Sır – Ulaş Karakaya yazdı…

Bazen bir kitap bazen satır arasındaki kısa bir cümle hayatınızı yeni baştan sorgulamanıza neden olabilir.İnandığınız tüm düşünceler bir anda alt üst olduğu için içsel bir değişim ve hesaplaşma kaçınılmaz olacaktır…Gerçek tüm içtenliğiyle sizi çağırmaktadır…Işık yolunuzdur…
Her şey sadece bir cümleden mi ibarettir ?
Sırrın ve gerçeğin peşinden gitmeyi çocukluktan beri seviyordum…Belkide o yüzden sırları kovalıyordum…
Bu yazı çok uzun bir yazımın ve araştırmanın sadece kısaltılmış bir bölümüdür…
Bir dönem, tarihin en önemli trajedi yazarı Şekspir’in o yazıları yazmadığını öğrenmek beni hakikaten üzmüştür.Şekspir’in okuma yazma bilmeyen bir ailede yetiştiği ve sarayda dönen entrikaları sarayın içinde olmadan bu kadar iyi anlatamayacağı tezini savunanları haklı bulduğumda Şekspir’in esasında Francis Bacon olduğunu düşünenlerin azınlıkta olmadığını keşfediyordum…
Francis Bacon tüm yazılarını Şekspir takma ismiyle mi yazıyordu.Şekspir’in günümüze ulaşan tek bir mektubu-günlüğü olmaması bu kanıyı güçlendiriyordu. Edward De Vere’nin de Şekspir olduğunu söyleyenlerde azımsanmayacak kadar çoktu.Onların görüşüne göre ise bir soylu olan De Vere’nin soyluların yayımlanmak üzere şiir ya da ticari amaçlarla tiyatro eserleri yazmaları yasaklandığı bir dönemde Şekspir’in ismini kullandığını vurgularlar…
Pir Sultan’ın yaşamadığını okuduğumda ise bir hayalkırıklığı yaşadığımı söyleyebilirim.Yazar Erdoğan Çınar yeni bir yol açmış ve sorgulamıştı.Hakikaten doğru mu söylüyordu ?
Uzunca zaman araştırıp okuyunca yazara tamamen hak verdiğimi söyleyebilirim.Tabuları yıkıyordu….Yıkanları toplum sevmiyordu.Alevi toplumunun bir kısmı yazarı topa tutuyordu.Ama ortaya sundukları gerekçeler ile yazarın söylediklerini çürütemiyorlardı.Çünkü Pir Sultan’ın yaşadığına dair tek bir yazılı kaynak mevcut değildi…
Yazar, Pir Sultan hikayesinin aslında 7.yüzyılda Şebinkarahisar kilisesini kuran ve orada 27 yıl vaaz veren Konstantin Silvanus isimli bir Hristiyanın yaşam hikayesi olduğunu söylüyordu. Silvanus ile ilgili resmi kayıtlar varken 16.yüzyılda yaşadığı söylenilen Pir Sultan ile ilgili tek bir kayıt mevcut değildi !
Pir Sultan söylencesinin sonu Silvanus’un sonuna çok benziyordu…Silvanus’ta bir isyancıydı…
Alıntılıyorum…
”İmparator İV. Konstantin 680 yilinda Simeon adinda bir papazi askerler esliginde Sebinkara-hisar’a gonderdi. Simeon, Silvanus’u ve yandaslarini tutukladi.
Silvanus’un karsisina muritlerini dizdi ve, olmek istemiyorlarsa mursitleri Silvanus’u taşa tutarak oldurmelerini istedi.
İmparator Konstantin’in Şebinkarahisar’a gönderdiği Silvanius’un en güvendiği piri, yoldaşı Justus’un kafasına attığı taş gibi padişahın Sivas’a gönderdiği Hızır Paşa’nın emriyle dar ağacına giden Pir Sultan Abdal’ın bu kez müritleri tarafından taşlanmasıyla karışacaktır. Çünkü Silvanius’un taşlanması Bizans kayıtlarında varken, Pir Sultan Abdal’ın taşlanmasına dair Osmanlı’da hiçbir belge yoktur…”
Üzüntümü çok çabuk aşmayı öğreniyordum.Pir Sultan’ın yaşayıp yaşamamış olması artık önemli değildi.Önemli olan bir isyan ve başkaldırı felsefesinin çağları yararak ve isimler değiştirerek devam etmesiydi….
Pir Sultan ile başlayan arayışım uzun soluklu bir araştırmaya dönüşüyordu…Materyalizm ile çevrilmiş düşüncelerimin kırılma noktasıydı…Her şeyin büyük bir sırdan ibaret olduğuna ve bu sırrı yakın olup saklayan gruplar içinde Luviler ya da Aleviler olduğunu düşüncesini gün geçtikçe daha güçlenerek artıyordu.Asimile olmuş bir luvi olarak bu tür bir sırrın peşine düşenlerden olmak tesadüf olamazdı …
3000 bin kitap okumuş ve Mu Kıtasının peşine düşmüş yaşamının son yıllarını bu araştırmalara adamış ve fantastik olmak ile suçlanmış Mustafa Kemal Atatürk bir çılgın olamazdı.Bir ipucu yakalamıştı.Sırra ulaşmak istiyordu.Tahsin Mayatepek,paşaya durmadan mektuplar gönderiyordu …
Her şeyin bir tesadüften ibaret olmadığını öğreniyorduk.Mu kıtasının eski sahiplerinin durugörü dedikleri yetenekleri oldukça fazlaydı.
Benzer bir felsefeyi ve inanış sistematiğini devam ettiren Hintlilerin Mihracesinin özel dokuttuğu bir seccadeyi Türkiye ziyaretinde Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’e armağan etmesinin ilginç bir tarafı elbette yoktu…Yıl 1929’du
Seccadenin üzerinde bir saat vardı ve saat 9.07’yi gösteriyordu. Mustafa Kemal Atatürk‘ün resmi ölüm saatiydi…Halının üzerinde kasımpatı motifleri vardı…
Her şeyin tesadüf olmadığını tecrübelerimizden öğreniyorduk…Kürtün’den geliyorduk.Luvi olduğumuzu çok sonra öğreniyorduk…
Ocağımız Güvenç Abdal ocağıydı ve pirimiz Hacı Bektaş’ta yatmaktaydı.Sandukasının üzerinde Mu imparatorluk arması olması ise işin tesadüf olmayan kısmıydı !
Sırların peşinden gidiyorduk…Gerçeğe yalnız gerçeğe yürüyorduk…Bazen Silvanus,bazen Pir Sultan,Bazen ateşler içinde 35 can…İsyan ediyorduk ve tüm kadim halkları seviyorduk…Çünkü sır sevmekle başlıyordu insanı…
Ulaş Karakaya