Bizi Birbirimize Bağlayan Şerif Gören Sinemasını Hatırlarken
Oğuz Makal yazdı...

Bizi Birbirimize Bağlayan Şerif Gören Sinemasını Hatırlarken – Oğuz Makal yazdı.
“Zaman geçince geride kalanlar anı olurmuş.” diyordu Oktay Akbal.
Oğuz Makal, Şerif Gören ve Yılmaz Güney çevresinden geride kalanlara bakıyor.
Geçen yıl Eylül ayında yapılan Adana Altın Koza Film Festivali‘ndeydik. Gözlerim Şerif Gören’i aradı. Karşılaşmamız Antalya Film Festivali’nde olacaktı.
Hemen her gün -aynı otelde kaldığımız için- bir arada olma fırsatını yakalıyordum. Kendine özgü konuşma tarzıyla, biraz ironi katarak anlattıkları sinemanın ve hayatın bellek arşivinde yerini almalıydı ama elim nedense telefonun ses kayıt butonuna gitmedi. Affedilir gibi değil…
Şerif Gören’in sinemamızda çizdiği kurgudan rejiye ustalık, arkadaş ve bir dost olarak içtenliği bir yana, konuşmayı çok sevmezdi. O nedenle kendi dünyasını çok az aktardı. Bazı anekdotları olmasa sadece filmleriyle hatırlayacağız onu. Tabii bu da harika bir olay. Son filmlerinden “Yol” filmi yeter. Ve doğa ve yapım koşullarını yenerek yaptığı Tomruk (1982), Derman (1983), Kurbağalar (1985) gibi… Ama ben Yüksek Lisans öğrencim Esin Yılmaz’ın (2009) danışmanı olarak *Bir Yol’un Hikayesi” başlıklı bir belgeseli yaptırdığımda telefon ederek ‘Yol’ üzerine konuşmasını sağlamıştım. (Beykent Üniversitesi Kurumsal Akademik Arşiv’de açıklama şöyle:
“….Bir Yol’un Öyküsü adlı belgesel film, Yol filminin bilinen ve bilinmeyen gerçek yönlerini ele almaktadır. Demir parmaklıklar ardında var olan bir senaryonun hayata geçirilme çabaları bu uğurda yaşanılanlar, çekilen zorluklar filme tanıklık edenlerin ağzından anlatılmaktadır…”
(Belgesel, bir süre internet ortamındaydı, izlenebiliyordu, şimdi nedense yok…Neyse bende DVD’si var.)
Yine de Şerif Gören’den Yol’un yapılışına ilişkin açıklamasından birkaç cümleyi almak isterim:
“Yılmaz Güney’in senaryosu on bir kişiden ibaretti. Senaryoyu okuduktan sonra bunun beşini çekmeyi planladım. Aşağı yukarı on beş gün sonra bütün kadroyu, Tarık Akan’ın dışındaki bütün oyuncuları ve teknik ekibi değiştirdim. (…) Evet, [çekilecek bu beş hikayeyi] ben seçtim.”
Düşüncesi, öyküsü, filmi Fransa’da Cannes için kurgulayışı gibi önemli katkıları biliniyor, ama neyse ki Yol’un bir Şerif Gören filmi olduğu gerçeği üzerine de epey yazıldı… Ayrıca Gören de 50. Cannes Film Festivali’ne davet edildiği 1997’de açıklamıştı:
“Filmin yönetmeni bendim. Hâlâ da benim. Yılmaz Güney ise filmin prodüktörü ve senaristiydi. O günün şartları gereği ben yurt dışına çıkamadığımdan o da yurt dışında kaçak olarak bulunduğundan ödülü Yılmaz Güney aldı. Yol’un yönetmeni 1982’de de bendim, 1997’de de benim. O yıllarda kapalı bir dönemden geçiyorduk. Medyatik olarak Yılmaz’ın adı, politik kişiliğinden gelen nedenlerle biraz daha fazla kullanıldı gibime geliyor. Ayrıca, Yılmaz Güney de Yol’un yönetmeni benim demedi hiçbir zaman.” (Şerif Gören, “Sinemamızın Dünyada Yeri Yok!”,
Söyleşi: Duygu Durgun, Cumhuriyet, 9 Haziran 1997, s.11.)
Antalya ve Adana iki film festivali de yaklaşıyor, geçen yıl Adana’da Yılmaz Güney dolu dolu vardı.
1970 yılından başlayarak, Yılmaz Güney‘in en detaylı ve özel arşivinin sahibi Tahir Yüksel’in sergisinde Yılmaz Güney üzerine ilk kez gördüğüm İnkılap İlkokulu’ndaki künye defterinden ortaokul yıllarına, Kemal Film işletmesinde film taşıyıcılığı yaptığı günlerden. Bu Vatanın Çocukları filmindeki oyunculuğuna, onun hayatı olan onlarca filmden fotoğraflar vardı. Sanki soruyordu:
“Kimdir incir kuşlarını, kumruları yok eden?
Kimdir kitapları yakan, türküleri, kol kola yürümeyi yasaklayan?
Kimdir erik ağaçlarından,
kiraz ağaçlarından,
ağaçların çiçek açmasından korkan…
Kim?”
Bu Vatanın Çocukları’ndan başlayıp Yol’a, hatta Duvar’a dek (bazılarının sadece senaryosunu yazabildiği) baş yapıt filmlerinden söz etmem gerekecek. Ama burada küçük bir ara vermek ve Yaşar Kemal’i dinlemek daha keyifli olabilir. (belki de sinema tarihimizin belleğinde bir sayfa aralanabilir).
“Yılmaz ilk defa bana geldi. Cumhuriyet’te çalışıyordum. Ben o zaman Cumhuriyet’e gelen mektupları okuyorum, röportaj yapıyorum, fıkra yazıyorum, bir de makaleleri okuyorum…
Anadolu bürosunu da sonradan ben kurdum. O zaman Babıali’de adım ağır işçiydi. O kadar çok çalışıyorum ki, beni görmeye gelenlere yok dedirtiyorum. ‘İçeriye yalnızca Adanalıları alabilirsiniz’ demiştim.
Kapıdakiler ‘Adanalı birisi gelmiş’ deyince göndermelerini söyledim. Esmer, kara kuru bir çocuk geldi. İktisat Fakültesi’nde öğrenciymiş. Tünel’de bir pansiyonda kalıyormuş. Parasını veremediği için çıkmak zorunda kalmış. Paraya ihtiyacı varmış ve iş arıyormuş.
Cevat Fehmi o zaman gazetenin genel yayın müdürü, ona gittim. Yılmaz bana bir hikâye okudu, baktım Türkçesi sağlam. Cevat Fehmi’ye Yılmaz’ı methettim. O da bana ‘Bulursan bir işe al’ dedi. Tabii gazetede iş bulamadım. ‘Sen ne iş yaparsın?’ diye sordum. Her işsiz gibi ‘Ne iş olsa yaparım’ dedi. Birdenbire aklıma geldi ve Adana’da ne iş yaptığını sordum. Adana’da Aksaray Sineması’ndan Asri Sinema’ya, oradan açık hava sinemasına kaset taşırmış. Ben de o zamanlar Bu Vatanın Çocukları’nı yazmış ve Dar Film’e satmıştım. Atıf Yılmaz filmin rejisörü. Aradan dört beş ay geçti. Bunlar da filmi bir an önce yapmak istiyorlar. Ben Atıf’a telefon ettim. Ona şöyle bir hikâye anlattım: ‘Atıf, bak ben geçen gün Adana’ya gitmiştim. Bir çocuğu çok beğendim. Yakışıklı, büyük de kabiliyeti var.’ Atıf ‘Gönder’ dedi. Yılmaz’a da ‘Al şu taksi parasını’ dedim ve Atıf’a gönderdim. Yılmaz her şeyi cin gibi anladı. Bir sözleşme yaptılar 3 bin liraya, yarısını da peşin verdiler. Yılmaz iki saat sonra geldi. Daha önce kendisine verdiğim paraları iade ederek, ‘Al abi paralarını’ dedi. Daha sonra, Bu Vatanın Çocukları filmi çekildi.”
Cumhuriyet Dergi, 26 Şubat 1995, Sayı: 466
Tabii olayı bir de Atıf Yılmaz’dan dinlemek gerekli (olay Akira Kurosawa’nın Rashomon’una benzemese de)
“…Yaşar, Bu Vatanın Çocukları adlı bir senaryo yazacak. Ben de yönetmenliğini yapacağım. Dar Film’in elemanlarından Sıtkı Şumnulu da firmayı temsilen prodüktörümüz olacak. Yaşar’la arada bir Dar Film’in bürosuna uğruyoruz. Yılmaz her karşılaşmamızda en sevimli ve en inatçı hâliyle yanımda çalışmak istediğini söylüyor. Yaşar, ben, Yılmaz, Çukurovalıyız ya, serde hemşehrilik de var. Yılmaz’ın kendine has taktiklerle, sessiz sedasız, istediği yere, işe sızma yeteneği vardır. Neden sonra fark edersiniz bu yeteneğini. Kızım Kezban üç dört yaşlarında olmalı. Onun hatırına Sarıyer’e yazlığa gitmişiz. Yılmaz’ın ısrarlı taleplerine olumlu yanıt verdim mi? Tam olarak hatırlamıyorum. Yılmaz’ı Sarıyer’de Kezban’ı gezdirirken buldum birdenbire. Ya da ilk eşim Nur’u onu ufak tefek şeyler almak için çarşıya yollarken.
