SÖYLEŞİ

Jale İris Gökçe: ‘Kendimi Gökkuşağı Meleği Olarak Tanımlıyorum’

Kendini Angel Rainbow (Gökkuşağı Meleği) yani ‘kendilik araştırmacısı’ olarak tanımlayan Jale İris Gökçe ile renkleri, kendiliği, sanatı ve eserlerini konuştuk.

Söyleşi: Onur Seventay

  • Öncelikle temel bir soruyla başlayalım. Resme nasıl başladınız?

“Derbeder bir okul çantası” sayesinde… Şairin dediği gibi. Hem bir rastlantı, hem de zorunluluktu. Her nereye baksam gördüğüm şey aynıydı. Küçük bir kız çocuğu olarak. Annem yanımda melek kuşlarını çiziyordu. Melek, annem ve ben. Her başladığımda resme hep yanımda… Nereden, kimden geldiğini bilmediğim Modigliani röprodüksiyonları vardı duvarda. Özel bakışları olan, zarif, uzun boyunlu, uzayan Modigliani’ler. Göz teması kuramadığım ama ruhunu okuyabildiğim gizemli Modigliani. Sevdiğim kedilerin resimleri ile. Belki de sonraları Brancusi’ye tutkuyla bağlanmamın nedeni, aynı uzayan boyunlar, eğik başlar ve yoğun hüzün ile tekrar karşılaşmam olmuştur. Ve bugün bile tüylerimi diken diken eden ‘abartılmış şark tahayyülü’ ile yapılmış, neredeyse figürlerin tamamı yatay eksende konumlanan “ünlü” ressamlara ait duvar halıları. Dedemin ve neredeyse çoğu evin duvarlarında karşıma çıkan.

Sevgili babam çocukluğumda o sıralar etrafı camekânla kaplı, çok katlı, ışıklı, aydınlık ve kış aylarında sıcacık olan bir kütüphanede idarecilik yapıyordu. Söylediğine göre, çoğu Köy Enstitülü idealist öğretmen gibi, böyle bir görev yaparsa kitaba ulaşamayan köy çocuklarına ve diğer insanlara gezici kütüphaneler vasıtasıyla daha fazla faydası olabileceğini ve kendisinin de kitaplarla daha uzun zaman geçirebileceğini düşünmüş. Dolayısıyla tüm çocukluğum babamın yönlendirmesiyle ahşap masa ve yüksek kitap raflarıyla kaplı camdan kütüphanede geçti. En alt kat çocuk kütüphanesiydi. İlkokul öncesi burası benim oyun bahçemdi. Sadece kendimle oynadığım ve okuma yazmayı bilmediğim için resimli çocuk kitapları ile konuştuğum; çizgi ile içini kendim doldurduğum bulutumsu, zikzaklı konuşma-düşünce balonlarıyla ilk karşılaştığım yer. Sayfalarını karıştırdığım siyah-beyaz, rengarenk yüzlerce resimli öykü, masal… Burada başladım aslında ciddi anlamda resme. O dünyada olmak, hep orada yaşamak istiyordum çünkü. Büyülü bir dünya. Hiç kimsenin giremediği. Konuşma baloncuklarının şeklinden genel bir anlam çıkarmama rağmen, bir süre sonra içlerindeki yazıları da deşifre etme ihtiyacı duydum. Hem bunu yaparsam, yani bulutların içlerini okuyabilirsem üst katlardaki büyük çocuklar ve yetişkinler için hazırlanan okuma salonlarından yararlanacak, tüm kitapları okuyabilecektim. Ayrıca buradakilerin çoğunu gözden geçirmiştim zaten. Zaman zaman ahşap trabzanlarla kaplı geniş merdivenleri tırmanarak üst kattaki babamın odasına giderken, aniden okuma salonlarından birine sapar, rafın birinden en güzel işçilikle ciltlenmiş eski kitaplardan birini alır, bana gösterildiği gibi sayfaları elimi ağzıma götürüp ıslatmadan, kaldığım yeri katlamadan, yumuşak hareketlerle çevirir ve okuyormuş gibi yapardım, diğer okuyanlar gibi. Hâlen de yaptığım gibi. Aniden başımı kaldırdığımda neredeyse herkesin gözü üzerimde olurdu. Kitabı oracıkta bırakıp, çocuk kütüphanesine inerdim usulca. Zaten resimleri, harfleri hep çiziyordum defterlerime. Alfabem de vardı. Herkese soruyordum üstelik. En güzel harf A idi. Çünkü yıldızı onunla yapabiliyordum. Bir de C, ay için. Hep gökyüzü yapar, her tarafını hilâl ve yıldızlarla doldururdum. Hiç boşluk kalmazdı. Ceplerimde her zaman evde küçülüp atılan boya kalemleri vardı. Çok iyi hissediyordum onlarla. Silgim de vardı ama kullanmayı hiç sevmiyordum. Çok zamanımı alıyordu çünkü. Diğer cebimde ise abimin en sevdiği cam bilyeleri olurdu; cezbedici, rengârenk, içini kırıp renkli kısmını almak istediğim. Yine sevgili abimin tahtadan yaptığı kocaman renk çemberini yavaştan hızlıya çevirir, renklerin soluşunu izlerdim. Çember en sevdiğim oyuncaklarımdan olacak, kimsenin atmasına izin vermeyerek, uzun yıllar saklayacaktım. Sol elimle yazıyordum. İlkokula başladığımda öğretmenim kızarak düzeltecekti. Çok da zorlanacaktım. Evdeki daktilonun eskiyen karbon kağıtları “derbeder” okul çantamın içinde sürekli birikirdi. Onları ters çevirir, bulduğum boş kağıtların üstüne koyar, resimler yapar, karbon kağıdını kaldırır, bu şekilleri neye benzetmişsem etrafını tekrar çizer, ama içini boyamazdım nedense. Bazen de sadece etraflarını boyardım. Daktilonun kırmızı şeridini de hep ben kullanıp bitirirdim; hayali yazılar yazarak çaktırmadan.

