KÖŞE YAZILARIMehmet Ulusoy

Yitik Bir Aydınlanmadan Işımalar (1) – Mehmet Ulusoy yazdı…

Dünyamızın zengin, katmanlı, karmaşık jeolojik yapısının oluşumunda yanardağlar, belli aralıklarla gerçekleştirdikleri büyük patlamalar ve püskürttükleri lav kütleleriyle önemli bir rol oynadılar. Yer kürenin milyonlarca yıllık evrim sürecinde mağmanın birikmiş enerjisini ve minerallerini yeryüzüne fırlattılar. Böylece sönmüş, küllenmiş eski lav kütleleri yenileriyle birleşerek ve sentezlenerek katmanlaşmış yapılar oluştu. Mineral bakımından muazzam zenginlikteki bu jeolojik yapılar giderek yeryüzü coğrafyasının oluşturdular. Ne ki sadece yer kabuğunun değil, bugünkü canlıların, hayvan ve insanın yaşayabileceği bir atmosferin, özellikle bunun için gerekli oksijen ve azot arasındaki kritik oranın oluşması da böylece gerçekleşti.

Temelinde doğa yasalarının olduğu toplumların ve kültürlerin oluşumu ve gelişimi de buna benzer. Özellikle binlerce, onbinlerce yıllık özgün ve zengin derin köklere sahip büyük kültür ve uygarlık odaklarının ünümüze bıraktığı mirası düşündüğümüzde… Onların çağlar içinde biriktirdikleri enerjinin, bilincimizle kapısını araladığımız tarih yarıklarından yanardağ püskürtmeleri benzeri açığa çıkmasıdır sözkonusu olan. Bir anlamda tarihin derinliklerinden bize ulaşan ışımalardır bunlar; ama bize ulaşana kadar çeşitli karadeliklerin çekim alanında eğilip bükülmüş, belli çarpıklıklara, dönüşümlere ve yozlaşmalara uğramış olarak…

Bir uygarlık, belli bir zaman sonra ihtiyarlayıp çökse ve sönüp gitse bile, onun küllerinde saklı kültürel genler, enerji, çağlar sonra uygun bir toplumsal-kültürel iklimin oluşmasıyla yeniden yeşerebilmektedir. Kuşkusuz bu kültürel enerjinin ateşini halklar, tıpkı ateşin kutsallığını koruduğu ve ocağın kutsallığıyla simgeleşen ateşin ocaktan ocağa, zamandan zamana sönmeksizin aktarıldığı gibi, yaşattıkları töreler, gelenekler ve bilinçaltı dünyalarında saklarlar. Bunu bizler, ulusal benliğimizin, kimliğimizin oluşum süreçlerinde, geçmişimizle bütünleştiğimiz coşkulu anlarımızda bazı simgelerde görünüre çıkan, bir görünüp bir kaybolan, bir iç ferahlığı yaşadığımız muğlak imgeler geçidi biçiminde duyumsarız. Ve Lukacs‘ın deyişiyle “her imgenin yüzüne gerilerde bir yerde yanan bir ateşin parıltısı düşer.”

Toplumların eşitsiz gelişim yasası sonucu, insanlığın ortak uygarlık ve kültür birikimi, bir coğrafyada sönümlenme ve çöküş yaşarken başka coğrafyalarda yeni bir yükseliş, yeni bir sıçrama, patlama yaşamaktadır. Hiçbir coğrafyada hiç bir uygarlık sürekli yükselen ve üstünlüğünü, parlaklığını koruyan bir ayrıcalığa sahip değildir, olamamıştır. Her uygarlık, bir gün gelip kaçınılmaz gerileyiş ve çöküşünün de ögelerini, yani antitezini içinde taşır.

