Civan Canova: ‘Türkiye’de sanata ihtiyaç duyulmuyor’
Çok kişi tarafından oyuncu olarak bilinen, oyun yazarlığı ve ressamlığı da en az oyunculuğu kadar başarılı olan Civan Canova ile yazdığı oyunları, yaptığı resimleri, rol aldığı oyun ve dizileri resmettik hayat tuvalinde.
Haliyle rengarenk bir röportaj çıktı ortaya.
İşte karşınızda, samimi cevaplarıyla Civan Canova.
Söyleşi: MELİKE BİRGÖLGE
“İKİ ÜÇ GÜN BIRAKTIĞIMDA EKSİKLİK HİSSEDİYORUM!”
- Milyonlarca kişi sizi oyunculuğunuzla tanıyor. Ama ben uzun yıllardır yaptığınız resimlerle başlamak istiyorum sohbetimize. Açtığınız üç sergi ile buluştu sanatseverler. Sergilerinizdeki eserler zihnimizde güzel anı olarak kaldı. Oyunculukla çok ön planda olduğunuz anlarda bile resim hayatınızda hep vardı.
Aynen… Resim yapmayı aralıksız sürdürdüm. İki üç gün bıraktığımda eksiklik hissediyorum, özlüyorum. Ruh hali önemli değil. Hangi ruh halinde olursam olayım, gündelik hayatın akışı içerisinde ufak tefek öfkeler bile yaşasam, tuvalin başına oturduğumda, abartılı olmasın ama arındığımı hissediyorum. İyi geliyor bana.
“İLK RESİMLERİM KAHVE FALI GİBİYDİ!”
- Yetişip gelişme zamanlarınızda resimle tanıştınız ama son sekiz yıldır resim yapmaya yoğunlaştınız. “Gençliğimden beri yaptığım resimleri arkadaşlarıma göstermeye çekinirdim” diyorsunuz. Neden?
Çünkü o resimler kahve falı gibiydi. Boyayı sürerseniz ister istemez bir şekil çıkıyor. Sonrası da Rorschach’ın leke testi gibi… Neye benzetirsen oradan yürüyorsun. Bir de mesaj verme zorunluluğu var ya, yok efendim ‘güneşe uzanan eller’, ‘dalgalar arasındaki acılı kadın’, falan filan… Yani boya öyle akmasa kayık olacak belki ama belli belirsiz bir siluet belirdi ya, kadın oluyor. Sanki bilinçli yapmışım gibi bir de mesaj derdindeydim. Nesini paylaşacaktım ki arkadaşlarımla? O zaman öyle düşünmüyordum ama. Kendim beğeniyordum için için yaptıklarımı. Yetersizliğimi görmezden geliyorum belki de. Başkalarının beğeneceği konusunda şüphelerim vardı. Sonraları kendim de beğenmemeye başladım. Peki şu an yeterli misin diye soracak olursanız, bir resmi oluştururken eskiden duyamadığım hazları duyuyorum şu an. Bu da yetiyor bana. Ruhuma iyi geliyor işte.
- Geçmiş yıllarda yaptığınız resimlere ara ara baktığınızda…
Eskiden depresif resimler yapardım. Daha doğrusu şu an onlara baktığımda içim kararıyor. Şimdikiler öyle değil. On yıl önce bana “Sevdiğin resimleri yapacaksın, insanlar da sevecek ve sergi açacaksın” deselerdi, sanırım mutluluktan aklımı oynatırdım. Şu an da çok mutluyum ve başka hiç bir uğraşa vakit ayırmak gelmiyor içimden.
“RESİM YAPMASAYDIM, KAFA KARIŞIKLIKLARIYLA GEÇERDİ HAYATIM!”
- Resimlerinizde tanıdık isimlere, aşina olduğumuz yüzlere de rastlıyoruz; Yılmaz Güney, Yaşar Kemal, Zeki Müren, Mahir Canova ve birçok isim… Bizi bu sevdiğimiz isimlerle resimlerinizde buluşturma nedeniniz Türkiye’nin kültürel yüzünü, gerçeğini göstermeniz görebilmemiz için mi?