Neyse, kütüphaneye döneyim. Okumayı öğrenmem gerekiyordu. Çözüm evde dolap içinde saklanmış onlarca çizgi romanla karşılaştıktan sonra kendiliğinden gelmişti. Nasıl olduğunu anlamadan okumayı öğrenmiştim. Gerçi yasaktı eve getirmek ve okumak ama her yasaklı şeyin cezbediciliği gibi ders kitapları arasında okumadan edemezdik bunları aynı kuşağın çocukları olarak. Teksas ve Zagor, bir süre sonra yerini Kızılmaske ve Mandrake’ye; fantastik ve gizemli olana bırakacaktı. Çoğu da çok iyi çizerlerin elinden çıkmaydı. Siyah-beyazın iyi anlaşılmasının nedeni de bu çizerlerdi bana göre. Buradan renge geçiş ise daha kolaydır. Tıpkı siyah-beyaz kült filmlerden renkliye geçiş gibi… Her bir ayrıntısını ezberlediğim bu çizgi romanların resimlerim üzerinde etkisi olduğu söylenir. Resim-yazı, ön-arka plan, çizgi-gölge, siyah-beyaz vb. Ve tabii ki mizah dergileri; Gırgır vd. akademiden çok daha fazla şey öğretmiştir bana çizgi romanlarla birlikte. Kurgu, kompozisyon, denge, ritim, hareket adeta temel sanat eğitimi vermişlerdir. Taramayı Gırgır’dan öğrendiğimi söyleyebilirim. Akıtan dolmakalemlere ayrı ayrı kırmızı, siyah, mavi mürekkepler çekerek emici, hafif dokulu ve sarımsı kağıtlara, sıklıkla da şeffaf kopya kağıtlarına damlatarak, çizerek veya akıtarak; bir süre sonra da sadece ellerimi kullanarak şekiller yapıp, kalemlerle tarayarak, sıklıkla da etraftaki tüylerle mürekkebi kağıda dağıtıp, çıkan sonuca bakıp, onlarca resim yapardım. En çok da damlayı, mürekkep damlasını kestiremiyordum. Yakından veya uzaktan damlatıldığında, çok farklı şekiller ortaya çıkıyordu. Her renkli mürekkebi suya yavaşça damlattığımda, yüzlerce ara ton oluşturarak yavaşça suya dağılır; geçişken, şeffaf, sakin bir etki bırakarak, dakikalarca seyredeceğim bir şölene dönüşürdü.

İlkokulu bitirdiğimde, evde kitaplıkta bir kitapla karşılaşmam ise benim için bir dönüm noktasıydı. Kitaptan çok etkilenmiştim. Toulouse Lautrec, Moulin Rouge-Kırmızı Değirmen. Çocuk yaşta böylesi bir kitap okunur muydu? Kimse görmemişti ve okumuştum! Tıpkı Kafka, Camus, Sartre, Zola, Dostoyevsky, Tolstoy, Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Cevat Şakir gibi; erken okumalardı. Kemalettin Tuğcu falan yetmemişti belli ki bir çırpıda okunan! Çocuk yaşta ağır bir yük ediniyor ve her şeye, herkese karşı sorumlu hissediyorsunuz. Arkadaşlarımın çocuk olarak oynadığı oyunlarda ben hep bir yetişkindim. İyi tarafı ise, o yaşlarda yoğun okumanın, çoğu öğrencinin yıllarca kurslarına giderek girmeye çalıştığı üniversiteye, ben kursa gitmeden, üstelik de hiç çalışmadan, iyi bir puanla kolaylıkla girebilmiştim. Lautrec, dolayısıyla sanat dünyası, sanatçıların dünyaları ile karşılaşmam ve büyüyünce ne yapmam gerektiği ile ilgili kesin karar almam bu şekildeydi diyebilirim. Emin olduğum ise evet! Resim okuyacaktım ama, önce Sanat Tarihinden başlayıp tıpkı Lautrec’in hayatı gibi tüm sanatçıların hayatlarını, tarih öncesinden günümüze nasıl geldiklerini falan öğrendikten sonra. Tarih bölümünü seçmem de, tüm bunları yapabileceğim daha geniş, daha bütüncül, kapsayıcı bir perspektif sunmasındandı. Eski Anadolu, Avrupa Tarihinden Bizans’a, Ön Asya’ya, Selçuklu’ya, Osmanlı’ya ve günümüze dek her şey vardı. Yine de her iki bölüm aynı tarihi binada olduklarından, sıklıkla kendimi Sanat Tarihi amfilerinde buluyordum. Aynı “derbeder okul çantasıyla”. İçinde ilk dönem İsmet Özel ve Küçük İskender şiirleri, boya kalemleri, notlar, eskizler ve kurutulmuş anılar olan…

