KÖŞE YAZILARIŞeref Umut Ersop

Cüzzamın Gölgesinde: Miskinler Tekkesi’nden Türkan Saylan’a

Şeref Umut Ersop yazdı...

Cüzzamın Gölgesinde: Miskinler Tekkesi’nden Türkan Saylan’a – Şeref Umut Ersop yazdı.

Unutulanların Sessizliği: Miskinler Tekkesi, Cüzzam ve Türkan Saylan’ın
İzinde Toplumsal Hafıza Okuması

Toplumlar, genellikle geçmişin en acı hatıralarını unutmaya, yüzleşmek yerine üzerini örtmeye eğilimlidir. Bu unutkanlık, yalnızca bireysel bir hafıza zafiyeti değil; aynı zamanda kolektif vicdanın zayıflığına da işaret eder. Özellikle de ötekileştirilenler, hastalıkla ya da dış görünüşle damgalananlar, toplum dışına itilmiş olanlar söz konusu olduğunda… Reşat Nuri Güntekin’in 1940 yılında yayımlanan romanı Miskinler Tekkesi, bu bağlamda edebiyatın güçlü bir yüzleşme alanı olduğunu kanıtlayan nadide eserlerden biridir. Roman, yalnızca bir hastalığın gölgesinde yaşanan bireysel bir trajediyi değil, aynı zamanda bir toplumun aynaya bakma cesaretini sorgulayan derin bir anlatıdır. Romanın merkezinde cüzzam yer alır. Tıpta “lepra” olarak bilinen bu hastalık, yalnızca fiziksel deformasyonlara değil, sosyal izolasyona da neden olan, tarih boyunca damgalanmanın en güçlü simgelerinden biri olmuştur. Güntekin’in karakteri Zehra, hastalığın yarattığı yalnızlığı, dışlanmışlığı ve çaresizliği temsil eder. Cüzzam, bu romanda yalnızca tıbbi bir olgu değil; toplumsal korkuların, ahlaki yargıların ve kültürel tabuların sembolik düzeyde cisimleşmesidir.

“Miskinler tekkesi… Ne garip bir isimdi bu. Burada ne dua vardı, ne de zikir. Ne şeyh vardı, ne de derviş. Sadece kendilerinden utanmayı öğrenmiş, yüzlerini aynalardan çeviren insanlar vardı. Birbirlerinin gözlerine bakmaktan bile korkarlardı; çünkü her göz, diğerinin aynasıydı.”

Bu kısa bölüm, romandaki cüzzamhane atmosferini oldukça çarpıcı bir şekilde özetler. Reşat Nuri burada yalnızca mekânı betimlemez; toplumun görmeyi reddettiği bir “öte dünya”yı da bize açar. Miskinler Tekkesi, literal anlamda bir sığınak değil, metaforik anlamda toplumun bilinçaltında bastırdığı korkuların ve suç ortaklığının bir yansımasıdır.

Tarihsel Arka Plan: Cüzzamın Gölgesindeki Yüzyıllar

Cüzzam, M.Ö 600’lü yıllara kadar uzanan belgelerde adı geçen bu hastalık, yalnızca bireylerin değil, toplumların da korku hafızasında derin izler bırakmıştır. Orta Çağ Avrupa’sında cüzzamlılar genellikle şehir dışına sürülür, ölü ilan edilirdi. Hastaların üstlerine çan takmaları, toplumdan uzak tutulmaları, onlarla temas kurmanın günah sayılması, yalnızca fiziksel değil ruhsal bir yalıtım yaratırdı. Aynı şekilde Osmanlı İmparatorluğu döneminde de cüzzamlılar için Darülaceze benzeri yapılar inşa edilse de, bu hastalık toplumun gözünden uzak tutulmaya çalışılmıştır. Cumhuriyet’in erken dönemleri ile bu hastalıkla mücadele daha sistematik hale gelmiştir. Ancak gerçek anlamda bir dönüşüm, 20. yüzyılın ikinci yarısında, bu sorunu yalnızca tıbbi değil insani ve toplumsal bir mesele olarak gören isimler sayesinde mümkün olmuştur. İşte bu noktada, romanla gerçek hayat arasında dikkat çekici bir köprü kurulur.

Bilimin ve Vicdanın Adı: Türkan Saylan

Türkiye’nin yakın tarihinde, cüzzamı bir “insanlık meselesi” olarak ele alan çok az kişi Türkan Saylan kadar iz bırakmıştır. 1976 yılında Cüzzamla Savaş Derneği’ni kuran ve Anadolu’nun en ücra köylerinde cüzzamlı hastaları bulan, tedavi eden, onları hayata bağlayan Saylan, yalnızca bir hekim değil; aynı zamanda bir aydın, bir vicdan ve bir eğitim savunucusuydu. Onun mücadelesi, Miskinler Tekkesi’nin karanlık sayfalarında betimlenen görünmez insanların yaşamına ışık taşıyan bir gerçekliktir. Saylan, yalnızca hastaları iyileştirmeye değil; onların yeniden toplum içinde onurlu bir yaşam sürdürebilmesine de odaklanmıştı. Hastalığın damgasını taşıyan bedenleri değil, o bedenlerin taşıdığı utancı ve yalnızlığı iyileştirmek için çalışmıştı. Bir anlamda Reşat Nuri’nin yazınsal olarak inşa ettiği eleştirel aynayı, Saylan bilim ve insan sevgisiyle parlattı.

Edebiyatla Vicdanın Kesişimi

Bugün, Miskinler Tekkesi romanı ile Türkan Saylan’ın yaşamı birlikte okunmalıdır. Çünkü biri geçmişin karanlık bir yarasını gösterirken, diğeri o yaranın nasıl onarılabileceğini anlatır. Bu toprakların kültürel mirası sadece saraylar, hanlar ya da destanlardan ibaret değildir. Bu mirasın içinde, toplum dışına itilmiş bir hastanın bakışı da vardır; o bakışı fark eden bir doktorun elleri de… Unutulmamalıdır ki kültürel miras, sadece taşları değil, vicdanları da korumakla mümkündür. Reşat Nuri’nin kelimeleriyle, Türkan Saylan’ın elleriyle inşa edilen bu insani miras, bugün bize hem bir sorumluluk hem de bir umut bırakmaktadır.

Şeref Umut ERSOP
Tarihçi

Dijital Oyun Bağımlılığı Gençleri Nasıl Etkiliyor?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir



Başa dön tuşu