Önümüzdeki, insanlığın Asya merkezli eşitlikçi ve paylaşımcı yeni  bir uygarlığa sıçrama sürecinde sönmüş Hint, Çin, İran, Orta Asya uygarlık merkezlerinin bin yıldır birikmiş küllerinde saklı enerjinin tamamen çağdaş biçimlerde yeniden ortaya çıkacağını, başka deyişle zuhur edeceğini rahatlıkla öngörebiliriz. Kuşkusuz bu, Asya merkezli yeni uygarlığın, potansiyel olarak var olan dinamikleriyle insanlığı daha ileri bir düzeye çıkarma yeteneğine bağlıdır.

Yeniden doğuş da denebilecek bu olay, asla geçmişin, ortaçağa özgü gelenek, göreneklerin, yaşam biçiminin, mantığının, ahlakının, yöntem ve tekniklerinin, folklorik kültürlerin tekrarı olmayacaktır, olamaz da.

***

Bu tarihsel gerçeğin kavranmasında ve yorumlanmasında kanımca en kritik sorun, geçmişe devrimci ve tutucu, gerici yaklaşım arasındaki farklılıktır. Bilindiği gibi İslamcı ya da milliyetçi muhafazakar aydınlar bu can alıcı gerçeği hep görmezden gelirler ya da atlarlar. Bin yıl öncesinin büyüklüğünü, parlak, şaşırtıcı başarılarını çoktan bayatlamış ezberci bir tarih anlatımıyla tekrarlayan bir söylemle yetiniyorlar. Ama bu anlayış, 1000 yıl öncesinin başarıları ve parlaklığı, neden, İslam uygarlığının maddi, manevi, ahlaki çöküşünü ve sonuçta Batı’nın sömürgesi haline gelmesini önleyemedi sorusuna yanıt verememekte. Geçmişin yüzeysel bilgisiyle övünen züğürt tesellisi dışında. Tıpkı, bir zamanlar çok zengin, itibarlı bir ailenin yoksullaşıp düşkün bir yaşam içindeki çocuklarının atalarının gösterişli, şatafatlı yaşamıyla övünüp avunmaları gibi.

Kuşkusuz çağdaş bilimsel, akılcı düşüncenin amacı, çağın ihtiyaçlarına yaratıcı çözümler bulmaktır. Geçmiş, küllerinden yeniden doğarken, o küllerin ölü, atık kısmını değil, altında gizlenen ateşi, enerjiyi, cevheri bulup çıkarmaktır amaç. Fransız sosyalisti Jean Jaures‘in dediği gibi: “Geçmişin ateşini biz aldık, siz ise külünü saklıyorsunuz.”

Demek ki temel amaç, çağdaş, bilimsel, akılcı bir tavır ve yöntemle, bu coğrafyadaki son derece derin köklere ve zenginliğe sahip değer, anlayış, üslup birikimini canlandırmaktır. O birikimi, çağın bilinci ve idealleri potasında yaratıcı bir senteze ulaştırmaktır sorun.

***

500 yıl süren bu aydınlanma çağına yaratıcı dinamiklerinin kültürel kimliği ve mekanı açısından “Orta Asya Aydınlanması” demek daha doğru bir tanımdır, kanımca. Batılılar bu dönemi genellikle “İslam-Arap Uygarlığı” ve “İslam-Arap Aydınlanması” olarak yanlış tanımladılar. Bunda, barbar Türklere karşı düşmanlık ve önyargıların payı büyüktür. Gerçeği tam içeriğiyle ifade etmek gerekirse, “İslam-Orta Asya/Horasan Aydınlanması” da denebilir. Aşağıda kitabından söz edeceğimiz yazar da aynen bu düşünceyle kitabının adını koymuş.

Abbasi Devleti‘nin kurulduğu 8. yüzyıldan 13. yüzyıla -bazılarına göre 15. yüzyıla- kadar süren bu dönemle ilgili son yıllarda yerli ve yabancı oldukça etraflı bilgi sahibi olabileceğimiz araştırmalar yapıldı, kitaplar, makaleler yayımlandı. Amerikalı araştırmacı S. Frederick Starr‘ın geçen yıl yayımlanan “Kayıp Aydınlanma: Arap Fetihlerinden Timur’a Orta Asya’nın Altın Çağı” (*) adlı kitabı, bu konuda yazılmış belki de en kapsamlı ve derinlikli, en ciddi ve ufuk açıcı çalışmadır.


Kitapta, “Orta Asya Aydınlanması”nın coğrafyası, çok doğru bir kavrayışla, İpek Yolu kültürünün çok boyutlu ve zengin bir betimlemesi olarak çizilmekte. Yani Orta Asya; merkezinde Seyhun-Ceyhun havzası (Özbekistan, Kazakistan, Türkmenistan, Tacikistan toprakları) ve Horasan (İran’ın Doğusu) olan, Afganistan, Kırgızistan ve Uygur (Sincan) bölgesini de içine alan bir bölgedir. Birbirinden çok farklı coğrafi şartları ve iklimleri içerse de, bütün bu bölgenin olağanüstü zengin ortak bir uygarlık kültür havzasına dönüşmesinde İpek Yolu’nun belirleyici bir rolü olmuştur.

Yazar, İslamdan çok önce oluşan bu Orta Asya kültürünün karakteristik özelliklerini, bilim aşığı ve sanatsever, özgürlükçü ruhunu şu paragraflarda aşağı yukarı vermekte:

“Filozoflar ve din alimleri en yeni fikirleri tüm ayrıntılarıyla tartışıyor, bazen fikir sahiplerini alkışlıyor, bazen de yerden yere vuruyorlardı. (…) Herkese açık bir entelektüel ve felsefi ortam vardı. Aynı zamanda aynı yerde ölümsüz eserler yaratan şairler ve müzisyenler bu ortama coşku katıyorlardı.”

“Tam anlamıyla bir aydınlanma çağı yaşanıyordu. Orta Asya’nın dünyanın [b]ilim merkezi olduğu bu zamanda kültür baharı sözkonusuydu. (…) 1000’li yıllarda beş asır boyunca tüm diğer bolgeleri etkisi altına alan ve kabarık dalgalar üzerinde yelkenler fora diyen tek bir bölge vardı: Orta Asya. Klasik [Antik] dönem ile modern çağı birbirine bağlayacak zaman ve coğrafya arasında köprü kuruyordu. Bugünün Avrupalıları, Hintleri, Çinleri ve Ortadoğuluları, farkında olduklarından çok daha fazla Orta Asya’da İbni Sina ve Biruni döneminde zirveye ulaşan olağanüstü kültürel ve entelektüel coşkunluğun mirasçısı konumundadırlar.”

“Peki bu enerji nereden gelmiştir? Orta Asya, hem dini hem de ladini [din dışı -bunları Zerdüştizm, Mazdeizm, Şamanizm, Manizm, Hinduizm, Budizm, Taoizm olarak ssıralayabiliriz- mu] alandaki zengin kültürel ve entelektüel tecrübelerin birikmesi sayesinde altın çağına girmiştir. İleride görüleceği üzere, bölgedeki İslamlaşma süreci çok ağır işlemiş,1000 yılına kadar diğer bir çok entelektüel gelenek İslami düşünce ile yanyana varlığını sürdürmüş ve gelişmiştir” (s.44-45).

***

Günümüzün temel sorunu, bu görkemli dönemle ya da Türklerin ve İslam uluslarının ortak geçmişi ile ilgili bilgilere ulaşıp ulaşamama sorunu değildir artık. Bu bilgi fazlasıyla birikmiştir; okunmamış halde önümüzdedir veya alımlanmış, okunmuş, öğrenilmiş bir bilgi yığını olarak durmaktadır. Bugünün can alıcı sorunu, bütün bu birikmiş ham, şekilsiz, sistemsiz ya da bir çuval patates misali yığma bilgiyi çağımızın gerçekliğinde ve çağın gereksinimleri ışığında yorumlamak ve canlı, yaşayan düşünce ve değerlere dönüştürebilmektir.