  • Angel Rainbow/Kendilik Araştırmacısı çalışmalarınızı ve gökkuşağı enstelasyonlarınızı açar mısınız biraz?

Sanatla tanıştığımdan beri kendimi anlamaya ve anlatmaya çalıştığımı söyleyebilirim. İnsanın kendisinden bahsetmesinin biraz bencillik olduğunun farkındayım. Ama hangi konuda kendimizden yola çıkmayız ki? Ya da kendimizden yola çıkmadan ne yapabiliriz ki? Bununla birlikte, bir sanatçı olarak metaforlara başvurmadan kendimi anlatmam kolay değil benim için. Bu yüzden burada da onlara başvuracağım.

Kendimi ‘Angel Rainbow (Gökkuşağı Meleği)’ yani ‘kendilik araştırmacısı’ olarak tanımlayabilirim. Sanatta yeterlik/doktora tezimi sanat ve özel olarak resimde ‘kendilik (self)’ konusu üzerine yapmış olmam da bununla ilgili. Bildiğiniz gibi kendilik ya da kişisel kimlik sorununa iki şekilde yaklaşılmaktadır. Geleneksel yaklaşım daha çok kişiyi farklı zamanlarda aynı kılanın ‘ne’ (idem) olduğu sorusu ile ilgilenir. İkinci yaklaşım ise, zaman içerisindeki değişikliklere karşın aynı kalanın ‘kim’ (ipse) olduğu sorusu ile. Kanımca, kendilik yalnızca ‘ne’ ya da ‘kim’ sorularından birinin cevabına indirgenemez. Bunlardan birine indirgenmesi, kişisel kimlik yada kendiliğin parçalanması, yani yabancılaşması anlamına gelir. Sonuçta karşımıza, kendine, doğaya ve topluma yabancılaşmış birey çıkar. Bununla birlikte, günümüz insanının ana eğilimlerini ortaya koymak bakımından bu yaklaşımların önemini gözardı etmek de doğru değil bence. Bu eğilimler nedir derseniz? Günümüzün ya yalnızca hedonizme ya da yalnızca mistisizme yönelmiş insanı diyebilirim. Bunu, György Lukacs ve ondan sonraki düşünürler mükemmel bir şekilde anlatmıştı. Bu yüzden, ‘idem’ ile ‘ipse’ arasında zamansal ve kavramsal bütünlük yaratılmasının gerektiğine inanıyorum. Bunun biricik yolunun da sanattan geçtiğini düşünüyorum. Sanatta yeterlik/doktora tezim ve ‘Kendilik Nesnesi Olarak Sanat Yapıtı’ adlı makalemde yapmaya çalıştığım bu. Aslında daha önce gerçekleştirmiş olduğum ‘Iris : Sergilerin Bugünü Uzaktır’ (Ankara 2013), ‘Angel Rainbow’ (Selanik 2017) ve ‘Kaos’ (İstanbul 2019) adlı sergilerim de birbirinin devamı niteliğindedir hep. Bunların tümünde; söylemin kendisini söylemi dile getirenle, eylemi ise eyleyeniyle bir arada yakalamaya çalışmış ve dünyanın kaotikliğine vurgu yaparak, sergi salonu ve müzelere hapsedilmiş sanatı ‘yanlış bilinç’ ile mücadele için bu sınırların dışına çıkmaya davet etmiştim.

Son sergimde de, ‘kaos’a gönderme yaparak aynı serzenişi dile getirdim : ‘Pandemi! Sorun Acaba Self’de mi?’ Sorun, galiba ‘self’ de? insanlığın ‘self’in de yani ‘yanlış bilincinde’. Çünkü rezervlerimizi tükettiğimiz, doğanın taşıma kapasitesini çoktan aştığımız ortada : Depremler, seller, göçler… Küresel sistemin sürdürülemezliği uzun süredir apaçık ortada. Düşünürler, yazarlar, sanatçılar, meslek örgütleri ve sivil toplum kuruluşları… Yani, aklı başında düşünmeyi bilen ve olup-bitenin farkında olanlar, nefesleri yettiğince, her fırsatta bunu dile getirdiler. Buna rağmen, linç ve karalamaya tabi tutulmaktalar…

Gökkuşağı enstelasyonlarına gelince… Çok uzun bir süredir çalışıyorum bu konuda. Zaten adım Angel Rainbow. Bundan doğal ne olabilir bir ‘kendilik araştırmacısı’ olarak!