Sarıyer’de bir kahvede Yaşar’la senaryo çalışıyoruz. Bakıyorum Yılmaz Yaşar’dan da, benden de daha gönüllü, daha çalışkan. İktisat Fakültesi’nde okuduğunu, asıl adının Yılmaz Pütün olduğunu, küçük hikâyeler yazdığını öğreniyorum.
Yılmaz, senaryo yardımcılığından başlayarak önce ikinci asistanlığa, sonra bu iki iş yetmezmiş gibi filmdeki rollerden birine de el atıyor. Genç, atak bir Kuvayı milliyeci rolüne. Yılmaz Güney’le Bu Vatanın Çocukları’nda başlayan önce usta-çırak, sonra abi-kardeş ilişkimiz, aramızdan beklenmeyen ayrılışına kadar sürdü.”
Sonrası var, gelişen olayları Yaşar Kemal, “Cumhuriyet Dergi”nin 26 Şubat 1995 tarihli 466ncı sayısında, Oral Çalışlar‘a şöyle anlatıyor :
“Daha sonra, ‘Bu Vatanın Çocukları’ filmi çekildi. O filmin senaryosunda benim ismim yok, -Yılmaz Güney, Atıf Yılmaz yanına sansür polisi Azmi Kütüval’ın adı ekleniyor- Azmi Kütüval’ın ismi var. Benim adım olunca sansür kurulu filmi onaylamıyor… Azmi Kütüval ise sansür polisi.. Kütüval daha sonra bu senaryodan senaryo mükâfatı kazandı. Sebahattin Eyüboğlu ile gidip Kütüval’ın ödül törenini izledik. Benim yerime ödül aldı. O senaryoyu o devirde 10.000 liraya satmıştım. Maaşımızın 80 lira olduğunu düşünürsen 10 bin lira çok para..” (Ekrem Ataer (2017), Yasaklı Sanatın Öyküsü, İstanbul: Librum Kitap)
Şu saptamayı çok beğenmiştim: “Filmleri âdeta “güncel tarih” gibi akan Şerif Gören edebiyat uyarlamaları başta olmak üzere çok sayıda filme imza attı.”
(Asım Öz, Şerif Gören ve Sineması Etrafında Gecikmiş Bir Yazı, tezkire, 14.02.2025)
Yine bu yazıda iyi ki Strasburg’da Fransız üçüncü kanalı için La Zigone et la Corbeau (1994) belgeselini, iki yıl sonra Fransa’da yaşayan Türk kadınlarının her biriyle yaklaşık bir buçuk dakika konuşarak oluşan 25 dakikalık Kimlik (L’identite) belgeselini çektiği hatırlatılıyor.
Yazımı Şerif anekdotuyla bitirmek en doğrusu: Atıf Yılmaz, ”Hafızam pek kuvvetli değildir.” itirafıyla başlayan ve gazeteci-yazar Mine Saulnier’nin üstelemesiyle kaleme aldığı Söylemek Güzeldir kitabının önsözünde filmleri-tarihlerini bile sinema yazarı Agâh Özgüç’ün Türk Filmleri Sözlüğü yardımıyla hatırladığını aktarır. Tunç Başaran “Hafızasının zayıf oluşu onu bazı konularda daha esprili yapıyor.” diyerek gülümsetecektir. Hatırlayanlardan yardım istemesini “komik” bile bulacaktır. Duygulandırıcı olan, Şerif Gören’e bu dünyadan bir selam göndermemizi sağlayan Atıf Yılmaz’ın şu aktarımıdır:
“Kitabın yazılışı sırasında bir akşam, değerli yönetmen dostum Şerif Gören’le konuşuyor. Söz anılarımdan açılınca benim çektiğim Mevlana filmiyle ilgili bir anısını anlatıyor. Bense Şerif’in gereken anısından vazgeçtim, Mevlana’da bana asistanlık yaptığını bile hatırlamıyorum. Konya’da Sulanhan’da bir sahne çekecekmişiz. Han restore ediliyor, avlu kesme taş bloklarıyla dolu, Şerif’e ‘bunları temizlet” deyip gitmişim. Şerif “Restorasyonda çalışan işçilerden yardım istedim” diyor…”
Gerisini lütfen Söylemek Güzeldir kitabını edinerek okuyun, çünkü Şerif Gören’in anlattığı çok şenlikli bir hikaye…
Fakat bir gerçek ortada duruyor kendi sinemamızla ilgili bildiklerimiz, öğrendiklerimiz, incelediklerimiz çok sınırlı, “geciktiğimiz” bir gerçek. Atıf Yılmaz, Yılmaz Güney Şerif Gören ve Yaşar Kemal’in yaşadıklarından büyük/kocaman hayatları vardı… Acı olan zamanın silmesine aldırış etmememiz.
Oğuz Makal