KÖŞE YAZILARIMehmet UlusoySANATTAN

Estetik alçaklığın neresinde? – Mehmet Ulusoy yazdı…

Postmodern Yeni Ortaçağ’ın sanat kuramcılarına göre, sanatın toplumsal, insani bir amacı yoktur, olamaz! Sanatçı, eserini üretirken içinde yaşadığı topluma, ulusa ve insanlığa karşı herhangi bir ahlaki sorumluluk duymak zorunda değildir! Yani, güzellik bilimi olarak estetiğin ilkeleri “postmodern çağ”da geçerliliğini yitirmiştir! Dolayısıyla, sanatta gerçekliğin ve toplumsalın karşılığı olan içerik ile bunun söz, nota, renk-çizgi vb aracılığıyla ifade edilişi, yani biçim arasında bir bağ, bir anlam aramak boşuna çabadır!

Sanatı toplumsal ve insani değerlerden, idealllerden, etikten ve ahlaki sorumluluklardan kopartan sanat anlayışı ne kadar doğrudur? Ya da böyle bir sanata gerçek anlamda sanat, onun dayandığı estetiğe de estetik diyebilir miyiz? Öte yandan, küreselci postmodern kültürde her şeyin içeriğinin boşaltılıp sahte bir içerikle yeniden üretildiği gibi sanatın ve estetiğin de sahtesi bütün çeşitliliği ile üretilmiştir.

Okuduğum bir yerlerden hatırladığım kadarıyla, Batılı bir postmodern sanatçının 2001’deki İkiz Kulelere yönelik saldırı için ifade ettiği “müthiş estetik bir olay” nitelemesi, bu konuda ilginç bir örnektir. Aynı şekilde, bir aydın ve sanatçının ulusuna karşı, sanatın herhangi bir türünü kullanarak hainliği olağan insani bir olguymuş gibi sunan tavrı da. Aynı şekilde, içerik olarak ABD emperyalizminin Afganistan’a, Irak’a, Suriye’ye ve ülkemize karşı saldırılarına alkış tutan, etnik bölücülüğü ve emperyalizmi selamlayan, ulusları yıkma etkeni olarak etnik kültürleri yücelten roman, resim, şiir, film vb, estetik/sanatsal bir nitelik taşıyabilir mi? Evet, sorun, estetik ile etik ilişkisine ya da sanat ile ahlak ilişkisine gelip dayanıyor. Burada, Modernist ve Postmodernist sanatla girilen, sonu çöplük ve bataklık olan dekadan çöküş menzilli bir yolla karşı karşıyayız. O yolun kılavuzu da, sahte, naylon bir “yaratıcılığı”, estetiğin tek bir ilkesine -o da sahteleştirilen- “yenilik”çiliğe indirgeyen anlayıştır.

Oysa, Postmodern Yeni Ortaçağın, başta gelen ve en yaman tuzaklarından, zokalarından biridir “yenilik”çilik. Neden? Çünkü, çağımızın egemen kültürünü oluşturan aydınlanmacı, akılcı, bilimsel, ilerlemeci temel değerlerine karşı, emperyalizm güdümlü bütün gerici, yıkıcı, çökertici, yozlaştırıcı, bayağılaştırıcı, sıradanlaştırıcı nitelikteki ortaçağın etnik ve dinsel-tarikatçı kültürünü öne çıkaran düşünce ve tavırlar “yenilik” örtüsü altında gündeme getirilmiştir. Sanat ve edebiyatta bu, “yaratıcılık” olarak sunuluyor. Dolayısıyla okuyucu ve izleyici kitlesi, en iğrenç, en sıradan, en anlamsız ve pornolaşmış anlatımları, bunu ilk kez ifade eden “sanatçı” lehine, yepyeni, ilginç, inanılmaz, şoke edici bir estetik başarı olarak “beğenmeye” koşullandırılmaktadır. İşte, bu “yenilik” budalalığını -aynı zamanda onun gerisindeki cehaletin, ilkelliğin zevksizliğini- okşayan “yaratıcılık”, estetikle ilgisi olmayan sahte bir yaratıcılıktır.

***

Peki yaratıcılık deyince gerçekte ne anlıyoruz, ne anlamalıyız? Günümüzde yaygın kabul gören, moda deyişle iyi-kötü, güzel-çirkin, toplumsal-insani ya da insanlık dışı, sapkınca amaçlar ayrımı yapılmaksızın her türlü yeniliğin, icatçılığın, ilginçliğin, tuhaflığın adı mıdır yaratıcılık? Ya da, usta polisiye romanlarda sıkça karşılaştığımız gibi, bir cinayeti, insani-estetik bir ileti taşıma gereği duymadan, salt fantastik, eğlencelik bir amaçla, o güne kadar kimsenin aklına-hayaline gelmeyecek yepyeni, “şaşırtıcı” yöntem ve tekniklerle kurgulayıp sunmak mı?

Özcesi, yaratıcılık, alçaklığın, sahtekarlığın, ihanetin, dolandırıcılığın, her türlü sapıklığın insanı şaşkına çeviren, “şoke eden” ilginçlikte ve ustalıktaki marifetlerini sanat diye sunmak mı? Örneğin, dostluğun, sevginin, paylaşmanın, vatanseverliğin, gururun, öfkenin, tutkunun, intikamın yaratıcı sanatsal bir anlatımı vardır. Peki vatan hainliğinin, emperyalizme piyonluk etmenin, yardakçılığın, uşaklığın, pornoculuğun, ensest ilişkinin ve cocukları cinsel meta olarak kullanan sapıklığın, eşcinselliği ve lezbiyenliği cinselliğin “doğal” ve meşru üçüncü bir türü olarak olumlamanın pozitif anlamda bir estetiği ve insanı özgürleştiren, yetkinleştiren, arındıran, eğiten sanatsal yaratıcı bir anlamı olabilir mi?

Yaratıcılık, mafyalaşmış emperyalist haydutluğun azami kâr uğruna dünyayı kana bulayan, ezilen dünya uluslarına bin bir acılar çektiren yeni silahlar, yeni savaş teknikleri ve yeni işkence ve zulüm yöntemleri üretme becerileri mi? Dahası, bütün bu insanlık dışı amaçların ve girişimlerin hem gizlenebilmesi, üstelik hem de bu malların daha da çok satılabilmesi için milyarlarca dolar harcanan reklamlarda sergilenen üstün sanatsal yaratıcılık örnekleri (!) midir yaratıcılık?

Kısacası, katilliğin, hırsızlığın, yalancılığın, bilinçli bir tercih olarak seçilmiş eşcinselliğin, ensestin, işkenceciliğin, haydutluğun yaratıcılığının (!), geliştirilen binbir yeni biçiminin anlamlı, düşünmeye, övülmeye değer bir yanı yoktur, olamaz. Bütün bunları estetik/sanatsal bir yüceltmeyle, sanat yapıtlarının konusu yapıp, özgün ve benzersiz olarak olumlayabilir miyiz? Özetle yaratıcılığın da insanlık için anlamlı bir içeriğinin olabilmesi için kırmızı çizgileri yok mu, olması gerekmiyor mu?

Küreselci postmodern kültür ve sanat anlayışına göre yaratıcılığın sınırları, kırmızı çizgileri artık, yoktur, ortadan kalkmıştır. Gerici-ilerici, özgürleştirici-köleleştirici, toplumsal ve toplum karşıtı, ahlaklı-ahlaksız, gelişen ve çürüyen her yönde “yenilik” ve “yaratıcılık” geçerlidir, “özgürleştirici”dir. Emperyalist tekellerin, burjuvazinin samimi, yürekten duygu ve arzularını yansıtan, hemen hemen aynen sanata da yansımış olan “reklamın iyisi, kötüsü olmaz” sloganı bu omurgasızlaşmanın ve onursuzlaşmanın amentüsüdür diyebiliriz.

Burada sanırım şu vurguyu yapmak gerekiyor: Yukarıdaki insana ait bütün gerçeklikler bir sanat eserinde yer alabilir. Ama hangi şartla, sorun burada? İzleyici ve okuyucuda yapıtın bıraktığı bütünsel ya da öze ilişkin algı, etki, izlenim, duygu ve düşünce, insanı yücelten, arındıran, yetkinleştiren nitelikte mi, yoksa bayağılaştıran, çukurlaştıran, yozlaştıran, alçaklaştıran nitelikte mi? Tartışmanın eksenini bunlar oluşturuyor.

***

Ahlâkın, “Divanı Lügat it Türk”teki karşılığı “kılınç”tır. Bunun savaş silahı olan kılınçla ilişkisi nedir, onu ayrıca incelemek gerekir. “Kılınç”ı, kılmak, eylemek, davranmak olarak düşünürsek, savaş silahı kılı(n)çla hemen bir akrabalık kurulabilir… Demek ki, dilimize Arapçadan giren ahlâk, iyi ve ya kötü davranışlar demektir; kötü davranışları genellikle ahlâksızlık, iyi davranışları da ahlâklılık olarak değerlendiririz. Neye ya da kime karşı iyi ya da kötü davranış? Yani başvuru mercii, ölçüt, denek taşı nedir? Elbette birlikte yaşadığımız insanlar, varoluşumuzu belirleyen toplumsal yaşamdır; ailedir, köydür, toplumdur/ulustur, insanlıktır.

Hatta daha derinlere, tarihe, insanın insanlaşma sürecine kadar inebiliriz. Görürüz ki iyi ahlâkın kökeninde, “insan insanın kurdudur” diyen Batılı liberal faydacı ahlâk kuramcılarının iddia ettiği gibi kurtlaşmış bencil bireyin kendini, çıkarlarını koruma içgüdüsü değil, tam aksine, kişinin bağlı olduğu klanı, kabileyi, toplumu/ulusu koruma duygusu yatmaktadır. Bu, antropologlarca, toplumbilimcilerce kesin olarak kanıtlanmıştır. Değilse, ölüm pahasına, vatanını, ailesini ya da kabilesini korumak için gösterilen büyük kahramanlıklar, özveriler en yüksek ahlâki davranışlar olarak tarihe geçmezdi.

Demek ki, etik/ahlâk ile sanat arasındaki bağın odağındaki varlık toplumdur, insanlıktır. Çünkü, yine liberal-postmodernist sanat kuramcılarının ısrarla yadsımasına karşın, sanatın toplumsal gerçeklikle mutlak bir bağı vardır, ya da olmak zorundadır. Toplumla, insanla, insanlığın sorunlarıyla hiçbir ilgisi olmayan sanat, sanat olamaz. Bu da yetmez, insanlığın, ulusun sorunlarıyla ilgili, ama bu sorunlara yıkıcı, çökertici, çürütücü, dağıtıcı, yani entropik bir şekilde yaklaşıyorsa yine estetik bir sorun var demektir. Çünkü, estetiğin kurucu ilke ve ideallerinde, insanlığı özgürleştirme, yetkinleştirme, arındırma, yüceltme ve en önemlisi de insanlığın parçalanmışlığına, yabancılaşmasına son verip bütünselliğine ulaşma amacı vardır.

***

Yukarıda belirttiğimiz İkiz Kuleler’in vuruluşunun Nietszchevari bir “estetik” anlayışla “müthiş estetik bir olay” olarak nitelendirilmesi ise, bu ölçütlerin dışındadır, hatta tam karşıtıdır. Orada, yıkılan ABD emperyalizmi olmadığı gibi, binlerce insanın suçsuz yere ölmesi de herhangi bir sözde “haklı dava”yla bağlantılı olarak meşru gösterilemez. Burada insanlık dışı, fanatik kaba gücün yıkıcılığı, zorbalığı karşısında bir hayranlık, bir teslim oluş vardır. Daha da vahimi ise, böyle bir olaydan, toplumsal ve siyasi amaçlar dışında, sadece “ilginçliği” ve şoke ediciliği”, günlük tüketim ve eğlence ihtiyacını müthiş renklendirmesi nedeniyle duyulan bencilce ve sadistçe hazdır! Nereden bakarsak bakalım, İkiz Kuleler olayının ABD emperyalizmine hizmet ettiği, saldıranın da yine ABD güdümlü El Kaide olduğu açıktır. Bu tavırda, ABD’nin 2003’te Irak’a saldırısını TV’lerden bir film seyreder gibi izleyip “estetik haz duyan” Batılı aydının sapık hazzına tanık oluyoruz.

Aynı zamanda, Nietszche’nin güçlü ve egemen olanın “haklı olduğunu” savlayan aristokrat-ırkçı “estetiği” ile karşıkarşıyayız burada. Ya da özde aynı olan, toplumsal, ahlaki sorumluluktan azade, Ahmet Altan’ın pornolaşan estetik anlayışıyla… Onun, hemen her romanına yerleştirdiği pornolaşan cinsel ilişkileri estetik bir “yaratıcılık”, “özgünlük” ya da “ilginçlik” olarak sunmasının sanatla, estetikle hiç bir ilişkisinin olamadığı açıktır. Olmadığı gibi, bunun, karşı estetik ve sanatla, yani sıradanı, bayağılığı ve aşağılığı, alçaklığı sanat diye sunan “kitsch” sanatla doğrudan bir ilişkisi vardır.

İdeolojinin, siyasetin gericisi vardır, ancak estetiğin, sanatın gericisi olmaz, yoktur; çünkü o, üretici ve sanatçı bireyin en içten en yalın duyum ve duygularıyla, sezgileriyle, imgelemiyle bağlantılıdır. Daha da somutlaştırıp güncelleştirirsek, “muhafazakar sanat” diye bir şey olamayacağı gibi, “solcu sanat” ya da “sağcı sanat” diye bir sanat tanımının da karşılığı yoktur.

Bu konuda, 20. yüzyılın en etkili ve çağdaş entelektüel ahlakın yetkin temsilcilerinden Jean-Paul Sartre’a başvurabiliriz. Şöyle diyor büyük düşünür: “Şu dünyanın haksızlıklarıyla birlikte önüme getirilişi, bu haksızlıkları soğukkanlıkla seyredeyim diye değil, tiksintimle canlandırayım, üstlerindeki perdeyi kaldırayım ve onları birer haksızlık, yani yok edilmesi gereken yolsuzluklar olarak yaratayım diyedir. Böylece yazarın evreni ancak okuyucunun incelemesi, hayranlığı, tiksinmesi sonunda tüm derinliğiyle ortaya çıkacaktır; ve cömert sevgi bir sürdürme yemini, cömert tiksinme bir değiştirme yemini, hayranlık ise bir öykünme yeminidir. Yazın ile ahlak apayrı şeyler olmasına karşın, güzelduyusal [estetik -mu] buyruğun kökünde ahlaksal bir buyruk bulunduğunu farzederiz.”(*)

Sartre’ın felsefeden toplumsal gerçekliğe inen somutlaştırmasının, kendi toplumsal gerçekliğimizden güncel bir benzerini bulabiliriz. Bugün, yaklaşık 20, hatta 30 yılı içeren bir tarihsel süreçte, sanatın, sanatçının toplumsal gerçeklikle, toplumsal ve ahlaki sorumlulukla bağı nedir, ne olmalıdır? Zamansal çerçevesini çizdiğimiz bütün bu dönemde Türk ulusu, her şeyiyle, maişet ve geçim derdiyle, gelecek umutlarıyla, teröre karşı huzur ve can güvenliğiyle, cumhuriyetle kazandığı özgürlük ve mutlulukları koruma ve yaşama kaygılarıyla emperyalist müdahaleye karşı ulusal bütünlüğünü ve vatanını savunma çabası, gayreti içindedir. Bu toplumsal ve siyasal gerçekliğin sanatsal-estetik açıdan kuşkusuz bir anlamı olmalıdır. Sanatçı bu 20-30 yıllık süreci atlayabilir ya da yok sayabilir mi?

Sanatın zorunlu toplumsal ve ulusal içeriği, bugün büyük ölçüde vatan savunması ya da ulusal bağımsızlık mücadelesi ile örtüşmekte ya da özdeşleşmektedir. Aydın ve sanatçının toplumsal sorumluluğu veya ahlaki duruşu, vatan savunmasına verdiği destekte sınanmaktadır. Bu duruş, salt bir vatandaşlık görevi, salt bir siyasi destek ya da katkı düzeyinde kalamaz. Çünkü, sanatçının, diğer bütün toplumsal süreçlerde olduğu gibi, çağının tanığı olarak, sanatsal üretimiyle, eserleriyle, vatan savunmasını, ulusal bağımsızlık ve özgürlük mücadelesini sanatının içeriğine yansıtması, imgeleştirmesi, onun, aynı zamanda ahlaki/etik bir sorumluluğudur da. Sanatçı açısından bugünün tipik insan karakteri, üretimde, eğitimde, siyasette, günlük hayatta emperyalizm ve ortaçağ kültürüne karşı, ulusal, toplumsal ve aydınlanmacı yeni bir toplum ülküsünü yükselten, vatan savunması kaygısıyla uğraşan, didinen, direnen, örgütlenen insandır.

Sonuç olarak, toplumsal tarihin ve estetiğin buyruğu şu olabilir: Sanatçı, tarihin ve toplumun somut olarak önüne getirdiği yakıcı sorunları, estetik bir düzlemde yeniden biçimlendirip insanlığa sunabildiği ölçüde sanatçıdır. Ulusumuz, geçmekte olduğu bu ateş çemberinde, bütün enerjisi, iradesi ve boyun eğmezliğiyle, sanatçısı ve edebiyatçısının yaratıcılığıyla cihazlanmış olarak, yeniden doğuş, yeniden kurtuluş ve kuruluş sınavındadır.

Mehmet Ulusoy

* Jean-Paul Sartre, Edebiyat Nedir?, çev. Bertan Onaran, Payel Yayınları, 3. basım, İstanbul, 1995, s. 54.

Bu kitaba KitapDevrimi.com’dan ulaşabilirsiniz: http://kitapdevrimi.com/magaza/kitap/edebiyat/edebiyat-nedir-jean-paul-sartre/
Başa dön tuşu