Hatta şöyle söyleyeyim. Daha öncesi de var ama, 2010’dan itibaren ilk olarak işlerimi gören, bilen çeşitli galerilerde, 2013’de aynı şahıslar tarafından bir müzenin dış cephesinde, aynı müzeye 2013’de teslim ettiğim kayıp olan ve her ne hikmetse halen bulunamayan kompakt diskin içeriği 2015’de bir yurtdışı bienalin uzun süreliğine kiralanan pavyonunda çalışmalarımın bir kolajı olarak, hızlarını alamayıp ismimi de sergi adı yaparak bir yurtdışı sergide ve son olarak aynı ekipler tarafından geçenlerde Bodrum’daki bir galeride sergilendi. Tabii ki adım hiç bir yerde geçmiyor. Yani çok aktif durumdayım 🙂 Aynı zamanda son on yıldır da başta gökkuşağı olmak üzere farklı konulardaki onlarca serginin de görsel ve içerik (sergi metni, basın bülteni, kitap ve katalog olarak) üreticisiyim. Her ne hikmetse tüm bunları kendilerine mal eden kişiler tarafından en ufak bir atıf yok! Akademiyi saymıyorum bile. Tezlerim ve makalelerimin de başına benzer şeyler geldi. Güzel Sanatlar Eğitimi veren kurumların, ilgili Enstitülerin sil baştan ele alınması gerekiyor. YÖK’ün de etik ihlaller vb. konularda topu Üniversitelere (Etik Kurullarına) atmaması gerekiyor kendi elemanını kollayacağı için. Acil olarak halledilmesi gereken en önemli konunun da ‘eğiticilerin eğitimi’ meselesi olduğunu düşünüyorum. Yaygın suç ortaklığı ve buna gönüllü katılım ve aydın-entelektüelin sadece seyretmesi de bu konunun aciliyetini gösteriyor akademide ve “piyasa”da. (Sizin ve birkaç ana-akım dışı mecra haricinde hiç kimsede en ufak bir kıpırtı yok! Yani tüm bu kişileri birileri yetiştiriyor! Yetiştirenler kim? Yani tüm bunlar sadece benim sorunum mu? Korsan bir şekilde sorunuzdan saparak her platformda dile getirmekten kendimi alamadığım…Oturup konuşup, tartışılması gerekmiyor mu?

Peki kültür-sanat nereye kayboldu? Kendini “sanatçı” olarak tanımlayan bir kesimin, vatandaşın yararlandığı sahillere, dağlara, taşlara, ormanlara çöken zihniyetin gönüllü olarak, kullanışlı bir aparatına dönüşüvermesi, bu alandaki kirliliğin en önemli nedenlerindendir. Henüz olup bitenin farkına varmadan, hızla sınıf atlama, aracıları vb. kişiler aracılığıyla da hemencecik kapısını aşındırdığı kişilere dönüşme isteği ve hırsı, acınacak bir durumdur. O kadar zavallı bir duruma düşmüştür ki, en ufak bir hatası görüldüğünde, fırlatılıp kapının önüne koyulacağından bile bihaberdir. Özgürlüğünü kaybettiği için, sistemin bir işçisine dönüşmüştür. Özgünlüğünü ise zaten başta yitirmiştir patronu ve müşterisinin siparişleri doğrultusunda çalıştığı için. Sesini sadece pandemi gibi krizlerde yükseltme eğilimindedir, bir kaç resim, heykel vs. satacağı zannına kapılarak. İşte bu profildeki insanların kapı kulluğu yapmaları sayesinde Türk Sanatının üzerine “çökülmüştür”!

Sıkı bir dayanışma ağı vakit geçirilmeden kurulmak zorundadır. Bağımsız bir platform. İlk etapta çekirdek bir gurup. Kontrollü bir şekilde büyüyecek olan. Alanı domine etmesi gereken. Şimdilik muhalefet ve en kısa sürede de, kültür-sanat alanındaki gecikmiş iktidarı ele geçirmesi gereken… Akademi dışı. Devlete ve kurumlara yaslanmayan… Hali hazırdaki mevcut platformların bağımsız olmamaları, gerek değişen siyasi iktidarlara göre şekillenen bir sanatsal duruş sergilemeleri, gerekse büyük-küçük sermaye guruplarının yakınında dolaşıp, onlara karşı mesafe alamamaları, kendi kişisel çıkar ve hırslarını alanın sorunlarından daha fazla ön plâna çıkarmaları, suya sabuna dokunmayan meselelere kafa yorup, alandaki gerçek varoluşsal sorunların üzerini örtmeleri, örttürmeleri, geldiğimiz noktada, yaşadığımız sıkıntıların en büyük nedenlerindendir. Duruşu, onuru ve kendisi kaybolmuştur sanatçının. Eleştiriyi el birliği ile rafa kaldırınca olanlar sürpriz değildir. Kısa sürede etkisi tam hissedilemese bile temiz ve şeffaf bir kültür-sanat ortamına acilen ihtiyaç duyulmaktadır! Hem kaybedecek bir şey kalmış mıdır? Zaten kalemim-iz kırılmıştır. Tüm acımasızlığı ile sistem eleştiren, gören, düşünen, dile getirenleri devre dışı bırakmıştır. Konuşanlar ya Bedrettin Cömert vd. gibi kahpece arkadan vurulmuş, ya da itibar suikasti vb. ile çok değerli insanlarımız bir çırpıda harcanmıştır; muktedirler ve işbirlikçileri sayesinde. Toparlanma ve işbirliği yapma zamanıdır. Şimdi, burada ve gecikmeden!