Özellikle, bütünü kucaklayan felsefi-kültürel bir kavrayış perspektifi bu değerlendirme ve tartışmanın odağında yer almalıdır mutlaka. Çünkü, içinde yaşadığımız, Türk, Fars ve Arap uluslarının ortak yazgısı olan Batı Asya coğrafyasındaki son 1400 yıllık yükseliş – çöküş – (ve gündemdeki) yeniden yükselişin, felsefede tez – anti tez – sentez olarak formüle edilebilecek gelişim diyalektiğini çözümlemek ve yorumlamak bunu zorunlu kılıyor. Hele ülkemiz ve bölgemizde bilimin ve çağdaş uygarlık değerlerinin karşısında, İslamcı yobazlığın, tarikatların, hurafenin etkinliğini ciddi olarak sürdürdüğünü dikkate aldığımızda..

Değilse, istediğimiz kadar çok ve ayrıntılı bilgiyi arka arkaya sıralayalım, ezberci, şabloncu bir kafa bundan bir yığın bilgi edinebilir ve onları da entel bilgi piyasasında paraya-ranta çevirebilir. Ama yüksek toplumsal ve tarihsel sorumluluk duyan, düşünen, yaratıcı, çığır açıcı ve önderlik edici kafalar için, dolayısıyla toplumların ve insanlığın gelişmesi için bunlar, bilgi çöplüğü oluşturmaktan başka bir işe yaramaz.

Felsefi bir kavrayıştan söz ederken, hiç kuşkusuz, en başta bütün bilimleri kucaklayan bütünsel bir bakışın, hepsindeki ortak yöntem, mantık, düşünce sistemi ve anlayışın ne olduğunu söylemek istiyoruz. Bu da öncelikle, nasıl Eflatun ve Aristo‘nun felsefesindeki evrensel niteliği döne döne arayıp-bulup tartışıyorsak, onların mirasçısı Farabi, İbni Sina, İbni Rüşt felsefesindeki Eflatun ve Aristo’dan farklı ve onları aşan, evrensel hakikati/doğruyu da aynı şekilde bulmak demektir.

Üstelik bu da yetmez; çünkü Batılılar bu birikimin modern kapitalist uygarlığın ufku ve ihtiyaçları ile sınırlı olan kısmını, bilimsel, akılcı düşünceyi, tekniği ve bireyciliği devraldılar. Geriye, sadece, türkülerde, halk danslarında, halı motiflerinde ve halkın konukseverliği vb’ler görebildiğimiz, kısmen yozlaşmış, üretici ve yaratıcı enerjisini yitirmiş paylaşmacı, eşitlikçi, kamucu/devletçi, yüksek karakterli erdemli bireye saygı içeren değerler manzumesi kalmıştır.

İşte kilit sorun, Farabi’nin “birbirine yardım eden insanların olduğu bir toplum, en mükemmel toplumdur” ve “sende olanı paylaşmayı biliyorsan mutlu da olursun” diye özünü ortaya koyduğu bu değerlerin, çağın aydınlığına çıkartılıp geliştirilmesi ve toplumsal yaşamın merkezine taşınmasıdır. Aynı toplumcu, insani ilkeyi Yusuf Has Hacip, “Kutatgu Bilig”te şöyle vurgular: “İnsanın iyisi, kendi menfaatini bırakıp, zahmet yüklenerek, başkalarının yararını düşünen ve isteyen kimsedir.”

