Erbil KarakoçKÖŞE YAZILARI

Yanlış bir tartışma biçimi: ‘Sanat ne içindir?’ – Erbil Karakoç yazdı…

“Sanatçı tüm saflığıyla Missisippi ırmağı kıyılarında sadece dinlenip ezgiler söylerken “aslında düzeni yıkma” hazırlığı yapıyor olabilir… Bu bağlamda diyebiliriz ki, toplumun her kesiminden sıkça duyduğumuz hatta laçkalaştırdığımız  “sanat ne içindir?” sorusuna sanat sanatçının yaratma arzusu içindir, ihtiyaç (değişim) duyduğunda toplum onu kendisi için rehber belleyecektir.”

Sanat ne içindir tartışması bilinen klasik bir tartışma türüdür. Bizim topraklar yıllarca doğru düşünebilme biçim ve edinimini yitirdiğinden ya da felsefeyi küçük azınlıkçı bir avuç insanın seçkinliğine sunalı yıllar olduğundan,  feylosofun tabutuna da İngiliz çivisi çakalı hayli fazla zaman geçmiş olmasından olsa gerek ki, yanlış tartışma biçimini kendisine kılavuz edinmiş durumda. Niyetten  bağımsız olarak önemli olanın, herhangi bir insan faaliyetinin neyin hangi tarihte olduğunu bulmak değil, kimin (neyin) gereksinimine yanıt verdiği amacının ve aranan sonuçlarının ne olduğunu  bulmaktır. Bu yazıda tarihsel bir sıralamadan ziyade neyin gereksinimini arıyoruz ve amacın ve aranan sonuçların kısa başlıklarını hatırlatmaya çalışacağız.

Bizim son dönem “toplumsal  aydınlarımız” demokratik aydınlardır. Demokratik aydın kavramı belli bir zümreyi temsil etmez. Kitap okurundan-yazarına, tiyatro seyircisine, sendika başkanından, siyasi parti başkanına, köşe yazarından, demokratik kitle örgütü aktivistine kadar, bir dizi toplumsal bilinci taşıyandır demokratik aydından kastım. Köken olarak bir çok aydınımız iki sınıf arasından “orta direkten” gelme kökene ait olduklarından ne burjuva soylu sisteminin artı-eksi, güçlü-zayıf yanlarını idrak edebilmişlerdir ne de köylü, işçi kökenli insanların çelişkilerini ve çelişkileri üzerine kurdukları korkularını ve ne de baldırı çıplak hayırseverliklerini anlayabilmişlerdir. Hatta içinde bulunduğu orta direğin(sınıfın) bilincine dahi yeterince hakim değillerdir.

Bizim son dönem aydınlarımız demokratik aydınlardır; büyük bir bölümü içine kapıldıkları duygu seliyle yazarlar veyahut konuşurlar. O anki içinde bulundukları duygusaldaşlıkları neyi gerektiriyorsa öyle düşünür öyle yazarlar-konuşurlar. Bu bir işçinin hayatı olacağı gibi büyük bir fabrikatörün dramı veyahut bir ağanın derebeyinin duygu yüklü hazin sonu da olabilir! O kadar demokrattırlar ki metadan başka bir anlam taşımayan günümüz sinemacılarının içine düştüğü durumu sistemden bağımsız bireysel bir tercih olarak algılayıp sinemacılara hayıflanırlar. Oysaki yıllardır piyasa işi yapanlar kervanı sürdürmektedirler ve filmlerini çekip sağlam bir cukka yapmaktadırlar. (başka bir tartışma konusu) Demokrat aydınlarımız böyle düşündükleri için güçlü bir yazını (edebiyatı) göz göre göre kaçırırlar, kaçırmakla kalmadıkları gibi örneğin Balzac azılı bir proleter olur onların gözünde. Oysaki Balzac tümüyle eski düzenden, soylulardan ve kiliseden yanadır. Ancak Balzac içinde bulunduğu sınıfını iyi bilir. İmgelemelerini vurguncunun, istifçinin, kent soylusunun gücü üzerine kurmuştur. Bu Balzac’ı iyi bir yazar yapar, eserlerini de yüz yıllarca okunur ve değerli kılar ama Balzac’ı iyi bir proleter yapmaz. İşte demokrat aydınımızın düştüğü tuzak da burasıdır. Balzac’ı tabii ki okuyacağız. Balzac’ın kuramla, uygulama ve yazın yeteneğinin gücünü kendi sınıfı üzerinden değil başka bir sınıf üzerinden tanımlamış olduğu dehayı bileceğiz. Goriot Baba en güzel örnektir. Bir anekdota göre ”1848 lerde Balzac politik olaylara sırtını dönmüş bir masanın başına oturmuş hadi bakalım gerçekçiliğe geri dönelim” demiş. Peki bu gerçeklik kimin gerçekliği? Yine dünyaya mal olmuş klasikleri yazan bir çok yazar yazdığı gibi düşünmemiştir.

Roman on dokuzuncu yüzyılın sonuna doğru okur kitlesi bulmuştur. Böylelikle kendi bağımsızlığını yayınevleri aracılığıyla ilan etmeye başlar. İngiliz edebiyatının ve Amerikan edebiyatının kökleri soylulara dayanır. (Rus edebiyatını bundan bağımsız düşünemeyiz) Ve İngiliz edebiyatında Elizabeth dönemi sanatçılarının erken kapitalist dönemle kurdukları ilişki biçimi her iki taraf içinde zorunluluklar bütünüdür. Shakespeare bu dönemin en bilindik versiyonudur. Shakespeare’den sonra soyluların ve kilisenin koruyuculuğu belli bir sanat türüne verilir. Bu dönem on sekizinci yüzyıl başıdır ve İngiliz edebiyatının neredeyse bitiş dönemidir. Ta ki on dokuzuncu yüz yıl başına kadar sürer. On dokuzuncu yüzyılda sanatla toplumsal belleğin yeniden harekete geçtiğini görürüz. Yerküre üzerinde kapitalizmin demir ökçesi altında ezilen bir işçi sınıfı vardır ve o sınıfın edebiyatçıları boy verir. Bunlardan en kıymetlilerinden biri yeni dünyada ortaya çıkan Jack London‘dır. Kapitalizmi tariflemesine iki kelime yeter, ‘Demir Ökçe’.

Sanatın; yazın, roman, şiir resim her neyse artık toplumla kucaklaşma dönemlerini yitirdiği durumlarda ”sanat sadece sanat içindir, çünkü toplumda artık hiçbir değişme umudu yoktur. Değişme arzusu  olmayan toplumlarında sanata da ihtiyacı yoktur.” Bu bağlamda diyebiliriz ki, toplumun her kesiminden sıkça duyduğumuz hatta laçkalaştırdığımız “sanat ne içindir” sorusuna sanat sanatçının yaratma arzusu içindir, ihtiyaç (değişim) duyduğunda toplum onu kendisi için bir rehber belleyecektir… Bellemediğinde ne mi olacaktır her sabah uyandığımızda hayatımızı alt üst eden yozlaşmış  kısır döngü devam edecektir.

Ya da şöyle de denebilir; ihtiyacı olan sanatı yaratamayan toplum ihtiyaç duyduğu ahlaka da ulaşamaz. Bugün yaşadığımız ahlak erozyonunun en büyük sebebi de bu olsa gerek. Sevgilerimle.

Erbil Karakoç

Başa dön tuşu