  • Lethe is flowing çalışmanızda, hem 1910 sonrası soyut resme hem de İslam-Fars ve Osmanlı hat ve kaligrafisine atıf var sanki…

İsterseniz, sondan başlayarak cevap vereyim: Resim eğitimi almadan önce İstanbul Üniversite’sinde Tarih okudum. İki yıl yoğun Osmanlıca dersleri aldım. Başta Arap alfabesi olmak üzere, Ortadoğu coğrafyasındaki diğer alfabeler ile Kiril, Japon, Hint, Yunan alfabelerine de ilgi duydum. Her bir harfin diğeri ile diyaloğu, esneklik, yumuşaklık, akışkanlık, kıvrımlılık, ritim ile resme yönelen bir tavır beni cezbetti. Ve tabii simetri ve denge. Belki de iyi empati yapabilmenin sırrı saklıdır simetride. Oryantalist olmayan bir ahenk de bulmuş olmalıyım Doğu’ya ait. Edward Said gözlüğü takmadan. Sağdan sola, yukarıdan aşağıya doğru yazarken düşüncelerimi daha kolay ve rahat ifade ettiğimi anladım. Soyut düşüncenin kalbinin attığı yerler buralar. Dinlediğinizde duyarsınız. En çok da buraya yakışır zaten. İyi matematikçiler vd. çıkmıştır aynı zamanda bu coğrafyadan. Ve şiir. Müthiş bir armoni ile… Farklı coğrafyalardaki insanların karakter yapılarının nasıl olduğu da saklıdır her bir alfabede. Yetkin hat ve kaligrafilerde ritim, hareket, denge, formu kavrayış ve kompozisyona hakimiyet mükemmeldir. Sanki sihirli bir el devreye girmiş, vecd halinde bu eserleri yapmış ve atmosferin büyüsü bozulmasın diye de sessizce oradan uzaklaşmıştır.

‘Lethe is flowing’e dönecek olursam, daha önce yazılı olarak ortaya koymuş olduğum her resmimin bir otobiyografi olduğu gerçeğinden hareketle öznel bir çalışma olarak okunabilir ilk etapta. Lethe bir … öykü anlatır. Bir hakikat arayışı. Bulanık sularda geçen. Kişisel ve toplumsal. Lâkin bulunduğum coğrafya ve deneyimlediğim şeylerin daha bütüncül bir değerlendirme yapmama olanak sağladığını düşündüğümden, (bireyselden toplumsala ve kozmosa uzanan), resmimin oluşum süreci ve arka plânının bu dinamik süreçten etkilenmemesi olanaksız. Tıpkı doğu-batı meselesinin yerli yerine oturtulmasında yaşanan sıkıntı gibi. Çok geniş bir skalada çalışıyorum. Hat, kaligrafi, soyut ekseninde yapmış olduğum, olacağım tüm çalışmalar da batı kanonuna veya doğunun kendini batı şablonuna göre dizayn ettiği bir yerde durmaz. İkili karşıtlıklar, özellikle günah keçisi bulunması noktasında kullanışlı bir aparata dönüşüverse de, bundan bağımsız olarak sevdiğim özellikler barındırır. Ne söyleyecekleri önceden kestirilemeyen sınır noktasından haberler verir ‘Lethe is flowing’ ve serinin diğer resimleri. Gerçeği haykırırlar. Bu noktada apaçık görünür her şey. Yâni akışa kapılmış ezen ve ezilenler ve süren döngü… Tüm karakterler hiyerarşik olmayan, kendi ayakları üzerinde durabilen ve her bir karakterin diğeriyle sonsuz bir diyalogda olduğu, geçmişe yaslanarak bugüne gelen ve geleceğe dair öngörülerde bulunan bağımsız, özerk bir yapı taşır. Grafik bir form olarak sözcüğü destekleyen harf, hem gösteren, hem de gösterilenden oluşan bir gösterge olarak sözel içeriği iletmek amacıyla fiziksel bir varlığa, görsel bir nesneye dönüşerek mesajını iletir ve bizimle konuşur. Olduğu gibi. Tüm çıplaklığı, sadeliği ve samimiyetiyle…

  • İnsanlık mitolojisinin ve başta Hristiyanlık olmak üzere semavi dinlerin en önemli imgelerinden biri Melek. Sizin çalışmalarınızın da odağında duruyor.