Benim resimlerim genelde kendi zaman yolculuğumu kapsıyor. Çocukluğum, ilk gençliğim, orta yaş halim, sonrası ve de yaşadığım yerler, mekanlar… Bütün bu farklı süreçler içerisinde, tanımasak bile, belli insanlar vardı hayatımızda. Şu an Yılmaz Güney dendiğinde onun yaşam dilimleri gelir aklınıza. İlk filmleri, romanları, son dönem filmleri, hayatı boyunca yaşadıkları, yaşattıkları, yaşamak zorunda kaldıkları, düşünceleri… İki fırça darbesinde anlatamazsınız elbet bunları, ama bir şeyler çağrıştırabilirsiniz. Çiçek Pasajı’nı yaparken bir masaya kendi gençliğimi ve o dönemki arkadaşlarımı koydum. ‘Arkadaş’ filmi çekilmişti o yaşlarımda, benim de rol aldığım. Çiçek Pasajı’nda geçen güzel bir sahne vardı filmde, Yılmaz Güney ve rahmetli Kerim Afşar ağabeyimin oynadığı… Resmi yaparken birden o sahne geldi aklıma. Bir köşeye de Yılmaz ağabeyimi yerleştirmek istedim. Tek başına. Masada ‘Arkadaş’ filminin taslağı… İnsanlar resme bakarken fark etsin ya da etmesin, önemli değil benim için. Fark ettiklerinde çok mutlu olurum o başka. Yılmaz ağabey oradadır artık. Resim boyandıkça farklı bir boyut kazanmış, o da yerleşmiştir yerine, diğerleri gibi. Demek istediğim böyle oluyor işte. Böyle hissediyorum. Bir dönemi ya da bir mekanı anlatırken belli kişiler beliriyor kafanızda. Tasarlamadan, çalışmanın doğal akışı içerisinde… Ya da belli bir mekandan söz edildiğinde, sözgelimi Çiçek Bar’dan, belli başlı müdavimleriyle hatırlarsınız o mekanı; Tarık Akan, Bülent Kayabaş, Arif Keskiner gibi, servis görevlisi Sanlı gibi… Yaşar Kemal de bu kişilerden biridir. Bu arada ben pek nadir çıkarım geceleri. Dediğimiz bara da en az yirmi yıldır gitmedim. Ama zamanında her gittiğimde aynı kişilere rastladım. Ya da eski okulumuz… Şu an Mamak Belediyesi’nin kullanımında olan konservatuvarımız. Konservatuvardan söz edildiğinde, Cumhuriyet’in ilk yıllarından bu yana oradan yetişen herkes geçer aklımızdan. Yani benimle birlikte o anları yaşayan dönem arkadaşlarım da böyle hayal eder. Bundan o kadar eminim ki… Mahir Canova da o avludadır, Hikmet Şimşek de, Necil Kazım da, Cüneyt Gökçer de, Muammer Sun da, kantinci İbo da, Sadık Emmi de, ağabey ve ablalarımız da, diğer hoca ve ustalarımız da, bizler de, bizden sonrası da… Hepimiz o muhteşem konservatuvar resminin bir köşesindeyizdir. İşte bu ortak ruh, görüşelim ya da görüşmeyelim, bağlar bizi birbirimize. Kavga da etsek, kanlı bıçaklı da olsak, aynı ailenin fertleri gibiyizdir. Bilimsel hiç bir geçerliliği olmasa bile, ben, ressamından müzisyenine, bütün sanatçıların ortak genlere sahip olduğuna inanırım. Bunları içtenlikle tuvale aktardığınızda teknik hatalar hoş görülüyor, göz ardı ediliyor.
- Sizin sorunuzu ben size sorayım bu kez. Resim yapmasaydınız hayat nasıl geçerdi acaba?
Daha önce nasıl geçiyorsa öyle geçerdi. Diziler, oyunlar, müzmin kafa karışıklıkları… Ama sanırım biraz daha renksiz ve tekdüze geçerdi.
“HERKES KENDİ RESMİNİN ODAĞINDA!”
- Hayata – hayatınıza bir resme bakar gibi baktığınızda siz bu resmin neresindesiniz? Neden?
