“Sözcük Türetmek” – Kemal Ateş yazdı…
Örneğin, 8. yüzyılda Uygur metinlerinde görürüz ilk türetilen sözcükleri.
Türk dili tarihinde “sözcük türetmek” sanıldığı gibi Cumhuriyet dönemine özgü değildir.
Epey eskilere gider. Sandığımızdan da eski…
Örneğin, 8. yüzyılda Uygur metinlerinde görürüz ilk türetilen sözcükleri.
Uygurlar, Budizm ve Manihaizm metinlerini kendi dillerine çevirirlerken, Uygurcada bulunmayan kavramlara karşılayacak sözcük türettiler. Bizde ilk sözcük türetme işi de Uygurlarla başlar.
Osmanlı şunu anlayamadı; bir dil belli bir halka dayanır. Halka, halkın konuşma diline dayanmayan dil olmaz. Yaşayamaz. Osmanlıca bir halka dayanmıyor, adeta sözlüklere dayanıyordu. Arapça, Farsça sözlüklere dayanan dünyada başka örneği olmayan tuhaf bir dildi. Ben “tuhaf” diyorum ya, Ziya Gökalp daha sert bir söz kullanır, ama daha doğrusunu söyler, “hastalıklı bir dil” der Osmanlıca için. Bilinen bütün diller halkın konuşma diline dayanırken, Osmanlıca konuşma dilinden uzak bir dildi, bu nedenle Gökalp hastalıklı sayıyordu, tedavi edilmeliydi. Osmanlıca gerçek anlamda bir bilim dili olamadı. Padişah II. Mahmut döneminde Tıbbiyei Şahane (1827) açılırken Osmanlıcanın yetersizliği nedeniyle derslerin Fransızca yapılmasına karar verilmişti. Oysa II. Mahmut’un gönlünde yatan bu eğitimin kendi dilimizle yapılmasıydı. Şu sözler kendi dilinin önemini anlamış bir padişahın sözleridir:
“Tıp bilimini tümüyle dilimize alıp gerekli kitapları Türkçe olarak düzenlemeye çalışmalıyız.(…) tıp bilimini öğretip yavaş yavaş kendi dilimize almak, ondan sonra memleketin her yanında Türkçe olarak yaymaktır.”
Görüldüğü gibi padişah kendi dilimizde eğitim istiyor ama Osmanlıca yetersiz. O yıllarda Batı dillerinden geçen terimlere, kavramlara Arapçaya dayanarak karşılıklar arandı. Yeni sözcükler bulunmalıydı. Batı dillerinden gelen terimler için, örneğin “damar”a şiryan, “omurga”ya azm-i batn dendi. Bu yapılan iş bir çeşit sözcük türetmedir, ancak halkın anlamadığı bir dille… Yabancı sözcükleri gene yabancı bir dilin sözcükleriyle karşılamak gibi bir tuhaflık yaşandı. Ziya Gökalp Osmanlıcanın felsefi terimleri de karşılamadığını söyler. Batı dillerinden gelen civilisation karşılığı “medeniyet”, idea karşılığı “mefkûre”, kültür karşılığı “hars” kendi dilimizden değil, gene Arapçadan türetilen sözcüklerdir. Bu biçimde sözcük türetme Osmanlı döneminde epey sürdü, böylece Arap’ın da bilmediği Arapça terimler çıktı ortaya. Cumhuriyet’ten sonra sözcük türetme işinde kendi dilimize döndük, yabancı bir sözcüğe gene yabancı bir dilden karşılık arama tuhaflığı son buldu.
Atatürk’ün buyruğuyla dernek olarak kurulan TDK dilimize binlerce sözcük kazandırdı. Bu yeni sözcüklere başlangıçta karşı çıkanlar da sonunda kullanmak zorunda kaldılar. Kapatılan eski TDK başkaydı. Bu Kurum’a yıllarca emek vermiş olan hocam Prof. Vecihe Hatiboğlu, Kurum’un kapatıldığı günlerde DTCF’de dinlediğim bir konferansında Atatürk’ün huzurunda yaptığı bir sunumundan söz ederek gözyaşlarını tutamamıştı. TDK, Atatürk’ün huzurunda sunum yapanlardan alındı, Kenan Evren’in huzurunda sunum yapanlara verildi. Hocam boşa ağlamamış o gün. Kurum sözcük türetemiyor, yabancı sözcükler aldı başını gidiyor. Şimdi Atatürk’ün bu kurumlar için ayırdığı paranın durumunu da tartışıyoruz. Hocam Vecihe Hanım boşa ağlamamış o gün!
Geçen yazımda “skuter” karşılığı “ayakbiniti” ya da “ayakbinitçiği” sözcüklerini önerdim ya…Epey ileti aldım bu konuda, başka sözcükler önerenler de oldu. Eski kurum olsaydı, kimlerin kimlerin tartışmasına sunulurdu bu öneriler… Aziz Nesin söz alırdı örneğin, Fakir Baykurt, Necati Cumalı, Orhan Şaik Gökyay konuşurdu belki de…
Cahit Külebi’yi, Ömer Asım Aksoy’u, hocam Doğan Aksan’ı dinlerdik… Behçet Necatigil pek kürsü adamı değildi, onu da bir köşede yakalar türettiğim sözcükle ilgili düşüncesini sorardım.
TDK bir başkaydı o yıllarda…
“Müsellesi mütesaviyül adla” yerine “eşkenar üçgen”i getirenler ne büyük insanlardı.
Kemal Ateş
Kitap önerisi: Mehmet Seyda, Edebiyat Dostları, Kırmızı Kedi, İstanbul 2019.