Bu ilke ve değerler, 21. yüzyıl ve gelecek için yeni bir toplum ve insan projesinin odağına yerleştirilmelidir. Orta Asya aydınlanmasının külleri arasında bu ideallerimize can verecek imgeleri, simgeleri ve düşüncelerin çekirdeklerini görmekteyiz. Çağdaş teknoloji bize, nerede petrol, doğal gaz, nerede maden cevheri, altın, gümüz vb olduğunu gösterdi. “Kayıp Aydınlanma” kitabı da, Orta Asya uygarlığının küllerindeki maddi manevi cevherlerin bugünkü anlam ve değerlerini ve onlara ulaşmanın yol ve yöntemlerini vermektedir.

***

Türklerin bin yıl önceki Orta Asya-Horasan sentezinden ve mayalanmasından, bilinciyle bilinçaltıyla, bugüne taşıdığı karakteristik ögeler, değerler nelerdir? Başka deyişle, Türk ve İslam uygarlığı çökerken ve dağılırken Batı Asya toplumları bu Aydınlanma geçmişinden geleceğe taşımak için neleri devralabildi ve kendinden sonraki kuşaklara, toplumlara aktarabildi? Çok bilinen bir başka soru: Avrupalılar, Yunan ve Roma aydınlanma köklerini didik didik edip devralarak Rönesans ve Aydınlanma devrimlerini gerçekleştirirken İslam toplumları bunu neden başaramadı? Geçmişe ilişkin kuşkusuz bir çok neden, gerekçe sıralanabilir, ama bugün artık başarısızlığın hiçbir gerekçesine, bahanesine tarih izin vermiyor.

“Kayıp Aydınlanma” kitabını okurken, daha da artırılabilecek soruların yanıtlarının, bir imgeler manzumesi olarak zihnimizde adeta geçit resmi yaptığını belli belirsiz duyumsar gibiyiz. Örneğin, İslam Aydınlanma çağının akılcı ve bilim aşkıyla yanan Kindi, Razi, Farabi, İbni Sina, Harezmi, Biruni, Taberi, Tirmizi, Maverdi, Hayyam gibi bilgin ve flozofları, antik Yunan ve Roma’nin bilimsel düşünce ve Felsefe birikimini, şu paganist, şu Hıristiyan demeden devralıp geliştirmekte bir sakınca görmediler. Avrupalılar ise, Milattan 1200’lere kadar, yaklaşık bin yıl, içinden çıkıp geliştikleri Yunan ve Roma mirasını, İbni Haldun’un deyişiyle belli bir dönem sonra tıkanıp, yozlaşmaya uğrayarak geliştiremedi. Bu karanlık feodal çağda cehalet ve hurafe yobazlığına teslim oldular. Ne zaman ki, önce Kurtubalı İbn Rüşt’ü ve daha sonra Biruni, İbni Sina, Farabi, Harezm ve diğerlerini keşfettiler, onlardan insanlığın bilimsel düşünce birikimini devralmak için bütün güçleriyle çalıştılar.

Bu nedenle, ne hazindir ki Türkler, Farslar, Araplar, son iki yüz yıldır yakıcı bir ihtiyaç olarak yeni yeni kavradıkları kayıp İslam-Orta Asya aydınlanması ile ilgili bilgilerin çoğunu Batılılardan öğrenmektedir hâlâ. Bizde henüz aynı çapta bir benzerine rastlamadığımız “Kayıp Aydınlanma” kitabı ve bu kitabın içeriğindeki bir çok bilim dalının bulgularını birleştiren bütünlüklü, derin, titiz ve ciddi çalışma ürünü bilgiler, sözkonusu geriliğin somut kanıtlarından biridir. Kitabın önemini ve etkisini artıran en önemli özelliği de sözünü ettiğimiz bütünlüklü içeriğidir. Bir uygarlık araştırması için zorunlu olan tarih, siyaset, felsefe, ekonomi, kültür, bilim, sanat gibi temel konuların birbirini tamamlayan bir bütünlük içerisinde ustaca işlenmiş olmasıdır.