Bence herkes kendi resminin odağındadır. Hayat, kişiye özel bir deneyimdir ve merkezinde siz varsınızdır. Egoizm değil bu. Olması gereken. Yokta hayatta ve ayakta kalamazsınız. Çok mu felsefi oldu? (Gülüyor) Doğru ama. Yaşadığınız hayat sizin resminiz olduğuna göre, ben de yaptığım çeşitli resimlerle, ufak ufak kendi büyük resmimi ortaya çıkarmaya çabalıyorum aslında.
- Oyunculuk, yazmak, resim yapmak… Üçü birbirini besleyen zincirin halkaları gibi… Peki oyuncu yanınız yazar yönünüze, ressam yönünüz oyunculuk yönüne, birbirlerine neler söylüyor? Ve Civan bu üçüne ne diyor?
‘Geç bunları’ diyor. ‘Takıl işte.’ (Kahkahalar)
- Oyunculuğa Yılmaz Güney’in ‘Arkadaş’ filmiyle adım attınız. Onunla tanışmanızı, filme nasıl dahil olduğunuzu öğrenerek başlayalım mı?
Tiyatro oyuncusu olma hayalleriyle yanıp tutuşan 19 yaşında bir genç. Elinde ‘Kral Oidipus’ oyunu, Kumburgaz’da, yazlık sinemanın beton sahnesinde tek başına tirat çalışırken, girişte ansızın Yılmaz Güney beliriyor. İzliyor bir süre çaktırmadan. Sonra, “Koçum” diyor, “Benim filmimde oynar mısın?” Rüya gibi bir rastlantı değil mi? İşte aynen böyle oldu. Yazlığımızın olduğu siteye gelmişti film çekmek için. Daha gelmeden sitede duyulmuştu geleceği. Hatta yazlıktan arkadaşım Melike Demirağ bir konuşma sırasında Yılmaz Güney’in filminde oynayacağını söylediğinde gıpta etmiştim. Tanışmam, filmde oynayışım, sonra o talihsiz olay, Yılmaz ağabeyin tutuklanması, benim Ankara’ya dönüp konservatuvar sınavına girmem, okula başlamam, onun iki durak ilerdeki Ankara Mamak Cezaevi’ne getirilişi, görüşme günü takım elbisemi giyip cezaevine gitmem, kapıda tesadüf Fatoş Güney’le karşılaşmam, Melike’nin Ankara’ya gelişi, birlikte tekrar cezaevine ziyarete gidişimiz, filmin gösterime girmesi, Kızılay’da insanlar tanıyor diye atkılara bürünmem ve onu son görüşüm. Hepsi toplam dört ay. 1974 yılının Temmuz, Ağustos, Eylül ve Ekim ayları. O kadar çok şey anlatabilirim ki o dört ayla ilgili.
“HER ROLÜ KENDİNİZE ADAPTE ETMEYİN, SİZ ROLE ADAPTE OLUN!”
- Mesela ilk aklınıza gelen bir anınızı…
“Girdin mi konservatuvara?” diye sormuştu camlı görüşme penceresinin ardından. “Girdim ağabey” dedim. “Aferin. Çok çalış. Kalıplaşma sakın.” Anlamamıştım. “Kalıplaşmam ağabey. Merak etme.” demiştim. Sonra o nasihate çeşitli anlamlar yüklemiştim. Aslında babam da söylerdi bunu farklı cümlelerle. “Her rolü kendinize adapte etmeyin, siz role adapte olun” derdi. Tabi bu onların uydurduğu bir söylem değil, bir öğreti. Neyse, ne diyorduk nereye geldik. (Gülüyor) ‘Arkadaş’ filmine dahil oluşum, hayatımın en anlamlı, en güzel rastlantılarından biriydi diyebilirim.
“RENKLERİMİ DUYGULARIM BELİRLİYOR!”
- Gençlik yıllarınızın hedefi oyunculukta başarıya ulaşana kadar her şey ne kadar tozpembeydi?
