Fuar Ve Bienal – Özkan Eroğlu yazdı…
Günümüzde her iki oluşum da kapitale hem de oldukça açık şekilde endekslidir. Fuarların önünde ve arkasında kapital geçerli iken, Bienallerin arka planında kapitale daha çok teslim olduklarını söyleyebiliriz. Net vurgulayacak olursak bienallerde küratörler, fuarlarda da organizasyonu yapanların arkasında, asıl kapitalin sahibi veya sahipleridir her türlü manipülasyonu yapan. Bu noktada bu aktivitelerde her şeyi kapital belirlediği için, kapitale endeksli olanlara da herhangi rasyonel bir şeyi anlatmak, olanaklı değildir. Anlatmaya çalıştığınızda anlar gibi yapıp sizi dinlerler, fakat iş uygulamaya gelince hiçbir şey yapmazlar, aslında yapamazlar.
Fuar ve bienaller meseleye böyle yaklaşıp da, toplumun sanat ideolojisini belirlemeye başladığında ve bu belirleneni bazı kanalları arkasına alıp, bazı kanalları da kullanarak yapmaya başladığında, meseleyi kabul edilebilir olandan uzaklaştırmakta, eleştiriyi de hak eder duruma gelmektedir. Çünkü özeleştirisiz, hatta buna bağlı yer yer sorumsuz da davranan söz konusu iki kurum figürlerinin gündeme taşıdıkları davranışları kabul etmek, en azından bağımsız bir eleştirmen olarak benim için kabul edilemez bir hale ulaşıyor. Tam bu noktada Kassel’de düzenlenmiş ve benim de yakından gördüğüm Documenta 12’nin küratörlerinin söylediği aklıma geliyor: “Çağdaş sanatı biz sergiliyoruz. Önümüzdeki 20-30 yıl içinde sanat piyasasına yön verecek modeller burada yaratılıyor. Bu performansı gösteremezsek biteriz”. Fakat köklü bir kurum olan Documenta’nın küratörünün bunu söylemesi pek şaşırtıcı gelmese de, ülkemizde gerçekleşen İstanbul Bienali’nin Türkiyeli sanatçılar açısından bunu ileri süren bir topluluğu zaman içinde oluşturması ve oluşan bu kitlenin gittikçe yalnızlaşarak temel sanat piyasasına hem bitişik, hem de daha çok ayrışık kalması, Batıda uygulanan ve bizde kökleri olmadığından ne yazık ki tutmayan bir prensibin göstergesidir. Sanat fuarları ise çeşitli hal ve isimlerle son yıllarda karşımıza çıkmakta, bu kez bazı sansasyonlar yaratarak dikkat çekmekten de öte gidemediği gibi, gelinen son noktada fuar yönetiminin bu galeriyi alırım şu galeriyi almam demesi de bana hayli ilginç geliyor. Bu işi kapital karşılığında yaptığın sürece bunu söylediğin an kendinle samimiyetsizleşiyorsun aslında. İşte bu durum her yıl bir zırvayı fuarların gündemine taşıyor. Bu yıl da gericilerin bir çalışmaya saldırdığını duyduk. Her yıl bir şey olacağına sizi temin ederim.
Özellikle fuarların, galerileri kendine mal olarak gördüğünü söylersek, bu malın niteliğini de galerilerin organizasyona katıldığı sanatçılarla sağladığını da belirtmeliyiz. Sanatçının yapıtı bu sirkülasyon içinde en sonda kalan mesele halini alıyor. Fuar, galeriyi, galeri de sanatçıyı meta kabulüne iterek bir değerlendirmenin oluşmasına neden olmasından ötürü, tam bir kapital döngüye tanıklık yaptırmaktan öteye gitmiyor. Bu kapital döngüde az önce vurguladığım yapıt meselesi en son öneme sahiptir organizatör ve galerici için (onlar boy göstermeyi daha önemsiyor çünkü). Sanatçı da alternatif olanı özellikle ülkemizde yaratmaya uğraşmak yerine bu hazır çorbayı içmeye baştan razı oluvermekte. Türkiye, sanat üzerine derinlikli düşünmüyor tümel anlamda, hep bir çaba sarf etmeden bir yere üstelik kolayca gelmek istiyor. Öğretme ve eğitim, sanat ortamında halen çoğu sağlam olmayan çeviri yayınlar, artık zihni yavaşlamış emekli sanat eğitimcileri ve onların gözetiminde ve kontrolünde daha genç, fakat çoğun etkisiz öğretim elemanlarıyla yapılıyor. Şu eğitim kurumlarındaki yaşını başını almış hocaların sanatçı mı, yoksa sanat eğitimcisi mi olduklarına karar vermeleri de bienal ve fuar gibi oluşumların daha düzgün işleyebilmesi adına da bence çok önemli. Hem onu hem bunu yaparım ile olmuyor bu iş, ayrıca öğrenciye kötü de örnek oluyorlar. Devlet üniversitesinden emekli, özel üniversitede maaşlı, bir de kendisine sanatçı denilmesini bekleyen bu güruh, Türkiye’de sanata en büyük zararı verenlerden olduğu gibi, yapılan her türlü sanat organizasyonundaki niteliğin de düşmesine neden oluyor.
Özkan Eroğlu