***

Kanımca kitabın ruhunu, ana fikrini, ana eksenini oluşturan şey, İslam Aydınlanması denen olgunun merkezinin, daha çok Türk ve Fars kültürlerinin ve aydınlarının damgasını vurduğu, birbiriyle içiçe geçen Horasan ve Orta Asya olarak tanımlanan bölge olduğudur. Bölgenin en önemli kentleri, hepsinin başlıbaşına birer merkez olduğu, başlıbaşına bir zenginliğe ve kültürel derinliğe sahip Horasan’ın Merv, Balh, Nişabur, Herat, Tirmiz, Gazne ve Orta Asya’nın Harizm, Buhara, Semerkant (Efrasiyap), İsvicap, Çimkent, Otrar ve Ürgenç’tir. Ayrıca bunlara, Orta Asya’nın doğu bileşeni Uygur bölgesinin, Çin, Hint kültür ve sanatının batıya taşınmasında önemli rol oynayan Turfan, Kaşgar, Hotan gibi kentleri de eklemek gerekir. Şunu da hemen belirtelim ki, bilim adamı, filozof ve sanatçıların büyük çoğunluğu, gerek köken gerekse yaşamlarını sürdürüp üretimde bulundukları yer olarak bu coğrafyadan çıkmıştır.

Aydınlanma dönemini, Talas Savaşı‘nın zaferi ile başlayan 750’lerden Moğol işgalinin başladığı 1250’lere (yazar 1150’ler diyor) kadarki süreç olarak tanımlayabiliriz. Bu dönem, Arap-Emevi egemenliğinin, Türklerin ve Farsların Ebu Müslim Horasani önderliğinde gerçekleşen Horasan ayaklanması ile sona erdirilip ve Abbasilerin iktidara gelmesi ile başladığı açıktır. Bunun anlamı aynı zamanda şudur: Sözkonusu ayaklanmayla Emevi-Arap egemenliğine karşı birleşen Türk, Fars ve Horasan-Orta Asya’nın bütün halkları, İslamı, Emevilere rağmen ilk defa, kendi kültürleri içinden yorumlayarak samimi olarak benimsediler. Ama bu gönülden benimsenen İslam Emevilerin silah zoruyla dayattığı İslamdan çok farklıydı. Dolayısıyla, Abbasi hanedanlığına dayanan İslam Halifeliğinin merkezi Bağdat olmakla birlikte, dönemin önemli bütün düşünsel, felsefi, askeri, kültürel dinamiklerinin üretici-yaratıcı merkezi önce Horasan ve sonra da giderek Orta Asya’dır.

İslamın, aklı, bilimi, eşitliği ve paylaşmayı esas alan devrimci ilkelerinin Hz. Osman’la başlayan Emevi karşıdevrimi ile terkedilmesi sonucu, Abbasi dönemine kadar ciddi bir bilimsel kültürel gelişme yaşanmamıştı. İslami devrimci enerji daha çok savaşlarla, fetihlerle Emevi merkezli Arap egemenliğinin yayılmasına harcanmıştı. Halifeliğin Emevi saltanatına dayanan feodal bir devlet olarak kurumlaşmasına hizmet etmişti. Kısaca, tıpkı Hıristiyanlığın insani idealleri, İsa’nın içinden çıktığı Yahudilere rağmen, daha “barbar” ve geri olarak gösterilen eşitlikçi-paylaşmacı kavimler tarafından benimsenip yaygınlaştırıldıysa, İslam da, Araplardan çok, özündeki eşitlikçi-paylaşmacı ideallere en yakın ve daha ileri bir kültürü en çok temsil eden Farslar ve özellikle Türklerce benimsenmiş ve yayılmıştır. “Orta Asya Aydınlanması”nın temel bir özelliğidir bu olgu.

Bir sonraki bölümümüzde bu büyük uygarlık deneyiminin neden ve nasıllarını; özgünlüklerini ve günümüz açısından anlamını daha somut ve ayrıntılı ele alacağız.

Mehmet Ulusoy

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu