KÖŞE YAZILARI

Kayıp Gece

Murat Öksüz yazdı...

Kayıp Gece – Murat Öksüz yazdı…

Çok uzaktan bile elinde taşıdığı şeffaf poşetin içinden taşmak isteyen ekmekler belli oluyordu. Kim bilir kaç ekmek taşıyordu? Ağır adımlarla, poşeti sallaya sallaya diğer günlere benzeyen bir günün daha telvesinde ilerliyordu. Bulutlar gündüzü geceye çevirmişti. Yağmur bastırmak üzereydi. Hızlansa iyi olurdu ama bu ağır gövdesi, bir kaya gibi hareket ediyordu. Üstelik sonbahar yorgunluğu da cabası. Gerçi bu yorgunluğu mevsimsiz taşırdı o.

Aslında 35 yaşına yeni basmıştı ama sanki 53 yaşında gösteriyordu. Bu her şeye tersten benzeme; vücuduna, yüzüne, kabuğuna  yansımıştı. Beyaz pürüzlü bir ten, kısa bacaklar ve uzun bir gövdeye eşlik eden koca göbeği, kısa boynu, eğri küçük burnu, şişkin yanakları, basık yüzü, kocaman koyu gözleri, dümdüz kafa üstü, yana yatırılmış seyrek  düz kahverengi saçları ile adete çizgi film karakterlerine benziyordu.

Çoğu insan görünmez olduğundan şikâyet eder, o ise hayatı boyunca bir görünmezlik pelerini istemişti. Küçükken, çevresindeki çocukların dalga geçtiği bir tipti. O zaman da kiloluydu. Zor hareket ediyordu. Hiçbir güzelliği, özelliği, yeteneği yoktu. Arkadaşları oyunlarına almıyorlar, kendi de bir oyun bulamıyordu. İçinde ikamet eden hayaletin yönünü belirlemesine izin vermeyi öğrendi zamanla. Ne de olsa dışarı değil içeri yönelmek düşüyordu ona. Annesinin zoruyla sokağa çıktığı zamanlarda bile, kendine kuytu bir köşe bulurdu illa. Bir pelerini olsa, üstüne kapansa ve yok olsa ne iyi olurdu.  Kendi kendine hayallere dalar, oradan da sağ çıkamazdı bittabi. Sığacağı, sığınacağı başka bir dünya olmalıydı. Bu evren, bu dünya bu kadarcık olamazdı.

Okul hayatının da pek parlak geçtiği söylenemezdi. Aslında resim yapmayı pek severdi. Resim dersi dışında hiçbir derse ilgi duymazdı. Hayallerini kağıda aktarmak, sığınacak limanı olmuştu. Ama hayal çizmek pek geçerli meslek değildi. Liseden sonra ise okuyamadı.

Eş dost aracılığı ile, daha çok da acınarak işe alınmıştı.  “Bizim burada bir çocuk var. Gariban, fakir, temiz, dürüst, elinden tutun da bir işe girsin.” cümlesi, iş ararken başkalarının gözündeki öz geçmişini oluşturuyordu. Hiçbir zaman sigortalı bir işi olmamıştı. Hiçbir işe istekli gitmedi, hiçbir iş de elinden gelmedi. Artık kendi bile en basit şeyi bile yapamayacağına ikna olmuştu. Elinden tek gelen bakkaldan ekmek almak ve yemek yemek. Bir de gece yatağının içindeki defterine kara kalemle kendinin sığacağı bir oyuk oluşturmak.

Yağmur hızlanmaya başladı. Yeşil yağmurluğunun şapkasını kafasına geçirdi. Uzaktan kaplumbağaya benzemişti.  Annesinin yaptığı kuru fasulyeyi düşünüyordu. Sıcak ekmek ile ne giderdi. İyice kararmış yolda,  yerdeki kaldırımlara odaklanmış dalgın dalgın giderken arkadan bir kadın sesi “Pardon!”. Hayal mi kuruyordu? Oralı olmadı. Ardından bir gölge yanında belirdi.
-“Pardon, rahatsız ediyorum. Yakınlarda bakkal var mı acaba?”

Bir an kafasını yukarı kaldırdı. Göz göze geldi. Kadının güzelliği karşısında nutku tutuldu. Kendisinden en az iki karış uzun. Simsiyah, çene hizasında küt saçlar, küçücük bir yüz, hokka bir burun ve bu masmavi gözler adeta başka bir dünyaya aitti. Gerçi kendisi de başka bir dünyaya ait sayılırdı. Biri gökyüzüne diğeri, Hades’in dünyasına… Bir şey diyemedi önce. Sonra kekeleyerek:
-“Bakkal mı? Ne bakkalı?”
Kadın gülümseyerek:
-“Ne bakkalı var ki buralarda?”

İyice afalladı. İlk defa bir kadın alay etmeden kendine gülümsemişti.
-“Bildiğimiz bakkal tabi, pardon.”  
Arkasını dönerek geldiği yolu işaret ederek.
-“Dosdoğru devam edin, ilerde ikinci sağa girince biraz ilerleyin. Göreceksiniz solunuzda. Kesilmiş bir ağacın önünde. Aslında kesmeselerdi daha rahat bulabilirdiniz.”
Heyecandan iyice kafası karışmış. Ne diyeceğini bilemez olmuştu.
-“Neden kestiler ki ağacı?
-“Bilmem.”

Kadın masmavi gözleri ile tekrar gülümsedi. O derin mavilik içinde kaybolmuştu.
-“Teşekkür ederim.” dedi kadın. Ve tarif ettiği yolda arkasını dönüp, yağmur ve karanlıkta kayboldu. Arkasından bakmak istiyordu ama çekindiği için bakamadı. İleri de gidemedi, kör bir duvar gibi kalmıştı orada.

Bu başına gelen gerçek miydi? Yoksa zihninin ona oynadığı oyunlardan biri miydi? Ne yapacağını şaşırdı. Ne ileri gidebiliyor ne de geriye… Yüreği peşinden gidiyor ama bedeni mıh gibi çakılmış olduğu yere.

Hayatı boyunca hiç sevgilisi olmamıştı. Bırakın bir sevgiliyi, platonik olarak bile birinden hoşlanacak cesareti görmemişti kendisinde. Hayallerinde bile kimseyi kendisine yakıştırmıyordu. Kalbindeki o  derin  boşluğu kendi benliği ile dolduruyordu. Oysa şimdi yüreği avcunda çırpınıyordu. Derin bir nefes aldı. ”Bu bir hayal olmalı.” dedi.

İyice kararmış ve yağmurun bastırdığı havada evine dönüş yoluna koyuldu. Az kalsın unutuyordu. Az önce yaşadığı gerçek mi hayal mi belli olmayan olay aklını başından almıştı. Günlük rutini ekmek almaktan oluşmuyordu. Çok sevdiği ladin ağacını görmeden geçirdiği tek bir gün bile yoktu. Ne zamandır bunu yapıyordu, kendi de bilmiyordu. Bu ağaç çocukluğundan beri buradaydı. İlk olarak bir yılbaşı akşamı dikkatini çekmişti . Filmlerde gördüğü, süslenmiş ve neşeli insanların  altında hediyeler sakladıkları ağaca ne çok benziyordu. Sonra bu ağacı görmeden yapamaz oldu. Çoğu yaz, gölgesine sığındığı, kendine dünyalar yarattığı yerdi bu ağacın kovuğu.  Ekmeğini alır, çok sevdiği ağacına dokunur, öyle dönerdi evine. Ekmekleri koynuna aldı. Yağmurdan önünü zor görüyordu. Yine de minik adımlarla ağaca doğru ilerledi. Yüzünden süzülen yağmur taneleri, ruhunun en yalnız köşelerine dokunup, akıp geçiyordu. Sonunda ağacına kavuştu. Bu sefer sımsıkı sarıldı. Bıraksalar orada sonsuza dek öylece kalabilirdi. Ama annesi onu beklerdi. Evinin yolunu tuttu.

Yağmurdan sırılsıklam olmuş bir şekilde evinin kapısına vardı. Zili çaldı. Annesi kapıyı açar açmaz nerede kaldığını sordu. “Yağmur.” dedi. “Bu aralar çok yağmur yağıyor anne. Ve her defasında kupkuru kalıyorum.” Annesi içinden bu çocukla ne yapacağım ben diye homurdanarak elinden ekmekleri alıp mutfağa gitti.

Her gün dört gözle beklediği yemek saati gelmişti. Bu sefer pek iştahı yoktu. Annesinin ısrarına rağmen yemeğini bitiremedi. Odasına doğru ilerledi. Annesi arkasından söyleniyordu. Hastalandı çocuk. Bu yağmurda bu kadar oyalanıp ıslanırsa olacağı buydu diye.