İyi bir gözlemcisiniz. Haklısınız. Tam odağında duruyor. Gökyüzü, sonsuzluk, idealler, cennet… Ama yeryüzü de aynı zamanda. İkili karşıtlıkları barındıran. Şimdi ve burada olan. Adalet, merhamet, akıl, bilgi, denge, düzen, uyanış, eşitlik, kendiliğindenlik, apaçıklık; bütüncül kavrayış. Semavi olsun olmasın, her inanç sistemindeki ortak vicdan. Adaletin tecellisini öteki dünyaya ötelemeyen. Kitleleri neredeyse toplu hipnozla uyutup, ele geçirmeyen. Her nereye bakarsam gördüğüm şeydi onlar. Yabancılaşmış bir dünyada yönümü bulmamı sağlayan… Ama melekleri ürküttük! Geri dönerler mi? Emin değilim! Bu gezegene bir daha uğramayacakları kesin! Ne söylüyorlar biliyor musunuz? Onları incittiğimiz için cezalandırıldığımızı. Doymak bilmeyen açgözlülüğümüz ile anılarını dahi çalabilecek kadar acımasızlaştığımızı, alçaldığımızı ve iki yüzlü özneler haline geldiğimizi! Firavun’un sonu da böyle gelmemiş miydi? Kim bilir hangi Meleğin anılarını sadece ganimet edinmek uğruna, kendi sefil, sefih ve karanlık amaçları için izinsiz ortalığa saçmıştı! Oysa uyarıldığı halde, bu durumu yaratan kişileri gecikmeden, bu dünyada cezalandırabilseydi ve Meleklerden özür dilenseydi belki de bunun bir karşılığı olarak affedilebilecekti. Anılarını, tüm anlam dünyasını bu ‘dünya nimetleri’ uğruna hiçe saydıktan sonra artık kimsenin yapacağı bir şey kalmadı! Dokunulmazlığı olan şeylere, ehil olmayan insanların eli değdi. Bilenler bunun ne demek olduğunu anlar! Sınırda yaşayan bir insanın öngörüsü bunlar tabii ki. Kanatlı varlık olmasına rağmen, ayakları yere sağlam basan, her ne kadar sınırda olduğunda, başka bir boyutta olsa da akılcı birinin öngörüsü. Ne yapıp ettiğini bilen ve bunun sorumluluğunu alan… Hep söylerim, yine tekrarlayayım: İzinsiz almayın hiç bir insan emeği ve doğaya ait olanları… Aksi takdirde cezasına katlanacaksınız! Hem nasıl oluyor da bir kişinin kâbusları, doğum tarihi, anıları bile aynı olabiliyor? Kim akıl veriyor genci, yaşlısı, neoncusuna? Kimler ellerine tutuşturuyor anlamadığı, kaldıramayacağı metinleri! Oldu olacak, bir iyilik yapıp ilgili dernek, sanat yazarı, küratör, sergi yapımcısı vd. bir matbu, standart metin hazırlasın, bu da tüm sergilerin ortak metni olsun! Bir tane de orijinal “eser” belirlensin, bunun da kopyasının kopyaları uzun yıllar boyu, hatta sonsuza dek kopyalanarak sürsün gitsin! Hem çeşitlilikten bahsedip, hem de anonimleşme nasıl bir şeydir? Hani yıllardır kafamızın etini yiyerek post güzellemeleri yapıyordunuz? Ne oldu? Kimlik, göç, öteki, böl, parçala ama yöneteme!Tıkan dur! Ve tektipleş. Tıkanıklığını da ancak anı çalmaya tenezzül edecek kadar “şerefli” yap! Aklınız uzun bir süredir seyahatte anlaşılan. Yıllar önce Türkiye dışında yaşayan hayatta olmayan bir sanatçı dostumu konuk ettiğimde söylediği şeyler hep kulaklarımda, kırık Türkçesi ile “Başkasının emeği ile sanat yapılmaz!” derdi. Eğer sınıra gidilemiyorsa, buna cesaret edilemiyor ise, çakma ve toplama işler kolajından oluşturulan neoliberal etkinliklerin ucuz kokteyllerinde de sakız edip çiğnemeyin başkalarına ait olanları! Belki günü kurtardığınız zannına kapılabilirsiniz, ama buralardan sanat manat çıkmaz! Bir iyilik yapıp ip ucu vereyim. Serginizin adını da “sanat-manat” koyun! Söz! Açılışınıza gelip, kavramsal çerçevenizi de buradakini genişleterek yazacağım! Hem ‘manat’ Azerbaycan ve Türkmenistan’ın da para birimleri biliyorsunuz! Hem lakırdılarınızda çokça kullanırsanız para parayı çeker ve o “enerji döngüsüne” girip, şişirdiğiniz … koinin öngörülemez, muallak alanında kaybolmazsınız. Kim bilir? Şaka bir yana sular ısınıyor! Sanat da böylesi bir zamanda dalga geçilip, fırlatılıp atılacak bir alan değil! İyisi mi hobi, fobi, lobi, ‘ healing practices’ olarak devam edin “manat” ayağında (Zanaat demiyorum dikkat edin! Sanat ayağında duran samimi, güzel hobistleri de destekliyorum ayrıca). Daha yapılacak çok iş var çünkü sanat adına ciddi anlamda. Ayak altından çekilin! Yapamıyorsunuz! Yapamayacaksınız da. Ne ulusal, ne de uluslararası küçük, büyük organizasyonlarda, fuarlarda ait olunan pavyonlarda. Sanatın terminolojisi, yerini kuluçka, network, ekosistem, misyon, vizyon vb. iş dünyasının terminolojisine bırakınca, sonuç sürpriz değil! Sanatı kaybettik! Bulmamız gerekiyor. Arıyoruz. Ayrıca hangi profesyonel ekip, ajans, iletişimci ile çalışıyorsanız da size ve kendilerine iyilik yapmadıkları ortada. Ortalıkta dönen, saçılan bir yığın “eser”! Galerilerin, müzelerin, kurumların, koleksiyonerlerin… ve en kötüsü de “sanat eseri” aldığını düşünen, onların “küçük yatırımcı” dedikleri samimi insanların ellerinde kalacak olan işler. Neymiş? Özgün iş yokmuş! Neymiş? Her şey yapılmışmış! Bir yığın palavra! Hem ne diyor bu alanın danışmanlarından Ali Saydam bir videoda? “İlginçlik bizim iletişimde en tehlikeli unsurdur. Hep dikkat etmek lazım. Tavsiyem size çok ilginç bir öneri geldiği zaman bir dakika üstüne yatayım değil, çünkü şeytanla işbirliği yapmadan ilginçlik oluşmuyor. Dikkat etmek lazım. Bu nedenle her ilginç fikrin üstüne atlamamak gerekiyor”. İlginç zamanlarda ilginç bir tespit!