Hiç de tozpembe geçmedi benim gençliğim. Gençliğin hissettirdiği olağan tozpembelikler vardı sadece. Aşk vardı, tutku vardı, dostluklar vardı, şimdi olmayan, dostlar arası sadakat vardı. Bunun yanı sıra gençler arası, kuşaklar arası çatışmalar vardı. Ama en mühimi var olma isteğimizi, yaşama şevkimizi diri tutan umutlarımız vardı. Bunları sonradan hayal ettiğinizde o döneme ait griler bile pembeye dönüşüyor. Resim yapmanın cazibesi de burada gizli galiba. Renklerimi duygularım belirliyor. Öte yandan sorunlu ve sorumsuz geçti gençliğim. Hedef vardı ama hedefe ulaşacağım yolu bulamıyordum bir türlü.
Timur Savcı: ‘Yapımcılık sadece parayla ilgili bir şey değil’
“TAKSİCİ, OYUNCULUĞU MESLEKTEN BİLE SAYMIYOR!”
- Babanızın “Başarı görecedir oğlum, önemli olan doğru insan olmak” cümlesinden yola çıkarsak başarının sizce tanımı?
Emeğin ve yetkinliğin öncelikle manevi olarak karşılık bulmasıdır bence başarı. İnsanların yaptığınız işe saygı duyması, değer vermesidir, yapılan iş ne olursa olsun ya da sizin için ne değerli ise… Bana oyuncu olarak değer verilmesi, hayatta ulaşabileceğim en büyük başarıdır. Çünkü ben o işe değer veriyorum. Taksicinin, ’Peki esas işin ne?’ diyerek meslekten bile saymadığı iş, benim bir parçam. O taksiciye göre ise, güzel hobileri olan ama mesleği olmayan bir adamım. Demek ki pek de başarılı olamamışım hayatta. Bir başkası için ticari başarı önemlidir. Hakkıyla yapıyorsa ve üretime katkısı varsa kuşkusuz bu da başarıdır. Ya da bir diğeri iyi bir öğretmendir, kıt kanaat geçinir ama mesleğinde saygındır. Demek ki başarılıdır. Aile babası olarak, kardeş olarak, dost olarak da saygın bir başarıya ulaşabilirsiniz.
“İLK OYUNUMU YAZANA KADAR ÇÖPE KİLOLARCA KAĞIT ATTIM!”
- Peki oyunculukta başarıya ulaşana kadar…
Ben gençlik yıllarımda hep daldan dala koştum. Resim yaptım, tatmin olmadım. Çünkü beceremediğimi düşündüm. İlk oyunumu yazana kadar çöp kutusuna kilolarca kağıt attım. Ve hep umutsuzluğa kapıldım. Hayatım boyunda bu kısır döngü içerisinde çırpınıp duracağımı düşündüm. En büyük korkum sıradan, değersiz, geliştirilememiş, çıkmazlarla dolu bir hayat sürüp, öyle göçüp gitmekti. Yani yaşamış ya da yaşamamış fark etmez. Çünkü sorumsuzdum, dediğim gibi. Özel yaşamım düzensizdi. Bu düzensizlik yaptığım işe de yansıyordu. Ama yıllar, sizi eğer çok ister ve çabalarsanız, olmak istediğiniz yere getirmese bile en azından yaklaştırıyor. Ben o düzensizlik ve sorumsuzluktan o zamanlar da nefret ediyordum ama toparlanıp doğrulmak, üstümü başımı silkeleyerek doğru tabelaları izlemek ve doğru yola sapmak bayağı zaman aldı.
“BAŞKALARINA AİT HAYALİ MASKELER İLAVE EDERSENİZ SORUN BAŞLIYOR!”
- Yazdığınız birçok oyununuz var izlediğimiz. İzlediğimde beni etkileyen oyunlarınızdan biri de ‘Ful Yaprakları’… İnsanlar neden kendini olduğu gibi değil de, olduğundan farklı görmek – göstermek ister?
Belki sığınma, bir şeyleri maskeleme, belki kendinden hoşnut olmama, belki ulaşamayacağını bildiği hedeflere ulaşmış gibi görünme, hatta kendini de buna inandırma ihtiyacı, dürtüsü… Birçok neden var bence. Bu da özünde savunma mekanizması işte. Avcı toplumlarda yaşarken düşmana karşı kendimizi daha kuvvetli, baş edilmezmiş gibi gösterme ihtiyacının evrim geçirmiş, çağdaşlaşmış hali de olabilir. İnsana has bir davranış da değil. Hayvanlar da zorda kaldıklarında farklı görüntülere bürünüp farklı hayvanlara has sesler çıkarabiliyorlar. Ruhlarımız da zorda kaldığında böyle davranıyor işte. Kendinden olmayan, farklı sesler çıkarıyor. Ama böyle davranan birinin, ne kadar göz ardı etse, kendine bile yalan söylese, rahatsız olduğu gerçeği için için çok iyi bildiğinden, yalnız kaldığında benliği ile büyük çatışmalara girdiğini düşünüyorum. Bunları da sudan çıkmış ak kaşıkmışım gibi söylemiyorum. Hepimizin farklı davrandığı bazı durumlar olabiliyor. Oldukça çok maskemiz var aslında. Baba olarak, eş olarak, taraftar olarak, meslek erbabı olarak, otobüs yolcusu olarak, müşteri olarak, vatandaş olarak, kiracı olarak, ev sahibi olarak, seçen olarak, seçilen olarak… Eğer bunlardan birer adet olması lazım. Aralarına birden çok taraftar maskesi, birden çok eş maskesi ya da başkalarına ait hayali maskeler ilave ederseniz sorun orada başlıyor.
“OYUNCULUĞUN YAŞI YOK AMA ROLÜN YAŞI VAR!”
- Birçok oyunda, dizide, filmde rol aldınız. Çok karaktere hayat verdiniz. Oyunculuk ve sahne hayat işçiliği gibi aslında. Nasıl bir oyun veya hangi rol hayat işçiliğinizi daha keyifli kılar?
Benim hayallerimi süsleyen bir rol yok şu an. Bu yaşta Hamlet diyecek halim yok. Yok efendim, oyunculuğun yaşı yokmuş. Tamam oyunculuğun değil ama rolün yaşı var. Oyunculukta elbette deneyim çok önemli, onu söylemiyorum. Ama her rolün yaş sınırları var. Yani olmalı. Zorlarsanız oyunculuğunuz alkışlansa bile role uygunluğunuz tartışılır. Oyunun tümünü olumsuz etkiler. Her yaşın da bir rolü vardır ayrıca. Gençliğimde Sartre’ın ‘Altona Maphusları’ oyunundaki ‘Frantz’ rolünü çalışmıştım. Çok gençtik o zaman. Konservatuvarı bitirme parçamdı. O yaşın rolü değildi elbette ama sınavda kaale alınmaz yaş durumu. Olgunluk çağımda o rolü yeniden yorumlayıp oynamak isterdim. Hatta başlamıştık bile rahmetli Cüneyt Çalışkur arkadaşımla ama çeşitli nedenlerle hayata geçmemişti. Hayat işçiliği başlı başına keyifli zaten. Hangi rol olursa tadını çıkarabilirsiniz. Yeter ki mecburiyetten değil gönülden oynansın. Artık bir emekli olarak mecburiyetim de kalmadığına göre şu an acelem yok. Bir iki aya başlarım düşünmeye.
“İYİ PAZARLANAN RESİMLİ ROMANIN MÜREKKEBİYİZ!”
- Sanatçılar toplumun aynası olarak görülüyor. Peki Civan Canova birey olarak aynaya baktığında neler görüyor, neler düşünüyor toplumla ilgili?
Değil toplumun aynası, toplumun sürü teki olarak bile görüldüğünden emin değilim sanatçıların. Kimsenin aynaya ihtiyacı yok ki. Dedik ya, herkes kendi aynasını kendine tutmuş ona bakıyor. Ha, bir de diziler var, bu yetiyor insanlara. Biz orada ayna değil sadece iyi pazarlanan bir resimli romanın mürekkebiyiz. Bence diziler tiyatroya katkıda bulundu. Gişe olarak demiyorum. Her tema, her konu, her karakter öylesine sömürüldü, çekiştirildi, sündürüldü ki, tiyatronun kendi anlamını ve alanını çok iyi belirlemesi gereksinimi hasıl oldu. Öte yandan kamera, tiyatral davranışları oldukça törpüledi diyebilirim. Bazı oyuncuları içselliğe, daha hayatın içindenmişcesine davranmaya, altını fazla çizmeden konuşmaya alıştırdı. Aşırı doğalları bir tarafa bırakırsak, olumlu bir katkı bu.
“O KADAR KENDİMİ BİLMİYORUM Kİ, SHAKESPEARE’DAN ÇALMIŞIM!”
- Peki hangi roller veya hangi durumlar duygular size ‘İyi ki oyuncu olmuşum’ dedirtiyor?
‘İyi ki oyuncu olmuşum’ denmiyor pek. Arada bir ‘Nerden oyuncu oldum’ da diyorsunuz. Ama bu belki de daha iyi olma çabasının dışavurumu. Sahnede her selamdan sonra ‘İyi ki’ diyorum. Değer verdiğim birinin övgüsüyle karşılaşınca da öyle… Ama bir kere dilim sürçsün ya da sahnede bir kaza yapayım, ‘Benim gibi oyuncunun…’ diye basıyorum küfrü. Sette çok üşüdüğümde ya da çok beklediğimde de homurdanıyorum, ‘B.. vardı oyuncu olacak’ diye… Ama ne olursa olsun, seviyorum işimi. Gerçekten çok seviyorum. Bütün rolleri de severek oynadım şimdiye kadar. Tabi gençliğimde oynadığım ve varlığımın sadece yokluğumda fark edildiği oyunları kast etmiyorum. (Gülüyor) Bu lafı kendi oyunumdan çaldım. Çalmak deyince aklıma geldi. Zaten her aklıma geldiğinde öfkeleniyorum. Ful Yaprakları oyununda rol kişisi Richard’a söylettiğim şöyle bir cümle vardı; “Hoşumuza giden bir bedenin içine hayalimizdeki ruhu yerleştirir, adına da aşk deriz bu saçmalığın”… Bu cümleyi adamın biri Shakespeare’ e mal etmiş. İnternette tartışmalar dönüyor bu konuda. Hatta o kadar eminler ki bu sözün Shakespeare’ e ait olduğuna, benim adımı belirterek paylaşanlara bile kızıyorlar. Kimi bu cümlenin ‘Othello’da geçtiğini iddia ediyor, bazısı 3.Richard’ da geçtiğini söylüyor. Benim kahramanımın adı da Richard ya ondan zaar (Gülüyor) Ve bu durum beni gerçekten çok çok üzüyor. Hırsız gibi başka bir oyundan laf çalmışım. Üstelik o kadar kendimi bilmiyorum ki Shakespeare’dan çalmışım. Yaptığım resimlerin hepsi yansa bu kadar üzülmem sanırım.
“TÜRKİYE’DE SANATA İHTİYAÇ DUYULMUYOR!”
- Dünyanın birçok ülkesinde sanat kurtarıcı olarak görülüyorken Türkiye’de bu, neden yok sayılıyor, görülmek istenmiyor?
İhtiyaç duyulmuyor demek ki. Geçenlerde Facebook’ta bir fotoğraf paylaştım. Babamın eski resimlerinin arasında bulup taramıştım. Küçücük bir fotoğraf. 1950 yılında çekilmiş. Pamukkale şenliklerinde konservatuvar öğrencilerinin oynadığı, Shakespeare’ in “Bir Yaz Dönümü Gecesi Rüyası’ oyununu izleyen yöre halkının fotoğrafı. Büyütünce daha da netleşti. İşçisi, köylüsü, öğrencisi, binlerce insan. Koca antik tiyatro dolmuş taşmış. Gözlerim yaşardı fotoğrafı büyüttüğümde. Hemen paylaştım. Altına da şöyle yazdım; ‘Bu güzel insanlar Shakespeare izlemeye gelmiş.’ Benden gören birçok dostum da paylaştı akabinde. Güzel şeyler yazdılar. Sadece bir takipçimin yazdığı cümle çok dokundu bana. ‘İzleseler ne olacak, izlemeseler ne olacak?’ Üzüldüm. ‘Çok şey olabilirdi’ diyemedim. Bir şey yazmadım. Bir oyun izlemenin, bir kitap okumanın, sergi gezmenin, müzik dinlemenin; bütün bunları ihtiyaç haline getirmenin, insan hayatına ne gibi katkılarda bulunacağını mı yazacaktım? Onun vereceği cevap belliydi. Yok işte. İhtiyaç yok maalesef.
Söyleşi: MELİKE BİRGÖLGE