Odası tek kişilik bir yatak, iki kapaklı bir kahverengi eski bir gardırop, yatağının yanında bir sehpa ve onun üzerindeki abajurdan oluşuyordu. Yatağı kiremit rengi, duvarlar yeşil renkteydi. Evde pek yer olmadığı için, elektrik süpürgesi ve birkaç temizlik malzemesi yığılı kitapları ile birlikte odanın bir köşesinde duruyordu. Bu ikisinin yan yana koyunca aklına biri evi, diğeri de insanın içini temizliyor diye düşünmüştü. Ama ikisinin de kiri ömür boyu bitmiyordu. Penceresinin önünde menekşeler vardı, Mor, beyaz, pembe. Onun soluk aldığı yerdi orası.

Gündüzleri en çok yaptığı şey, pencere önüne sandalyesini çekip, yanına aldığı kahvesiyle kitaplarına dalmaktı. Romandakilerin başından geçenleri okurken, benden şansızları da var diye geçirirdi. Ama en azından romanda olsalar da varlardı. Ben ise hiç olmadım. Olamayacağım da derdi. Arada sokaktan geçenleri de izlerdi. Günlük rutinleri olan insanları izlemek en büyük keyfiydi. Onlara kendince hayaller biçerdi. En çok da elinde ekmek ile dönen insanlara… Kitaplar ile insanları karıştırırdı zihninde. Sonra her şey birbirine girer. İnsanlar, öyküler, yollar, ağaçlar kaybolup giderdi.

Odasına varınca doğruca yatağının üstüne uzandı. Aslında iştahsız olmasının sebebi ne gördüğü kadın ne yalnızlık hissiydi. Bazen bir şey olur ve insan tekrar olduğu kişiyi hatırlardı. Her insan bir lanet ile doğarmış. Hayır onunkisi bu çizgi filmlere özgü fiziği değildi. Onun laneti unutmamaktı. Her fırsatta kaçtığı bu lanet, tekrar zihninin ortasına oturdu. Unutmak istediği her şey film şeridi gibi gözünün önünden geçiyordu. Yatağında sağa döndü. Bacaklarını karnına çekti. Gözlerini kapadı. Karnından, beynine, oradan da kalbine saplanıyordu anılar.

Kaçması lazımdı bundan. Baş edebileceği bir şey değildi ama baş etmek için de bir şey yapmamıştı. Yaptığı tek şey dilemekti. Sorumluluğu evrene yükleyerek. Hayallerinde başka insan, gerçekte başkaydı. Kendisiyle yüzleşecek cesareti de hiç olmamıştı. Ve bunun farkında bile değildi. Tek yaptığı, bir sonbahar yaprağı gibi kendini rüzgara bırakmaktı. Düşeceği yer belliyken o ise kendini gökyüzüne ait hissediyordu. Bir yanı yağmur altındaki toprağa karışıp çürürken diğer yanı hayattan öç alma planları yapıyordu. Böyle sıkışmışlık durumlarında, aç bir köpek gibi öfkesini kınında saklıyordu. Her şeyden, herkesten alacaklı olduğunu sanıyordu. Oysa tek dileği zihninin bu kuru gürültüsüne boğun eğmemekti. Rüzgarlı bir günde kaybolup gitmekti.

Uykusuna yenik düşmek üzereydi. Hayaller, gerçekler birbirine karışmaya başladı. Gördüğü kadını hatırlamaya çalıştı. Bakkaldan ne alacaktı acaba. Çantasına beni de alsa, buralardan götürse diye düşündü. Sığar mıydı çantasına? Yağmurun sesi ile uyuyakaldı.

Tüm gece yağmur, fırtına iyice arttı. Rüzgar bahçedeki ağaçları yerinden sökecekti sanki. Bir tek ladin ağacı mıh gibi saplı duruyor, rüzgara, yağmura aldırış etmiyordu. Gün ağarmaya başladı. Fırtına dinmiş, çatılarda kalan tek tük damlalar, aradaki su birikintilerin üzerine düşüp halkalar oluşturuyordu.

Uyandığında her taraf bembeyazdı. Bu beyaz duvar, beyaz yatak, beyaz gecelik onu karanlığa saplamıştı. Yerde yaptığı resimler saçılmıştı. Doğrulup, pencere kenarına gitti. Ne bir çiçek ne bir renk vardı pencere önünde. Camı açmaya çalıştı. Ama nafile dışardan kitlenmişti. Odasından ladin ağacını gördü. Gidip ona sarılmak için nelerini vermezdi. Burası neresiydi? Neden buradaydı? Hiçbir şeyi unutmazken, kendini nerede unutmuştu?

Bıraksalar ekmek almaya giderdi. Ah bir bıraksalar…

Murat Öksüz

Mikrobun Rövanşı: Antibiyotik Çağının Sessiz Çöküşü

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir



Başa dön tuşu