Sanata ve sanatçıya ihtiyacımız var. Hiç olmadığı kadar. Ve işlevini yerine getirmesinin koşullarını aramak ve bulmak zorunda olduğumuz eleştiriye; kültür kurumlarının ve ana-akımın otoritesinden bağımsız. Yeni bir özneye, yeni bir kanon inşasına… Velhasıl, yeni bir formata…

Konuya dönecek olursak; son yaşadığımız pandemi de gösteriyor ki ister doğal, ister insan eliyle ortaya çıksın, mutasyonun akibetini hiç kimse öngöremiyor. İşin sonunu sezemiyor. Aşıyı bulan kişiler bile. Ne yapacağız peki? Semavi dinler öncesi ve sonrası tüm farklı gelenek ve inançlara göre, tüm insanlık farklı arınma-temizlenme ritüelleri, aşamalarından geçse bile en fazla duyulabilecek şey sessiz bir serzeniş olacaktır. Mutlak bir yıkımı öngören… Melekleri ürküttük! Hem de son derece bilinçli bir şekilde. Hiç kimse “yapmamayı” tercih etmedi. Kitleleri ve en yakınındakini uyarmayı. Aydın, entelektüel konfor alanından çıkamadı. Zaten çıkanlar da “halk dalkavukluğu” yapmakla itham edilerek bir şekilde kalemleri kırıldı, belki de doğmadan. Yalnızlaştırıp, tüm çıkış yolları kapatılıp etkisizleştirildi. Tıpkı Holokost’taki gibi. Geniş kitleler ise ‘gönüllü katılım’ içinde olmakla suçlandı. Günah keçisi ‘sıradan kötüler’ ise, seyredenler kimdi? Arendt bunu nasıl yanıtlamıştı? Eğiticileri de eğitememiştik zaten! Oysa hayatiydi bu ve bir şansımız vardı. Ürküttük Melekleri ve geciktik… Fazla dağıttım. Yıllar önce karaladığım şu satırları paylaşarak toparlayayım bu sorunuzu; hep aynı şekilde rahatsız etmiş beni demek ki! “Acı hibe ediyorum sonsuza dek” dedi ve yitti! Oysa ben ona, “aydınlık yoldan geldim!” dedim. Melek yanıt verdi: Geciktin!

  • Teziniz Kendilik nesnesi olarak sanat yapıtı” adını taşıyor. Çalışmalarınızla ilintisini anlatır mısınız?

Burada küçük bir hatırlatma yapmama izin verin; bu tezimi destekleyen bir makale. Açıklayayım. Uzun yıllardır siyah-beyaz, imge-yazı, dekonstrüksiyon-rekonstrüksiyon ve insan-melek ekseninde araştırma ve yorum denemelerinde bulundum. Merkeze hep Gökkuşağı Meleği’ni alarak tabii ki. Renk ve formlarla araştırma ve yorum yapan, yani yeni anlamlar peşinde koşan, kendimin bir metaforuna dönüşüvermiş ‘Angel Rainbow’u. Hatırlayamayacağım kadar eski zamanlardan, yani sanatla tanıştığımdan beri kendimi, insanı, insanlığı anlamaya ve anlatmaya çalıştım. İnsanlığın boş ve parçalanmış şaşkın kendiliğini. Kendilik nesnem oldu anılarım, sanatsal çalışmalarım, yakın hissettiklerim…

Sanat hakkındaki düşündüklerimi ‘Kendilik Nesnesi Olarak Sanat Yapıtı’ adlı makalem ve az önce sorduğunuz ‘Kendilik Öyküsü Olarak Resim/Gökkuşağı Meleği’nin Anatomisi’ adını taşıyan tez çalışmam ile ‘Yürekte Kırk Mum, Bireysel ve Toplumsal Yas’ (Pinhan Yayınları-2016) adlı kitapta bir bölüm olarak ortaya koydum. Sanatçının özgür olması, sanatsal anlatımın her daim özgünlüğünü ve özgürlüğünü koruması gerektiğini düşünüyorum. Ve hakim sanat ortamının verili anlam dünyasının sığlığında boğulmamak için özel bir çaba harcıyorum. Benzer duruşu sergileyenlere yapıştırılan “özgünlük takıntısı” yaftasını ise talihsiz bir yaklaşım olarak görüyorum. Sanatta en önemli unsur özgünlük değil midir? Bunu çekip alırsanız geriye ne kalır; anlam yitimi. Koca bir HİÇ! Zamanla, görsel ve yazılı olarak ortaya koymuş olduğum sanatsal ifadenin, dar kalıplara sıkıştığını farkettim. Tek bir akıma, tanıma indirgenemeyecek, geniş perspektifli bir anlayışı sanatçı sorumluluğunu ön planda tutarak hayata geçirme çabası içinde oldum. Gerçeklikle kurmuş olduğum ilişkide kendimden hareketle, topluma, dünyaya ve evrene yönelik bir çaba… Sanat yapıtını ise bir yansıtma olarak gördüm. Kendisine bakan biri için, gerçekliği yansıtan bir ayna … Sanatçıyı gösteren… Onun kendisini gözlemlemesini sağlayan, var olma aracı haline gelen… Sadece yansıtmakla da yetinmeyen … yansıtmayı aşan…

  • Figürüsyondan çok leke ve renk ağırlıklı bakıyorsunuz dünyaya…

Küçücük bir melek:). Elinde bir lir. Ezgi. Ninni. Uzak geçmişten. Kulaklarımızda nağmesi. Sonra halesine kapanıyor sessizce… Arka planda flu, bazen de bir his olarak algılanan. Onların bizi gözetlediğine dair… Onlarla konuşurum. El sallarlar bana uzaktan. Ama ne zaman görünmek isterlerse de açık bir kompozisyonda, tüm yüzeye davet eder, kendi şiirlerini, müziklerini, danslarını icra etmelerini seyrederim. Bu müthiş bir keyif verir. Tıpkı güneşli bir günde, gökyüzünün hediyesi olarak, bir anda cama vuran yağmur damlalarının bıraktığı izler gibi. Akan, değişen, şeffaf, bağımsız, ele geçirilemeyen, sınırları kestirilemez olan, kendi istediği şekilde ilerleyen, özgün, sadece olan, beklentisiz, öylece… Dünya denen gezegende bana ait başka bir dünya oluştururum. Böyle bir şey…

Bazen rengi unuturum. Askıya alırım. Siyah-beyaz ve ağırlıklı olarak gri haline gelir her şey. Sonra renk bana kendini hatırlatır. Yani beni. Adımı. Adımı hiç unutmamamı ister. Yani bana hediye ettiği adımı. Bu nedenle bütün Gökkuşağı enstelasyonlarım renge adanmıştır. Rengin ruhuna. Sonsuzluğuna…

Jale İris Gökçe Kimdir?

Kendini Angel Rainbow (Gökkuşağı Meleği) yani ‘kendilik araştırmacısı’ olarak tanımlar. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Tarih, Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi’nde Resim okudu. Yüksek Lisansını Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde yaptı. Sanatta doktorasını Gazi Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü’nde ‘Kendilik Öyküsü Olarak Resim: Gökkuşağı Meleği’nin Anatomisi’ adlı tez çalışmasıyla tamamladı.

Yurt içi ve yurt dışı birçok karma sergide yapıtlarıyla yer aldı. ’İris : Sergilerin Bugünü Uzaktır’ (Ankara 2013), ‘Angel Rainbow’ (Selanik 2017), ‘Kaos’ (İstanbul 2019) ve ‘Pandemi! Sorun Acaba Self de mi?’ (İstanbul 2020), son yıllardaki kişisel sergileridir. Sanat ve sanat yapıtı konusundaki görüşlerini, ‘Kendilik Nesnesi Olarak Sanat Yapıtı’ adlı makalede somutlaştırdı. Ona göre sanat; gerçekliği sadece yansıtmakla yetinmez, yansıtmayı aşar ve gerçekliği dönüştürür. Tek bir akım ve tanıma indirgenemeyecek, geniş perspektifli bir anlayışı sanatçı sorumluluğunu ön planda tutarak, hayata geçirme çabası içinde olduğu söylenebilir. Gerçeklikle kurmuş olduğu bu ilişkide, kendisinden hareketle topluma, dünyaya ve evrene yönelik bir çaba… Sanatsal çalışmalarını İstanbul ve Ankara’daki atölyesinde sürdürmektedir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu