaldığım düşünülmesin. Minnet duygularımla beraber asıl ödülün; sevenlerin sizi yürekten alkışlaması, oyundan sonra size sarılıp ağlaması ve hatta size sosyal medyadan binbir teşekkür etmesi… Bu ödüllerin en büyüğü. Onun dışında A ödül vermiş, B ödül demiş, C ödül vermiş, bu pastanın çileği, çikolatası. İnsanın gururunun okşanması güzel bir şey elbette. Özellikle de meslektaşlarınız tarafından takdir gördüğünüzde çok mutlu olursunuz. Arjantin’de haftada 6 çarpı 2 yani 12 temsil veriyorduk. Dilerim bir gün Türkiye’nin her bir köşesinde tiyatrolarımız haftada 6 kez sahne açar ve gerçek bir endüstri haline dönüşür. Bu, ödüllerin en büyüğüdür benim gözümde.

‘TİYATROYLA EKSİK PARÇALARIMI BULUYORUM!’

  • Oyunda üç farklı karakteri canlandırıyorsunuz. Oyuncunun gerçek hayatta olmak isteyip olamadığı tüm durumları, olguları meslelekleri olma, yaşama, anlama alanıdır tiyatro. Size, kendinize, içinize ait neleri fark ettiriyor?

Oyunculuğun en çok bana keyif veren tarafı şudur; sabit değildir, sabit olmak hiç hoşuma gitmiyor. Seyahati, ruhlarda seyahat etmeyi severim. Mekanları görmek isterim. Bugün köye giderim, ertesi gün Fransa’ya… Sabit kalmaktan kastım şu; bana Merkez Bankası’nın genel müdürlüğünü verseniz, ofiste sabah saat 8:00’den akşam 17:00’ye kadar çalış deseniz ve dünyanın en iyi maaşını verseniz, dünyanın en kötü banka genel müdürü olurum. Oyunculukla sadece mekanlara değil, ruhlara da seyahat ediyorsunuz. Ruhları geziyorsunuz, ruhları gezerken de o bahaneyle kendi iç dünyanıza seyahat ediyorsunuz. Ve ne görüyorsunuz biliyor musunuz; kendinizin de bir evrim içerisinde olduğunuzu, evrim geçirdiğinizi görüyorsunuz. Dün çok hassas olduğunuz bir konuya bugün artık önem vermediğinizi görüyorsunuz. Dün hiç umursamadığınıız bir şeyin, birden sizin için çok değerli olduğunu görüyorsunuz. Dün dalga geçtiğiniz şarkıların sizi ağlattığıını fark ediyorsunuz. Dün sizi coşturan, ağlatan eserlerin bugün ne kadar ahmakça olduğunu fark ediyorsunuz. Tiyatro; evrimleşen bu karakteriniz, kişiliğiniz esnasında sizi esnetip, eksik parçalarınızı bulmanıza yardımcı oluyor.

‘YETENEK, YER ÇEKİMİNDEN ÇIKMIŞ HÜR BİR ELEKTRONDUR!’

  • Onlara oyunla ilgili paylaştıklarınız kadar, ekipteki genç ve yetenekli oyunculardan heybenize kattıklarınız neler?

Ekibimizde genç arkadaşlarımız var, birbirinden yetenekli kardeşlerimiz… Onlardan çok şey öğreniyorum, onların sayesinde kişiliğimin, oyunculuğumun bazı tozlanmış noktalarını süpürüp güncelleştirmeye, geliştirmeye çalışıyorum. Tecrübe güzel şey ama yetenek tanrısal. Yetenek kalınlaşmaz, yetenek yaşlanmaz. Yetenek zaman öğesinin dışında, yer çekiminden çıkmış hür bir elektrondur. Yetenek brüt bir şeydir. Onu siz yontarsınız ama deneyimleriniz ve hayat hikayeniz ona şekil verir. Biraz da şansınız varsa evrenselleşirsiniz. Dolayısıyla ben gençlerden, en azından bu oyun esnasında, çok güzel şeyler gördüm, çok güzel şeyler öğrendim. Onlara müteşekkirim. Onların benden bir şey öğrenip öğrenmediklerini bilmiyorum, kendilerine sormak lazım ama ben kendi payıma düşen minnet duygularımı dile getirmek istiyorum.

‘AĞLARKEN SAMİMİYİZ AMA ACI ÇEKMEYİZ!’

  • ‘Oyunculuk kusur oynamaktır’ demişti bir oyuncu. ‘Kusuru kusursuz oynamaktır’ demiştim ben de. Siz ne dersiniz bu paydada, nedir oyunculuk?

Türkiye’de ‘oynamak’ diyorlar. Mesela Batı kültüründe oynamak değil de tercüme etmek diyorlar. Neden tercüme etmekten bahsediyorlar? Çünkü siz kendinizi oynamıyorsunuz. Mesela ben kimin umurundayım; ailemin, dostlarımın, arkadaşlarımın dışında… Onlar beni önemser o tamam ama, 500 seyirci Ergün Demir’i görmeye gelmez ki! Ergün Demir’i Hamlet karakterinde görmeye, Şah Şehriyar karakterini tiplemesinin dertlerini dinlemeye geliyor. Coşkusunu, mutluluğunu, soru işaretlerinden düğümlerin çözülme esnasında yaşadıklarını… Yani Şehriyar’ın türlü türlü puzzle parçalarından bütün bu karmaşık yüzeylerini seyirciye kim aktarır? Biz, tercüman, o tercümanın adı Türkiye’de oyuncu. Neden oyuncu? Çünkü bütün bunları yaparken acı çekmemelisiniz, eğlenmelisiniz. Tiyatroyu eğlenerek yapmalısınız. O yüzden eğlenmeyi burada oynamak diye adlandırıyoruz. Yani siz sahneden çıkınca mutlu ve huzurlu olmalısınız. Çünkü sahnede gerçeği oynadınız, gerçekten daha çok samimi olmayı denediniz. Bunu yaparken oynayarak yaptınız. Bu noktada oyuncular için samimi yalancılar diyorum.

  • Neden samimi yalancılar?

Çünkü bir şeyi oynarken, tercüme ederken samimiyiz, ağlarken samimiyiz ama acı çekmeyiz. Peki nasıl olur da ağlarsınız acı çekmezseniz? Çünkü yalancıyız. O yüzden oyunculara samimi yalancılar diyorum.

  • Müşfik Kenter’in, “Önce insan olun, duygu sizden, içinizden gelsin, sonra duyguları oynadığınız karaktere büründürün. Sonra da keyfini çıkarın” dediğini göz önüne alırsak; duygularınızı karakterle buluşturduğunuz hangi roldü keyfini çıkardığınız?

Cyrano De Bergerac karakteri kesinlikle. Cyrano’yu oynadığımdaki sözleri hâlâ aklımda, ruhumda yankılanıyor cengaver filozofun. Hayatımı değiştiren eserlerden biri de Antoine de Saint-Exupery’in Küçük Prens’i… Ki Küçük Prens beni oyunculuğa iten eserdi zaten on yaşımda. Fareler ve İnsanlar’ı da derim aynı anda. Her bir eser farklı bir şeyler veriyor sana, farklı bir şeyler katıyor ama Cyrano de Bergerac’ı, Steinbeck’in Fareler ve İnsanlar’ını tanımamış olsaydım, oyuncu olarak bir şey eksik kalırdı.

‘METİN YAZARLARI OLMAYAN ÜLKENİN TİYATRO EKOLÜ OLMAZ!’

  • Peki ülkemizde tiyatroyla ilgili en önemli şey nedir, eksik olan?

Güzel bir noktaya parmak bastınız. Şu ülkede tiyatro ne durumda, bunu görebiliyoruz, yorumunu yapabiliyoruz. Bir ülkenin tiyatrosuyla anılması için bir olmazsa olmaz vardır, o da tiyatro metin yazarları. Sen dünyanın en büyük yazarlarının, eserlerinin, sahnelerinin olduğu gibi tiyatro kültürüne sahip olmak istiyorsan ülkende tiyatro yazarları olacak. İngiltere’de İngilizce konuşuyor musun diye sormuyorlar sana yurt dışında, Shakespeare’in dilini konuşuyor musun diyorlar. Fransızca konuşuyor musun diye sormuyorlar sana, Moliere’in dilini konuşuyor musun diyorlar. Almanya’da Goethe’nin dilini konuşuyor musun diye soruyorlar, İspanyollar için Cervantes’in dilini soruyorlar sana. Dolayısıyla ülkemizde tiyatro metin yazarları artmadan, tiyatro metin yazarlarımızı desteklemeden ülkemizde tiyatro kültürü, ekolü olduğunu söylememiz mümkün müdür?

‘SANATIN, İNSANLARI MUTLU ETMEK GİBİ BİR AMACI YOK!’

  • Sanat insanların yaşamına daha yakın olsa, şiddet eğilimi azalır mı? 

Sanırım evet, ama insanlar daha mutlu eder mi? Sanırım hayır! Bütün mesele şu, sanatın; insanları mutlu etmek, insanları evcilleştirmek ya da insanları daha uysal yapmak gibi bir amacı yok. Sanat; insanların dünyalarına, daha önceden hazır olmadıkları, tahayyül etmedikleri farklı ebat, farklı boyutlar katmaktır. Yoksa sanata değil zanaata geçiyoruz. Kapalıçarşı’ya giriyorsunuz, türlü türlü zanaatkarlar işlerini yaparken konsantreler ve o şiddetten yoksunlar. Çünkü o konsantrasyon gitti mi, bir objenin tekrarını yapamazsınız. Halbuki bir sanatçının yaptığı her bir şey yeganedir, içindeki şiddeti, eserine de transpoze edebilir, aktarabilir. Mesela Munch’un ‘Çığlık’ eserini izleyin, şiddeti orada görüyorsunuz. O eseri gördüğünüzde kafanıza bir mermi yiyor musunuz bilmiyorum ama şiddeti nasıl tanımladığımıza bağlı.

‘KERİMAN ULUSOY’U TANIMASAYDIM, MESLEĞİMİ TÜRKİYE’DE İCRA ETMEZDİM!’

  • Akreple yelkovan arasında gizli olan bir ‘an’ var, insanın ömründe, eğer şanslıysa. Sizin akreple yelkovan arasındaki o bir ‘an’ınız neydi, hayatınıza baktığınızda?

Paris’te okurken, İstanbul’daki Fransız Başkonsolosluğu’nda görev yapmış Mercier ailesiyle tanıştım. Bu aile sayesinde, 70’li yıllarda, televizyonda Enrico Masias, Ajda Pekkan, Ayla Algan, Barış Manço gibi efsaneleri Fransız devlet kanalında sunan rahmetli üstad Mehmet Ulusoy’un eşi Keriman Ulusoy’u tanımamış olsaydım, büyük bir ihtimalle hiçbir zaman Türkiye’ye gelip mesleğimi burada icra etmezdim! Amerika’ya gidecektim, Avrupa sonrası. Türkiye aklımda hiç yoktu. Dolayısıyla şu an Türkiye’de yaşıyorsam, kariyerimi burada sürdürüyorsam bunu rahmetli Keriman Ulusoy’a borçluyum. Keriman Ulusoy bana Meral Çetinkaya’dan, Atıf Yılmaz’dan, eşi Mehmet Ulusoy’dan bahsetti. Onun sayesinde yirmili yaşlarımda Türkiye’de tiyatro kültürünün olduğunu öğrendim.

  • Türkiye de bir şeyler yapmak Brezilya’da kumsalda atkı satmaya benziyor. Ülkemizde durumun böyle olmasının altında yatanlar?

Şu kadarını söylemek istiyorum, Türkiye genç bir demokrasi ve ülkemiz ne istediğini henüz bilemiyor. Doğu ile Batı arasında iki sandalye arasında oturmaktan bir gün mutlaka kurtulması gerek. Ben doğruya sahip değilim sadece Türkiye’nin bir nehir akıntısına kapılıp gittiğini ama artık hangi yakaya yakınlaşmak istediğine karar vermesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü karar veremezsek akıntı salımızın karşıdaki kayaya çarpmasına sebep olacak. En iyi ihtimalle aktığı denizin ortasında bırakacak bizi. Afallayıp, pusulasız, çevremize bakınca, gözlerimizi ovup, 360 derece uçsuz bucaksız boşluk gördüğümüzde asıl acı işte o zaman bizi bekliyor olacak.

Söyleşi: Melike Birgölge

Başa dön tuşu