KÖŞE YAZILARIVeysel Boğatepe

‘Söz Çerçisi’nden Hayat Bilgisi Dersleri – Veysel Boğatepe yazdı…

Yazın dünyamızın üretim kapasitesinin ve kalitesinin ölçütünü şehir meydanlarındaki billboardlar ile metro istasyonlarındaki dijital ekranlarda dakka başı dönen reklamlar belirlemiyor elbet fakat toplumun gözbebeğine sokulanlara bakılırsa – ki bakın-  küresel kapitalizmin en dandik ürünü hatta sanatı ve edebiyatı, süslü ambalajlar içinde veya kapaklar altında topluma kakaladığı görülecektir. Neredeyse her alanda programlı yürütülen çölleşme ve yozlaşma sonucunda bireyi, değil toplumdan soyutlanmak kendisine bile yabancılaştırmıştır. Yabancılaşma beraberinde panoptik teşhirciliği getirmiş, sonucunda ise tek tip ve hibrit (melez) bireylerden kitleler oluşturmuştur. Zaten Yılmaz Gruda’nın eleştirisi, karşı duruşu da buradan itibaren başlıyor.Yani insan yerine yaşamımızı planlayan, organize eden yapay zekâlı, akıllı telefonlardan başlayıp, uçak, otobüs, si di, telgraf, müzik seti vb. gibi teknolojik ürünlere, nesnelere, objelere, kişilik, kimlik kazandırıyor ve bir de “adam” sıfatı yükleyerek kimi zaman tek, kimi zaman da koro halinde karşısına alıp konuşuyor, onları konuşturuyor.

En başta söylemeliyim ki, Yılmaz Gruda’nın “karşı roman”ını tuğla kalınlığındaki romanlardan ayıran en mühim fark “mesafe”dir. Anamalcı sisteme karşı eleştirisini yaparken bile bahaneler üretmez, lafını doğrudan söyler ancak mesafeyi de daima korur. Yazın-edebiyat atölyelerinde yazıcı yetiştirenlerin “romanın giriş yazısı önemlidir” söylemine ya da Fransız Romancısı Güstav Filobert’in (okunduğu gibi) tek bir sözcüğün daha yetkinini bulmak için Paris’te iki tur atarmış rivayetine karşı Gruda, romanın girişine bodoslama dalıyor. Kimi nesneleri, kavramları adam’a yazıyor ve iki adet de final kotarıp novella’ya noktayı koyuyor. Sözcüklerle cebelleşmek, muadilini aramak yerine dağarcığında olanları boşaltıyor ama yerine başka kelimeleri, kavramları, sözcükleri doğurma sanatının (mayötik) içinde tekrar yoğurup, alaysılama ile bütünleştirerek yeni karşılıklar, anlamlar çıkartıyor.

Söz çerçisinin novella yolculuğu

Yılmaz Gruda ile yolculuğa çıkmadan evvel beklentilerinizin, umutlarımızın söze dökülmüş, sözcüğe sığdırılmış hali olan “gelir, ergeç” söyleminin yanılgıdan ibaret olduğunu bilin ve yola öyle çıkın. Ama yola çıkarken de yol arkadaşınızla hangi tercihli yolun bizi nereye ulaştıracağını, yol ayrımlarını, kavşaklarını iyi hesap etmemiz gerekiyor. Aksi halde her yanlış çıkış, başlangıç noktasına geri dönüş olacaktır. Öyleyse başlayalım ama bu yolculuğun, üç tarafı denizlerle çevrili olmasına rağmen sahil kenarında iyot, oksijenle zihnini berraklaştırmak yerine AVM gibi yapay ve sentetik fanuslar içinde öbek öbek yığılıp, karbonmonoksit sensörü ile ayılacağını zannedenlere göre olmadığını da hatırlatalım. Çünkü çıkacağınız yol, petrol atığı otobanların şağ şeridinde moloz yüklü kamyonların selektör, sol şeridinde ise tamamı yabancı menşeli otomobillerin hız denemesi yaptığı yol değildir. Şayet sabırla buraya kadar okuduysanız, buradan sonrasına karışmam çünkü bu yoldaki referansınız Yılmaz Gruda’dır. Birlikte çıkacağınız yol ise 96 kilometrelik, patika, keçi yoludur ve dikenlidir. Ancak aynı zamanda renklerin envai çeşidini görebileceğiz bir yoldur. Ademoğullarına şimdiden HAYIR’lı yolculuklar…

Yılmaz Gruda’nın yolculuğu, karşılığı olmayan “merhaba”larla başlar. Bazen kısa bir soluklanmanızda Bektaşi ile iki kelâm eder, kimi zaman Hoca Nasreddin’den bir fıkra anlatarak mevzunun kuyruğuna düğüm atar, bazen de lafın en uzununu aptala söylemekten üşenmez. Adeta sözün ve söylemin çilingiri gibi gezinirken yazın coğrafyasında, her hikâyenin temasına uygun başlıklar açar, özünü güncel konulara dayandırırken pek tabii ki kendi dirseğini de masaya dayayarak durum komedilerini, gülünçlüklerimizi özgünleştirir. İçindeki “ben”i zaptedemeyip hava limanlarına kaçak girse de amacı “mil” toplamak değildir. Kezâ otobüs garajlarına destursuz girmesinin de başka bir nedeni yoktur. Yek ve tek amacı, ikisinin arasına bir parantez açıp mesafeyi korumak ve mekânik sohbetin yavanlığından kurtulmak için lakırdının arasına lirik dizeler sıkıştırmaktır.

Aldı Yılmaz Gruda, bakalım ne dedi?

Gelir çöker karşıma, hiçliğini yudumlar
Koltuğunun altında gezdirdiği divanlardan üretir şiirlerini
Kitaplarını, kitaplardan
Ondan, bundan özgeçmiş
Çırpınış sözcüğünü yaratan da o dur
Kendini gömende o, bu kent denilen mezbeleye…

Der ve keser. Keser döner, sap döner ve sıra yine Gruda’ya gelir. Bu defa maymuncuğu kilide, kalemi kâğıda indirip saray artığı Serbülent hanım ile Tophane-i Hümayun’dan emekli Miralay Hayri bey’in geçmişini döker karşı roman’a… Diğer yandan bir devrin kapılarını açıp, diğerlerini kapatır. Çadır tiyatrolarından, kavuklu ile Pişekâr’dan örnekler verir, soyut-somut kavramlardan girer, yenidünya düzenine teyyare ile pike yapıp, yeniçağın dijital kapılarının şifreleri kırar ve açar. Makinelerin arasında insan arar, aslolanı bulmak için her yol, yöntem ve dili kullanır, bulduklarını kendi olmaya, öz’e dönmeye çağırır. Lütfen fark etmeyiniz!

Gruda’nın konuştuğu makinelerle bir alıp vereceği yok aslında onları icat edip, konuşturanlara sözü var. Bu yüzden insanlarla konuşmanın çaresizliğine alternatif olarak yaşamımıza dâhil ve de müdâhil olan cihazlarla sorunları masaya yatırıp ameliyat eder, açtığı yaraları çift dikişle kapatarak insanlığın çöküşüne çözümler arar. Bulur mu bilemem amma velâkin her hamamın külhanı olduğunu bilirim bilmesine de karşı hamam denilince de ilk akla gelecek olanın Yılmaz Gruda olduğunu şappadan söyleyebilirim. E buyrun o halde, Gruda ile “Orta-3 Hayat Bilgisi” dersine…

Veysel Boğatepe

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu