
Kendime Söylediklerim – Ayşegül Özdek yazdı.
Psikolog bugünkü seansta büst gibi durdu. Eline aldığı kalem ve kağıt olmasa, mermerden yontulmuş bir heykel hissi uyandırıyordu. Bu büste, kendimi o kadar hızlı ve anlaşılır anlatmaya çalışıyorum ki anlaşılır olma çabası içinde olduğumu fark ettim.
Buradan çıktıktan sonra nasıl bir psikoloji içine girdiysem kendimi sokaklara vurdum. Dağ yakın olsa oraya gideceğim ama metropoldeyim. Deniz ve tarihi eserler olmasa kuyudayım diyecektim. Çünkü yirmi katlı binaların arasında kayboluyorum. Denizi görmek için sık sık sahile gidiyorum. Ne içindeki bakteriler ne deniz anaları ne de başka atıklar aklıma bile gelmiyor. Nefes alabildiğim tek yer, şehir hatları vapurunu görmek, hele bir de arkasında şapka gibi duran yeşillikler, minareler varsa, insan nasıl rahatlamasın?
Düşündüm de psikoloğa anlattığım şeylerden bir insanın etkilenmemesi mümkün değil. Ama mermer büstümüz bir tık bir şey söylemedi. Ne söyleyebilir ki? Yola çıkar çıkmaz kendime şöyle dedim: canını sıkma, etrafına bak; gördüğün insanlar sana yardım edecek. Hiç kendini düşünmeyeceksin derken, vapurdan iner inmez el ele tutuşmuş iki sevgiliye rastladım. Ne yapsalar günahsız gibi duran yüzlerindeki sırıtma beni rahatlattı. Çocuk komik şeyler söylüyordu kıza. Durmadan gülecek bir şeyler buluyorlardı. Birden Japon turistleri gördüm. İnci taneleri gibi deniz kıyısında sıralanmış fotoğraf çektiriyorlardı. Bizim karga da karşılarına geçmiş onlara bakıyordu. Martıların, Japon’larla ya da başkalarıyla bir ilgisi yoktu. Etraftaki yiyecek kalıntıları tek ilgi alanlarıydı. Vapurdan inip binen o kalabalığın içinde, her yüz başka bir hikâyeyi anlatıyordu. İçlerinde kim bilir, ne ümitler, ne acılar, ne sevdalar, ne ayrılıklar, ne çabalar, ne de hırslar vardı.
Kısa bir yürüyüş ile Eminönü’nde Hocapaşa civarındaki köftecilerin sokağına vardım. Her zaman gittiğim köfteciye gittim. Sanki son kez gittiğimden beri tek bir şey değişmemişti. Kasadaki dükkan sahibi yine soluna dönmüş camdan bakıyor, kapıda bekleyen garson yine kolları arkadan bağlı, müşterileri karşılıyor. Karşı lokantanın sebzelerini taşıyan cüce adamın, her yeni gelen müşterinin gözbebeklerine kadar bakıp incelemesi bile aynıydı. Bazı evli, çocuklu çiftlerin lokantanın önünde durup lokantaya girip girmemek arasındaki tepkileri ile hiç ilgili olmayan çocukları, gördükleri ilginç buldukları tiplere bakarken, yıllar sonra bile hafızalarında kalacak görüntüleri seçiyorlardı. Bazen de Anadolu şehirlerinden hiç görmedikleri denizi ve İstanbul’u görmek için gelen aileler olurdu. Şanını duydukları İstanbul’u görmeye deniz kıyısı ve iskeleden başlarlar. Balık satan teknelerden balık alırlar. Bir banka oturup, denize bakarak balık ekmeklerini yerler. Yüzlerinde yeni bir yere gelmenin mutluluğunu görünce benim hiç de farkına varmadığım bu duyguyu fark edince keyiflenirim. Bir umut dolar içime, büyük teknolojinin, eşitsiz, adaletsiz dünyanın içinden beni safhane insanların, sevginin içine sürükleyen bu duygu için şükür duyarım. Bazen de Tahtakale çarşıya, Mahmutpaşa civarından nişan çerezleri, terlikleri, giysileri almak için gelen aileleri görürüm. Sonra da bir banka oturup simit yiyip, aldıkları eşyaların keyfi ile otobüs duraklarına doğru giderler.
Ben de çantamda her zaman taşıdığım kitaplarım, kalemim, defterimin hiç de işe yaramadığı zamanlarda, arkalarından bakakaldığım bir dünyaya kalbimi açarak yol alırım.
Ayşegül Özdek